Mustafa DENİZ
Filozoflar, “İnsan yaratılış itibarıyla medenidir.” Demişlerdir… Yaratılış itibarıyla ve zorunlu olarak her insan diğerine muhtaçtır… İnsanlara karışıp, kentlerde yaşamayanlarda, iffet, yiğitlik, cömertlik ve adalet kendisini göstermez. Aksine o kimselerde bulunan güç ve kabiliyetler bir iyilik ve kötülüğe yönelmedikleri için körleşirler. Bu güç ve melekeler körleşip, kendilerine has işleri yapmayınca insanlar cansız varlıklar ve ölüler gibi olurlar. Bu nedenle de onlar, kendilerini iffetli ve adaletli sanırlar veya öyle sanılırlar. Oysa onlar iffetli ve adaletli değildirler. Diğer faziletler için de durum aynıdır. Yani, bu faziletlerin karşıtları olan kötülükler ortaya çıkmadıkları zaman, faziletli sanılan insanlar da böyledir. Faziletler yokluklar değildir; onlar insanlarla birlikte olmak, birlikte yaşamak ve çeşitli toplum ilişkilerinde bulunmakla ortaya çıkan birtakım iş ve davranışlardır. Ancak biz, beşeri faziletleri insanlarla birlikte yaşamak, onlarla birlikte bulunmak ve sıkıntılarına katlanmakla bilir ve öğreniriz. Bu faziletler sayesinde, henüz bizim için söz konusu olmayan başka durumlarda başka mutluluklar kazanırız.1
Edep (edeb) kelimesinin etimolojisi ve en eski manaları hakkında farklı görüşler vardır. "Ziyafete davet etmek" anlamındaki edb veya "zarif ve edepli olmak" anlamındaki edeb masdarından isim olan kelimenin sözlüklerdeki başlıca manaları" davet, iyi tutum, incelik ve kibarlık, hayranlık ve takdir" şeklinde gösterilir.(Lisanü'l· 'Arab; "edb" md. ; Firüzabadi, el Kamusü 'l·muhit. "edb" md.)2
Edep kelimesinin, nispeten maddi ve zahiri durumları ifade eden ilk sözlük anlamlarıyla sonradan kazandığı ve daha çok dini, ahlaki ve nihayet edebi unsurlar ihtiva eden anlamları arasındaki ilişki eski dilcilerin dikkatini çekmiştir. Nitekim Abdülkadir el-Bağdadi (Hizanetü'l- edeb, IX, 432-433) nahiv, şiir vb. Arap ilimlerine "ulümü'l-edeb", bu ilimlere sahip olan kişiye de "edib" denilmesinin yeni bir gelişme olduğunu, bu ilimlerin İslam'dan sonra doğduğunu belirtir ve edebin İslami dönemdeki terim manasının ne şekilde oluştuğunu anlamaya imkân sağlayan açıklamalar yapar.
Buna göre edep farklı anlamları olan iki ayrı kökten gelmektedir. a) "Hayret etme, çok beğenme " anlamındaki edb köküne göre edep "güzelliği dolayısıyla insanı şaşırtan, takdirini kazanan şey" demektir. Bir kimsenin sahip olduğu meziyet ve fazilet başkalarında hayranlık ve takdir hissi uyandırdığı için edep diye adlandırılmıştır. b) "Davet etme" manasındaki edb masdarından türetilen edep ise insanları takdire değer ve meziyet sayılan hususlara davet eden, bilgisizlik ve kötü davranışlardan alıkoyan şeyi ifade eder. Edebin, özellikle İslami tesirlerle giderek dini ve ahlaki anlamlara teşmil edildiğini gösteren en geniş bilgi Zebidi’nin Ta’cü 'l- arus'unda bulunmaktadır ("edb" md ) İbn Manzur gibi Zebidi de kelimenin asıl anlamının "davet" olduğuna işaret ettikten sonra terim olarak "insanlar içinde eğitilmiş kişinin (edib) eğitimle (te'dib) kazandığı durum" demek olduğunu belirtir ve başka dilcilerin tariflerini nakleder. Müellifin hocası Muhammed b. Tayyib el-Pasi edebi, "ona sahip olan kişiyi küçük düşürücü durumlardan koruyan meleke" diye tarif etmiştir. Tehanevi bu sonuncuyu edebin en iyi tarifi saymıştır (Keşşaf, "edeb" md.)3
Edep terimi " gelenek, görenek, ahlak" gibi ilk anlamları yanında İslam kültürünün tarihi gelişimi içinde çeşitli mevkiler, meslek ve sanatlar; eğitim ve öğretim; tasavvuf ve tarikat; ilmi araştırma ve tartışmalar; ibadet, dua ve Kur'an okuma gibi dini faaliyetler; yeme içme, giyim kuşam, temizlik vb. günlük meşguliyetler; her türlü sosyal ilişki ve hayatın diğer bütün alanlarına dair bilgiler ve en uygun davranış tarzları için kullanılan son derece geniş kapsamlı bir terim haline gelmiştir. Şüphesiz bütün bu konularda en ideal örnek Hz. Muhammed (sav) kabul edildiği için İslam ahlak ve edep literatürüne giren eserlerin çoğun da "Adabü'n-Nebi" veya benzer başlıklar altında Hz. Peygamber'in (sav) ahlaki kişiliği ilk örnek olarak sunulmuştur. 4
Sufiler tasavvufun genel esaslarına uygun olarak edebi zahiri ve batını olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Zahiri edep beden ve şeriatla, batıni edep ise kalp ve Hak'la ilgilidir. Her ikisine de önem verilmekle birlikte esas olan batıni edeptir. Zira edebin bu şekli mutlaka bedene de yansır. Bundan dolayı Cüneyd-i Bağdadi, hacca giderken Bağdat'a uğrayan müridlerinin son derece saygılı ve nazik davrandıklarını görünce Ebu Hafs'a, "Müridlerini saray mensupları gibi edeplendirmişsin " demiş, Ebü Hafs da, "Hayır, onların batınlarındaki edep zahirilerine yansımıştır" diye cevap vererek müridlerinin gösterişçi bir davranış içinde olmadıklarını anlatmak istemiştir. Nitekim bir hadiste, "Kalbi huşu içinde olanın bedeni de öyle olur" denilmiştir (Sülemi, s.122). Ebü Nasr es-Serrac dünya ehline, dindarlara ve ariflere mahsus olmak üzere üç türlü edepten bahseder. Güzel konuşma, şiir ezberleme, bilgi zenginliği, siyaset kültürü dünya ehlinin; nefis terbiyesi, ruhun bedene hâkim kılınması, haddini bilme ve bayağı arzulardan kurtulma dindarların; gönül temizliği, ruhu koruma. Ahde vefa, manevi hallere dikkat etme gibi hususlar da ariflerin edebidir (el·Lüma', s. 195).5
Âdab-ı Muâşeret, insana özgü bir erdem olan âdab ile nezaket kurallarının bireysel ve sosyal hayatta uygulanan kısmıdır. Bu terkip, âdab ile muâşeret kelimelerinin birbirine izafesiyle oluşturulmuştur. Edeb (çoğulu âdâb) ferdî ve ictimaî hayatta akıllılık, usluluk, hâl ve tavrın iyiliği, güzelliği hoşluğu; terbiye, hayâ, utanma, usul, yol, zarafet, nezaket, güzel ahlâk; sonradan kazanılmış olan müeddeb davranış usül ve kaideleri gibi manalara gelmektedir. Muaşeret ise bir arada yaşama, hoşça geçinme, görgülü davranma; insanlara, akl-ı selimin hoş gördüğü, dinin onayladığı tarzda muamele etme olarak tarif edilebilir.6
Âdâb-ı muâşeret geleneksel toplum hayatında ‘ahlâk’ın konuları arasında yer alır. Yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi gündelik hayattaki çeşitli davranışlara ilişkin kurallar, terbiyeli; kibar ve takdire değer hareketlere ahlâki davranışlara denir. ‘Ahlâk-ı hamide’ kelimesi, iyi, erdemli, övgüye değer ve güzel huylar; ahlâk ve dinin buyruklarına uyan, toplum tarafından onaylanıp beğenilen huyları ve bunların etkisiyle meydana gelen iyi ve güzel davranışları ifade eder.
Ahlâkın temeli dindir. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda sosyal hayat ve toplumsal münasebetlerin fiilî – sembolik ifadesi olan âdâb-ı muâşeret de din eksenli olarak şekillenmiştir. İslâm dinini vaz eden ve toplumunun yöneticisi, yönlendiricisi olan Hz. Peygamberin görevinin de ahlâkı tamamlamak olması bu anlamda önemlidir. Belli bir estetik kaygı taşıyan tavır alışlar olarak da tanımlayabileceğimiz âdâb-ı muâşeret, birlikte yaşarken uymamız gereken ölçülü ve estetik davranışlar olarak da tanımlanabilir. Dolayısıyla bir diğer dayanak noktası da toplumdur.
Toplum halinde yaşamak bir nevi adabı muaşereti zorunlu hale getirir. Topluma özgü davranışlar yanında sosyal hayatın değişmesine öncelik eden davranma biçimleri de âdâb-ı muâşeret incelenerek takip edilebilir. Topluma ait olmak belli bir sembolik değeri içinde barındırır. Bu algı hem topluma özgü durumlarda hem de toplumsal değişme sürecinde âdâb-ı muâşereti öne çıkartmış, eylem ve değişim bağlamında dikkatleri çekmiştir…
Askeri, siyasi, sosyal hayatta yapılan bir dizi yenilikler, Tanzimat, Islahat hareketleri, eğitimin kurumlaşması, ilköğretimin zaruri olması… gibi değişimler Batılılaşmanın etkisiyle gerçekleştirilmiştir. II. Abdülhamid’in açtığı kız idadileri, Fevziye Mektepleri sürecin devamında karşımıza çıkan okullardır. Bu süreçte Batılı adab-ı muaşeretin toplumsal alanda bilinir, ulaşılır olması için tercüme ve telif edilen bir dizi adab-ı muaşeret kitaplarını görmekteyiz. Kitaplar değişen ev içi yaşam tarzının nasıl düzenlenmesi gerektiğini anlatarak halkın bu ihtiyacını gidermekte oldukça etkili olurlar.7
Her toplumun farklı bir adab-ı muaşereti olduğu gibi değişen yaşam koşulları dolayısıyla da her dönemin farklı bir edep anlayışı ya da adab-ı muaşereti olabilir. Fakat içtimai edebin ve adab-ı muaşeretin esası daima kul olmanın bilincinde olmak ve yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. Özetle, edep insan olmaklığın bir özelliğidir; değişen zaman ve yaşam koşulları, kişinin edepli olmak için sergileyeceği tavırları kısmen değiştirebilir fakat onun edepli bir insan olması gerektiği gerçeğini değiştiremez. Bu manada zamansal ve mekânsal değişim edebin mevcudiyetine dair bir kıstas olamaz.8(dem dergi yıl1 sayı 4her daim edepli olmak Ahmet şişman)
İslâm’da âdâb’ın kaynağı Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye ve bu iki kaynağa dayalı; bilhassa Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmamak şartıyla, evrensel ve yöresel örfler, adetler ve geleneklerdir. Yüce Allah, müminlerin hem kendisine yönelişlerinde hem Resul-i Edibi Hz. Peygamberin yanında hem de birbirleri ile ilişkilerinde nasıl olmaları ve davranmaları gerektiğini bizzat Kur’an’da talim etmiştir.( Bkz. Allah’a yönelişte âdâb, Fatiha, 1/1-7; A’raf, 7/55, 205; İsra, 17/110. Hz. Peygamber ile ilişkilerde âdâb, Nur, 24/62-64; Ahzab, 33/53-58, 68, 69; Hucurat, 49/1-5. Meclis âdabı, Mücadele, 58/7-13 (özellikle 11. ayet.)). Elçisi de “Üsve-i Hasene” örnek vasfı ve seçkin kişiliğiyle bunun şekillerini göstererek uygulanmasına yardım etmiştir. Âdâb’ın gayesi, Müslümanları, Allah Teâlâ’nın hoşnut olup seveceği bir edeple süslemek; onların, başka insanlarla olan münasebetlerinde ölçülü, kibar ve daha sevecen hareket etmelerini sağlamak; ilişkilerini daha yaklaştırıcı, birbirleriyle ülfet ettirici ve sevdirici kılmaktır. Asıl amaç ise hem şahsın hem de toplumun huzur içerisinde, birbirlerine sevgi ve saygı bağlarıyla yakınlaşıp birlikte ve hoşça geçinmelerini sağlamaktır. İslam’da adabın kaynağı Allah, Peygamberler ve onlara tabi olan seçkin müminlerdir. Maksat ise sağlıklı insanlar, düzenli toplumlar ve edebli, örnek nesiller vücuda getirmektir. Mübâlağasızca denilebilir ki, ordularda askerin sevk ve idaresi ne ise ictimaî hayatta muaşeret kaideleri de odur.
Sonuç olarak deriz ki edeb, diğer bir ifade ile âdabı muaşeret, insanı, dolayısıyla toplumu zarafet, nezaket ve estetiğe; söz, iş ve davranışlarında ölçülü davranmaya, düşünerek hareket etmeye ve hüsnihâle/güzelliğe; Allah’a yönelişlerinde ihlâs, huşu ve hudu’a; Resulullah ile ilişkilerinde gönülden sevgi, saygı ve ağırbaşlılığa davet etmektedir. Sözün özü, gerçek manada insan olmaya çağırmaktadır.
Müminlerin tüm işleri, “itkan” (olması gerektiği biçimde) ile ibadete, ibadetleri de âdab ile “ihsan” derecesine yükselebilmektedir. “İtkan” ve “ihsan”, mükemmelliğe atılmış iki imzadır. Allah’ın sanatı olan bu kâinat, bu imzayı taşımaktadır. İsteyen her göz, bu imzayı her yerde ve her an görebilir. Yüce Mevlâ kullarından; özellikle mümin kullarından bunu arzu etmektedir.
Âdab-ı muaşerete riayet, bir müminde akıl, iman, ibadet ve ihsan gibi dört yüce erdemin bir arada bulunduğunun alametidir. Bu dört erdemin, bir insanın söz, iş ve davranışlarına yansıması kuşkusuz onun kemaline işarettir. Zaten bir insanda iç ve dış güzelliği /estetik ve âdab bir arada ise, o insan, beşer vasfı sebebiyle mükemmel olmasa bile onun erişeceği mertebe, hiç şüphesiz, kemaldir. Resulullah (s.a.s) bunun en güzel örneğidir. Onun eğitip yetiştirdiği Hz. Ebu Bekirler, Ömerler, Aliler, Osmanlar ve daha nice Allah dostları akıl ve edeb ile yücelmiş kemal sahibi örnek müminlerdir. 9
Kaynaklar:
1 Tehzibu’l-Ahlak/Ahlak Eğitimi İbn Miskeveyh Büyüyen Ay yayınları Shf:45-46
2 Edep Md. TDV İslâm Ansiklopedisi
3 Edep Md. TDV İslâm Ansiklopedisi
4 Edep Md. TDV İslâm Ansiklopedisi
5 Edep Md. TDV İslâm Ansiklopedisi
6 Bireysel ve Sosyal Bir Erdem Olarak Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman, Dem Dergi Yıl:1 Sayı: 4
7 Değişen İstanbul’da Değişen Âdâb-ı Muâşeret, Nevin Meriç, İBB 1453 Kültür ve Sanat Dergisi Yıl: 2014 Sayı:20
8 Her Daim Edepli Olmak, Ahmet Şişman, Dem Dergi Yıl:1 Sayı: 4
9Bireysel ve Sosyal Bir Erdem Olarak Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman, Dem Dergi Yıl:1 Sayı: 4