Zarafet ikliminde kısa bir gezinti - rahle.org

Zarafet ikliminde kısa bir gezinti - rahle.org

Zarafet ikliminde kısa bir gezinti


Facebookta Paylaş
Tweetle

ZARAFET İKLİMİNDE KISA BİR GEZİNTİ

Bekir yolcu

Fikir ve ruh dünyasını İslâm’a adayan insan artık her şeye farklı bir gözle bakmaya başlar. Her işinde ayrı bir güzellik her güzelliğinde bir zarafet, incelik arar. Aslında bu bir inancın, idealin, hayatın tamamına yansıması ve o inancın muhabbet üretmesiyle açıklanabilir. Müslümanlar ilk günden beri hayata bu gözle bakıp hayatı zarafet ve incelikle kuşatmışlardır. Bir Müslümanın kabri kazılırken Hz. Peygamber kabrin eğri kazıldığını göstererek düzeltilmesini ister.

Sahabelerden biri: “Ey Allah’ın Resulü birazdan kazdığımız yerin üzerini kapatacağız.” dediğinde, Hz. Peygamber : “Yaptığınız işi güzel yapın.” diyerek aslında çok önemli bir mesaj veriyordu. Yaptığınız her işi, güzel yapmak ve güzeli aramak...

Bu anlayışı medeniyet sahasına en güzel yansıtan toplumların başında Osmanlı toplumu gelmektedir. Devlet kurumlarından köy sokaklarına kadar bu bakış açısı en güzel  şekilde hayata işlemiştir. Muhakkak ki her çağ aynı değerler ve idealler üzerinden kendi kurumlarını ve inceliklerini üretebilir. Bundan dolayı da içi boşaltılmış taklitlerden ziyade, aynı ruh ve heyecanla, geçmişe yaslanarak, kendi çağımızın güzelliklerini üretebilmeliyiz. Osmanlı toplumu kendi estetiğini, zarafetini üreterek model olmuştur. Bugün dahi Osmanlı kadını, erkeği, mutfağı, mimarisi denildiğinde her insanın zihninde bambaşka güzellikler canlanır. İşte biz, bu güzellikler ikliminde kısa bir gezinti yapacağız.

Osmanlı insanının, Peygambere (sav) olan muhabbet ve sevgisi bakın hangi boyuta varmış. II. Abdülhamit, kutsal toprakları korumak, hacıların yol meşakkâtini asgâriye indirmek amacıyla Hicaz demir yolu projesini hayata geçirmişti. Raylar kutsal topraklara yaklaştıkça o bölgelerde Müslüman işçilerin çalışmasına dikkat ediliyordu. Çünkü kutsal topraklara gayrimüslimlerin girmesi istenmiyordu. 1907’de Ula’dan geçen hat, Ağustos 1908’de Medine’ye ulaşmıştı. Sınırdan Medine’deki son istasyona kadar, yaklaşık otuz kilometrelik kısımdaki raylara keçe döşenmişti ki Hz. Peygamber makamlarında rahatsız olmasın diye. Lokomotif şehre yaklaştığında istim keser, yavaşça perona yaklaşır. Gelenler saygı ve edeple ayaklarının ucuna basarak inerler. Çünkü Hz. Peygamber’e olan saygı bunu gerektirirdi. Günün belli saatlerinde keçe döşenen raylara gül suyu dökülürdü, Nebi’nin hürmetine. Bunların hepsi Hz. Peygambere olan sevgi ve muhabbettin, saygı ve edebin tezahüründen başka bir şey değildi.

Evler mutluluğun, zarafetin, eğitimin, saygı ve sevginin mekânıydı. Evlerin duvarlarına ‘Ya Malik’el- Mülk’ yazarlardı, ” Ey Allah'ım, bütün mülk senindir. Ben kapının bir kölesiyim, her şey senden. Benim aslında hiç bir şeyim yok.”  manasına gelirdi.

Kapı tokmağında ‘Ya Fettah’ yazılıydı. ‘Ya Fettah’, bütün kapalı kapıları açan ve sıkıntıları gideren anlamına geliyordu. Eve sıkıntılı gelen aile ferdi, ilk nasihati daha evin girişinde alıyordu.

Kapı tokmakları çift halkalıydı. Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatırdı. İçerdeki ev sahibi gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.

Eğer bir evin camında sarıçiçek varsa, ” Benim evimde hasta var, ey satıcılar veya sokaktan geçenler sakın yüksek sesle bağırıp da rahatsız etmeyesiniz.”  anlamına gelirdi. Camda kırmızı çiçek varsa, ” Bu evde evlilik çağında bir kız vardır. Sokaktan geçen gençler, konuşmalarınıza dikkat edin, ölçüsüz laflar kullanarak bu hanımefendiyi mahcup etmeyesiniz.”  anlamına gelirdi.

Evde kimse ayakta yemek yemezdi. Önce eller yıkanır, sofraya birlikte oturulur, evin en büyüğü başlamadan, yemeğe kimse başlamazdı. Evin en yaşlısı yemeğe başlarken herkesin hatırlaması için besmeleyi yüksek sesle çeker, sofradan kalkılırken “hayırların fethi, şerlerin def’i” için Fatihalar okunurdu. Akşamları da evlerde sohbet halkaları oluşur, Kur’an-ı Kerim ve Hadis- i Şerifler okunurdu. Evler birer okul gibi sakinlerini eğitirdi.

Evlerin içi ve duvarları birer aile terbiyecisi durumundaydı. Duvarın bir yerinde “ Ya Hafız” başka duvarlarında ise:

“Bu dünyaya gelen kişi ahir yine gitse gerek

Misafirdür vatanına bir gün sefer itse gerek”

……

“Hesap ettim cümle dünya malını

Neticesi bir top beze dayandı.”

Şeklinde beyitler yazardı.

Her oda, her duvar dünyanın fani olduğunu hatırlatır, şu üç günlük dünya hayatının hiçbir insanı kırmaya ve incitmeye değmeyeceğini ifade ederdi.

Eve misafir geldiği zaman ev sahibi onların ayakkabılarının burunlarını dışarıya doğru değil de içeriye doğru çevirirdi. Böyle yapmakla “Biz sizin misafirliğinizden çok hoşnut kaldık, evimizi yeniden şereflendirmenizi bekleriz.” demek isterlerdi. Aynı zamanda misafir evden çıkarken sırtını ev sahibine dönmemiş olurdu. Misafire kahvenin yanında su ikram edilirdi. Misafir aç ise suyu, tok ise kahveyi alırdı. Eğer suyu almışsa ev sahibi bunu çok ince bir üslupla anlar, hemen sofrayı kurar ve misafirin karnını doyururdu.

Alaaddin Çelebi Osmanlı’da su verme adabını şöyle anlatır: “Birine su verirken uzaktan veya yüksekten sunmayalar, maşrapanın yahut bardağın kulpunu kolayca tutabileceği şekilde su içecek kişinin sağ elinin olduğu tarafa çevireler. Muhatabın üzerine damlatmamak için bardağı iki eliyle alttan tutarak sunalar. Ve alan kimse sağ eliyle ala, 'Bismillah' deyip başlaya, bardağın dibini suratına tutmadan yavaş yavaş içe. Ağzını doldurup yutmaya ki, yürekte zahmet peyda olur. Su verenler boşalan bardağı aldıktan sonra sıhhat ve afiyet dileyeler ki, su içen kişi nefes alıp cevap verebilsin.”

Mahallede birisi öldüğünde, cenaze evine ilk önce kıble istikâmetindeki komşusundan başlamak üzere, bir hafta on gün yemek yollanırdı. Kimse onlara işittirecek tarzda gülüp eğlenmezdi. Böylece komşunun acısına ortak olunurdu.

Osmanlı kültüründe bir incelik örneği olarak, çarşıya inerken veya eve dönerken, büyüklere hürmet sadedinde bir yaşlı zâtın yanından geçip gidilmezdi, ancak onun “Geç oğlum ben yavaş yürüyorum .” deyip müsaade etmesinden sonra gidilirdi. Hafif meşrep yürüyüşü kınarlar, asaletin ve vakurun timsali bir yürüyüşle yürürlerdi. Bazı kişiler sokaktaki yürüyüşünden bile tanınırdı.

Sabah dükkânlar “besmele” ile açılırdı. Eğer iş yeri bedestende ise topluca dua edilirdi. Kanaat en önemli esastı. Zarar ettirecek pazarlık hoş görülmez ve “ Daha da aşağı olmaz mı”  denildiğinde “Ben hırsız değilim.” denirdi.

Osmanlı insanları, kurdukları vakıflarla sadece insanları değil, hayvanları da düşünmüştü. Kuşlar için kurulan vakıflar özel izlenimler sonucunda oluşturulmuştu. Uçuş yollarında yaralanıp da düşenlerin tedavisini yaparak sürüsüne yetiştirmek üzere “Göçmen Kuşlar Vakfı”, kışın kar ve buzdan yerlerde yiyecek bulamayan kuşların ölmemesi için buralara yiyecek bırakan “Darı Vakfı” gibi vakıflar kurulmuştu.

Külliyeler şehrin kalbi gibiydi. Külliyeler, cami, medrese, imarethane, şifâhane, bedesten, kütüphane, kervansaray gibi birçok yapıyı içinde bulundurarak toplumu hem kuşatıyor hem de eğitip kaynaştırıyordu. Yolcusunu misafir eden, yoksulunu doyuran, hastasına şifa sunan, talebesini eğiten bir mimari yapı oluşturulurken kuşlar bile unutulmamıştı. Özellikle selâtin camilerde kuşlar için yapılan yerler mimari güzellik içinde ayrı bir yere sahipti.

Osmanlı insanı gökyüzündeki kuşları düşündüğü gibi toplumdaki yoksulları da unutmamıştı. Yoksulların yarasını sarmak için birçok çözüm yolu üretmişti. Onlardan bir tanesi de sadaka taşlarıydı. Bazen bir sokak başında bazen de bir cami içinde sadaka taşı görmek mümkündü. Sadaka taşına uzanan el bazen içine para bırakırken bazen de ihtiyacı kadar olanını alırdı. İhtiyacı için alan el, daha sonraları ihtiyaç sahipleri içinde buraya para bırakırdı. Bu çark böylece döner giderdi.

Böylece toplumsal dayanışma ramazan ayıyla sınırlı kalmazdı. İnfaklar, ikramlar, hoş muhabbetler sevgi ve saygı iklimiyle diğer on bir aya yayılırdı.

Osmanlı insanı ölümle yan yana yaşamayı, ona hazırlık içinde olmayı ahlak edinmişti. Helâl kazançlarıyla aldıkları kefenlerini sandukalarında hazır bulundururlardı. Hatta birçokları defin işlerinde kullanılmak üzere bir miktar para ayırmayı bile ihmal etmezdi.

İnsana saygı medeniyeti mezarlıklara kadar uzanmıştı. Yaşayanlara verilen değer ölenlere de verilmişti. Mezarlıklar şehrin dışına çıkarılmaz, cami yakınlarına ya da şehrin merkezine yakın yerlere yapılırdı. Camiye ya da işe giden ölümden nasihat alarak yol alırdı. Bayramlarda mahalle kabristanına topluca gidilir, Kur’an okunur dualar edilirdi. Kabristandan bir otun koparılması bile hoş karşılanmazdı. Mezarlıklar şehir kadar canlı ve anlam doluydu. Mezar taşları bile insana saygı üzerine inşa edilmişti. Mezar taşları, edep ve zarafetin bütün inceliklerini gösteren birer sanat abidesi konumundaydı. Mezar taşlarından mevtanın yaşı, cinsiyeti, makamı, memleketi ve milleti anlaşılabiliyordu. Nasihatler içeren bir kitabe şeklinde mezar taşları da yok değildi.

Osmanlı toplumu, dünyadan ahirete uzanan yolda bütün güzellikleri araması ve hayatına yansıtması yönüyle gelecek nesillere örnek olmuştur. Bizlere düşen de bu incelik ve zarafet yolunda geçmişten ders alıp, iyilikleri, güzellikleri tüketmeden gelecek kuşaklara güzellikler bırakmaktır.

 

Selam ve dua ile…

 

KAYNAKÇA

 

  1. Demirel, Ziya, Osmanlı Medeniyet Bahçesinde Nostaljik Bir Gezinti, Akçağ Yay

  2. Dursun, Haluk, İstanbul’da Yaşama Sanatı, Timaş Yay.

  3. Refik, İbrahim, Ulu Çınarın Gölgesinde, Albatros yay.

  4. Arı, Haluk Sena,Osmanlı’da Aile Hayatı, Nesil yay.

  5. Arvas, Ahmet Sırrı, Mucibince Amel Oluna, Tarih Düşünce Kitapları

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ