İlim yolunda - rahle.org

İlim yolunda - rahle.org

İlim yolunda


Facebookta Paylaş
Tweetle

İLİM YOLUNDA

Metin ÇELEBİ

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) buyurarak, bilenin kıymetine dikkat çeken yüce Allah, İlahî Kelamına, “Oku!” diyerek başlamıştır. Okunacak şeyi belirtmeyerek, okumayı da sınırlandırmamıştır. İnananlar kendileri, yerin ve göğün yaratılışı, tabiat olayları hakkında, kısacası varlığın her boyutu üzerinde düşünmeye davet edilmişlerdir. Allah, insanı bilgi varlığı olarak yaratmış, bilgi elde edebilmesi için de maddi manevi unsurlarla donatmıştır.

Hiçbir şeyi bilmez halde yaratılan insana, bilme, keşfetme, anlamlandırma kabiliyeti vermiştir. “Allah, sizi ananızın karnından dünyaya getirdiğinde bilmeyen bir haldeydiniz. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 16/78). Bilginin kaynağı, insana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten her şeyi bilen Allah’tır. Allah, bilgi-iman, bilgi-amel, bilgi-ahlak, bilgi-imar ve bilgi-kurtuluş bağlantısına dikkat çekerek bilgiyi, olağanüstü yüceltmiştir. İlim elde etmek, haddi zatında sadece bir bilgi yüklenme gayreti değil, aynı zamanda imanla yakından ilişkili olarak, ruhen ve fikren ilerleme çabasıdır. “Kulları içinden Allah’a karşı ancak âlimler huşu (derin saygı) duyarlar” (Fatır, 35/28) ifadesi de bunu göstermektedir.

“Oku!” emrini alır almaz, bu hakikatin gereğini yapmak üzere yola koyulan Allah’ın elçisi görevine, ailesinden ve yakın çevresinden başlamış, Erkam’ın evini ilim yuvası haline getirmiştir. Bu çağrıya kulak veren, iradesini “Hak” yolunda kullanan insanların, hayata bakış açılarının ve hayatı yaşam biçimlerinin bambaşka bir hale gelmesine vesile olmuştur. Burada imanı, adaleti, merhameti, kardeşliği, paylaşmayı, dayanışmayı, huzuru kısacası insanlığı ve Müslümanca yaşantıyı öğrenen bu insanlar, gittikleri her yerde ‘ilim’ demişler, ilmî ortamlar oluşturmuşlar, cahillerden yüz çevirmişler ve ‘yeni medeniyetler’ oluşmasına sebep olmuşlardır. Öğretmen olarak Mus’ab b. Umeyr’i ve Abdullah İbn-i Ümmü Mektum’u Medine’ye gönderen Allah Rasulü, kendisi de buraya gelir gelmez, Mescidinde bir öğretim alanı (Suffe) oluşturmuştur. Şartları oluşanlar burada kalarak, diğerleri de namaz öncesinde veya sonrasında, haftanın belirli günlerinde bir araya gelerek, nöbetleşerek, soru yönelterek, evinde ziyaret ederek vb. durumlarla, “bilgilenme” peşinde olmuşlardır.

Yetişmiş sahabenin bir kısmını bizzat Allah Rasulü, farklı belde ve bölgelere öğretmen sıfatıyla göndermiştir. O’nun (s.a.v.): “Allah, bizden bir söz işitip, onu işittiği gibi (başkasına) ulaştıran kişinin yüzünü ak etsin. Kendisine (bilgi) ulaştırılan nice kimseler vardır ki onu işiten (ve kendisine aktaran) kimseden daha kavrayışlıdır...” (Tirmizi, İlim 7; Darimi, Mukaddime, 24) sözüne muvafık olmak maksadıyla, bunu kendine görev addederek, belde belde dolaşan nice sahabeler, tabiinler ve takipçileri olmuştur. “Âlimin, âbide olan üstünlüğü, ayın, yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.” (Tirmizi, ilim, 10) düsturunca, özellikle ilk dönem İslam tarihinde ilmî faaliyet ve çabaların, seyahatlerin, hicretlerin, te’lif ve tercüme faaliyetlerinin, “âbidâne” yaklaşımla kıyaslanamayacak kadar önde olduğunu söyleyebiliriz. Bunun hasılası olarak da çok kısa bir zaman diliminde Bağdat, Kûfe, Basra, Şam, Kâhire, Endülüs vb. İslam medeniyet merkezlerinin temayüz ettiğini ve bu şehirlerin dünya ilim mirasına katkılarının büyüklüğünü görmekteyiz.

“Hikmet, mü’minin yitiğidir, her nerede bulursa onu alır” düsturunca, fayda sağlayan, hayata maddi manevi anlam kazandıran, Allah’a yaklaştıran; Allah merkezli bir hayatın inşasına, dünyanın ıslah ve imarına katkı sağlayan her ilmî oluşum ve çaba, peşinde koşmaya değerdir.

Allah Rasulü’nün eğitiminden geçen yüzlerce sahabe, değişik beldelere İslamî eğitim-öğretim ve tebliğ amaçlı gidip yerleşmişlerdir. Sahabenin, Allah Rasulünden öğrendikleri bilgileri öğrenmeye hevesli ilim talebeleri, uzak yakın demeden buralara gelip onlardan ilim tahsil etmişlerdir. Kısa zamanda genişleyen İslam coğrafyasının her tarafı adeta, ilim medeniyeti haline gelmiştir. Hz. Peygamberin sadece bir sözünü duymak veya tasdik etmek için Medine’den kalkıp Şam’a gelenler, hoca hoca, belde belde dolaşıp, varını yoğunu satıp, evini barkını terk edip, ağır sıkıntılara katlanarak ilim yolunda yürüyen bu ilim sevdalıları, zahmetli çabaları neticesinde insanlığa, devasa bir ilim mirası bırakmışlardır.

Bir muallim olarak gönderildiğini ifade buyuran Allah Rasulü: “Öğreten, öğrenen, dinleyen, seven/destekleyen ol, beşincisi olma, helak olursun!” diyerek Müslümanlar için bilgiye dayalı bir hayat anlayışını emir buyurmuşlardır.

İnsan için uğrunda yorulmaya, sıkıntı çekmeye değer en hayırlı gaye, bilgidir. Bilgi yoluna adanmak, bilgi uğrunda ortaya konulan iradî bir tavra işaret etmekte olup, gönüllü girilen bu yolda, gerekirse birçok dünyevî zevk ve menfaatten mahrum kalmayı, çile ve zorluklara göğüs germeği gerektirmektedir. Bu bağlamda, sadece dinî bilgiye ulaştıran değil, insanlığa faydalı olan her türlü bilgi ve yönteme götüren yol kıymetlidir. Esasen insan bilmekle yücelir.

Yaratıldığında Hz. Âdem’e meleklerin secdesi, onun bilgisinden dolayı olduğu gibi, dünyada da meleklerin insana tazim ve saygısı aynı sebepten ötürü devam etmektedir. “İlim” sıfatının tecellisi ile ortaya çıkan varlıklar bilgiye, bilene karşı şükran duyguları beslerler. Bilme niteliği insanla var olduğu için, bütün varlıklar, ona olan şükran duygularını onun bağışlanması için dua ederek dışa vururlar. Âlim bilgisi ile aydınlatır. Âbid de ibadeti ile ışık verir. Ancak âlimin âbide üstünlüğü, aydınlatma bakımından ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Zira bilginin, bireyin sınırlarını aşan ve etrafını aydınlatan bir ışığı vardır.

Bilgiye ulaşmak, âlim olmak bir emek işidir. Kuşkusuz marifet iltifata tabidir. Bilgilenme, iki taraflı bir etkinliğin sonucudur. Bilgiyi sunanın çabası kadar bilgiye talip olanın emeği de gereklidir.

“Öğrenmenin acısını bir müddet tatmayan, hayatı boyunca cehaletin zilletini yudumlar” diyen İmam Şafiî, ilimde yol alabilme ve başarılı olabilmenin formülünü şu özlü sözüyle ifade eder:

Kardeşim! İlme ancak şu altı yol ile varabilirsin:

  • Zekâ

  • Hırs

  • Cehd (güçlü gayret)

  • Kanaat (yeterli gelir)

  • Hoca (hocayla ilmi müzakereler)

  • Uzun zaman

Her işte olduğu gibi ilimde de başarılı olabilmek için elbette ilgi, azîm, sabır ve fedakârlık olmalıdır. Âlimlerimizden birisi ile ilgili şu vakıayı duymuştum: Medresede okur iken kahvaltı için önlerine gelen zeytini, arkadaşlarından biri (muziplik gereği) koyun tersi ile değiştirir. Bir yandan kahvaltı diğer yandan müzakere içinde olan hocamız, yediğinin hiç farkında olmaksızın kahvaltısını tamamlar.

Arap dili grameri bânîsinin önde gelenlerinden ve dünyanın en zeki insanlarından birisi olarak görülen Halil b. Ahmed: “Bana en ağır gelen vakitler, yemek yediğim zamanlardır” demiştir.

Hatip el- Bağdadi, edebiyatçıların imamı sayılan Câhiz ile ilgili şunu rivayet eder: “Câhiz, eline geçen hangi kitap olursa olsun sonuna kadar okurdu. Hatta kitapçılar kiralar, gecelerini oralarda geçirir ve eserleri tetkik ederdi.”

İmam Yusuf’un, ölüm döşeğinde bulunduğu esnada fıkhî bir meseleyi müzakere etmek istemesi üzerine, öğrencisi Kadı İbrahim b. Cerrah şöyle der: “-Siz bu durumda iken bunu mu müzakere edeceğiz? Deyince: “-Bir beis yok, bu meseleyi tetkik edelim ki belki bilmeyen bir kimse öğrenip kurtulur.” Öğrencisi yanından ayrılıp kapıya vardığında, hocasının ölümü üzerine yapılan ağlaşmaları duyar. “Beşikten mezara kadar ilim talep etmek” bu olsa gerektir.

Pek çok ilmi kendisinde toplayan Birûnî ile ilgili, senenin sadece birkaç gününü, ihtiyaç duyduğu iâşeyi temine ayırdığı, haricinde de sürekli ilimle meşgul olduğu anlatılır. Bu dâhi imamın Arapça, Farsça, Hintçe, Süryanice, Sanskritçeyi çok iyi bildiği, uzay, matematik, edebiyat, filoloji, tarih ve diğer ilim dalları olmak üzere 120 den fazla eser telif ettiği bilinir.

Bütün bunlar bize, “zorluk çektiğin kadar temenni ettiğin şeylere ulaşırsın” sözünü ispatlamaktadır.

Alûsî’nin torunu, edebiyatçı, Ebû’l-Meâlî Mahmûd Şukru el-Bağdadi, vakte karşı son derece hassas olmakla ve ciddiyetle sahip çıkmakla tanınan birisiydi. Ne sıcak günlerin hasreti, ne de kış aylarının soğukları onun derslerine mani olurdu. (Derse belirlenen vakitten geç gelen)talebelerini çok defa tarizli olarak azarlayıp kınardı.

Talebesi allâme, Üstat Behçet el-Eserî onunla ilgili olarak şunu söyler;

“Çok rüzgârlı, son derece yağmurlu, her tarafın çamur olduğu şiddetli bir gün,(hava bozuk)hocamızda medreseye gelmez.” diyerek derse gitmedim. Ertesi gün gittiğimde kızgın bir şekilde şu şiiri okudu;

Sıcak ve soğuk dersten alıkoyuyorsa,

Hayır yoktur o talebede gelmiyorsa.

Merhum Zahit el-Kevserî Efendi, hakikaten ömrünü, bütün zamanını ilim yolunda kullanan, harcayan; âdeta ilimde fani olmuş bir zat idi. Şöyle derdi:

“Çocuklar! Âlimin, talebe-i ilmin çok olduğu, ilim tahsilinin kolay ve makbul olduğu günlerde bile kitaplarımız, ilme teşvik ve tergiplerle dolu idi. Bugün maalesef, ilim garip olmuş, garip kalmıştır. Bilhassa teşvik ve tebrike ihtiyaç vardır.

“Rasûlullah efendimiz, duasında: “Yarabbi aklımı arttır, imanımı arttır”, dememiş; fakat: “Ya Rabbi ilmimi arttır” demiştir.

“Bugün Müslümanların adam olmasını, İslam’ın tekrar yaşanmasını, yaşatılmasını isteriz, dileriz. Herkes de bunu ister… Fakat bilmezse neyi yaşayacak? İnsan, bilmediği şeyi nasıl yaşar?

“Binaenaleyh çocuklar, ben şuna iyice inanmışım ki: İlim, nafile ibadetten efdaldir.

“Nafile ibadetler, şahsınızı kurtarmak, Allah lütfederse cennetteki makamınızın yükselmesi içindir. Fakat ilim, Müslüman kardeşlerinizi cehennemden, cehennemin başlangıcı olan delaletten ve küfürden kurtarır…

“ Yavrum! Küfür ne kadar tehlikeliyse inanç diye, hurafelere, asılsız şeylere saplanmak da aynıdır… Bunların hepsine ilimle karşı durulur, mani olunur. İlim, bu sebeple ibadetlerin en büyüğüdür. Çalışın, gayret edin, ilim tahsil edin…

“Anlayamadığınız yerleri muhakkak hocalarınıza sorun. Bir meseleyi anlamadan sakın geçmeyin. Sual sormaktan utanmayın, sıkılmayın. Sorulmadan, öğrenilmez. Biz daha bina okurken hocalarımız şu ibareyi tekrar ederlerdi:

“Teallemtü’l-ilme mes’eleten ba’de mes’ele, (ben ilmi, mesele mesele öğrendim; bir meseleyi öğrendim, sonra ötekine geçtim…) İlim, mesele mesele, sırasıyla, yavaş yavaş elde edilir…

Dinî tedrisatın bir kısmının inkılaba uğradığı, bir kısmının da kısıtlandığı veya yasaklandığı dönemlerde dinî, ilmî hassasiyet sahibi insanların gizli-saklı olarak, hapis veya ölüm korkusu altında ilmi çabalarını gösteren bir tablo: (Erzurum Müftüsü Solakzade Sadık Efendi’nin kâtibi olan Mustafa Necati Efendi anlatıyor)

“Hoca efendi bana müftülükte ders okuturdu. Ders esnasında odanın kapısını kilitlerdik. Sanki fetva üzerine çalışıyormuş gibi, yanımıza fetva kitapları alırdık. Kapıcıya da gelen olursa haber ver diye tembih ederdik… Bazıları, hoca neden fazla talebe yetiştirmedi, diye sorar. Yahu, ben kâtibiyken, bana ders okuturken bile böyle tedbirler alırdık. Nerede kaldı, dışarıdan talebe gelecek!”

Müftü Efendi bu hale üzülür ve şöyle dermiş:

“Düşmanı gördük, göçler yaşadık. İşgalden kurtulduk. Ama şimdide dini işgal var. Gençlere dinimizi öğretmekten korkuyoruz… Adamı işten atmakla kalmaz, bir de sürgüne gönderip, perişan ederler…”

Basiretli olanların malumudur ki, arzu edilen ve sevilen her şeye nail olabilmek için diğer hoşlanmadığımız, sevmediğimiz şeylerden feragat etmemiz gerekir. İlim de yüksek bir gaye, kıymetli bir sevgili, yüce bir şeref ve yolları zor ve çetin bir hedeftir. Ona ancak maldan, vakitten, rahatlıktan, eş dostla ünsiyetten vb. meşru faydalardan çokça tavizle ve büyük fedakârlıklarla ulaşılabilir. Bu yüzden eskiden “Sen her şeyini ilme vermedikçe o sana bir kısmını bile vermez.” denilmiştir.

“Allah’ım! Huşû duymayan kalpten, kabul edilmeyen duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım. Bu dört şeyden sana sığınırım.” (Tirmizi, Deavât, 68)

Yararlanılan Kaynaklar:

 

  1. Hadislerle İsalm, TDV.

  2. Dîvan, İmam Şafiî

  3. Zamanın Kıymeti, Abdü’l-Fettah Ebû Gudde

  4. İlim Yolunda, Abdü’l-Fettah Ebû Gudde

  5. Hatıralar 1, 2, 3, Ali Ulvi KURUCU

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ