İslamcıların Siyasetinden Siyasetin İslamcılarına - rahle.org

İslamcıların Siyasetinden Siyasetin İslamcılarına - rahle.org

İslamcıların Siyasetinden Siyasetin İslamcılarına


Facebookta Paylaş
Tweetle

Necmettin Irmak

 

 

Son iki asırdır Müslümanların en çok tartıştığı konulardan biri ve belki de birincisi siyasettir. Bu tartışma dinin gönderiliş gayesine ve Hz. Peygamber’in (as) uygulamalarına bakarak siyaseti Müslümanca yaşantının merkezine koyanlardan, yaşadığı gerçekliğe bakarak siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçıp Allah’a sığınana varıncaya kadar geniş bir yelpazede gerçekleşmektedir.

İslam âlimleri siyaseti genel anlamda şöyle tanımlarlar: “Siyaset, insanları dünya ve ahirette kurtuluş yollarına irşad etmek maksadıyla onların salahı ve menfaatleri için çalışmaktır.” “Siyaset, halkı dünya ve ahirette kurtaracak yollara irşad etmektir, toplum içinde adap ve maslahatları gözetmek için konulan kanunlardır.” Yöneticinin siyaset yapmasından söz edildiğinde onun topluma iyiliği emrettiği, kötülüklerden de nehyettiği kastedilmektedir. 

Dolayısıyla siyaset, insanların Kur’an ve Sünnetin belirlediği ölçüler içerisinde sevk ve idare edilmesidir. Yani idarecilerin Allah’ın vahyi ile hükmederek toplumlarını iyiliğe ve hayra sevk etmeleri ve bütün münker ve fesat yollarını kapatarak insanları kötülüklerden men etmesidir. Önemine binaen âlimler “ilimlerin en şereflisi siyaset ilmidir” demişlerdir.

İslam, dünya ve ahiret işlerini kendi bünyesinde toplayan ve bu ikisini birbirinden ayırmayan bir dindir. Siyasetin İslam’dan soyutlanması onun hem bütünlüğüne halel getirir hem de onu sosyal hayatta işlevsiz kılar. Zira siyaset, İslam’ın bizzat içindendir ve kendisindendir. Devlet işlerinin halkın maslahatı için yürütülmesi ve bunun için Allah’ın indirdiği hükümlerle insanlara hükmedilmesi İslam dininin en belirgin özelliklerindendir.

Allah (cc) şöyle buyurur:

“Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide, 3)

Dolayısıyla sadece inanç, ahlak ve ibadete indirgenen din, tamamlanmış din olan İslam olmayıp artık başka bir şeye dönüşmüştür.

“Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.” (Bakara, 85) ayetinin ifade ettiği şekli ile İslam’ın siyasete, ekonomiye, toplumsal ve kamusal alanlara karışmayacağını ve referans alınamayacağını iddia edenler, esasen İslam’ı reforme etmeye çalışan ve Kur’an’ın açık ifadesiyle “Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddeden kimseler”dir. 

Garaudy, İslam dışı sistemleri şöyle tasvir ediyor:

Gücü kutsallaştıran ve yeryüzünde bir yöneticiden bir tanrı yapmaya can atan mutlakıyetçilik veya batılı tipte; yani bireyselci, nicel, istatistiksel, yetkilendirilmiş ve yabancılaşmış bir demokrasi. O, İslam’ın, diğer sistemlerden özellikle politik güç konusunda şu iki yönüyle farklı olduğunu vurguluyor:

1. Toplumsal egemenliği göreceleştiren ve ancak Allah’a ait güç ilkesi;

2. Allah ile halk arasında aracılığı dışlayan şura (danışma) ilkesi.¹

İSLAMCILIK

İslam ve siyaset denilince ilk akla gelen kelime İslamcılık olmaktadır. Müslümanlar tarafından kabulü ve reddiyle beraber, tanımlanarak bir çerçeve çizilmesi ve hakkında olumlu ya da olumsuz çok farklı düşünceler üretilmiştir. Kimine göre İslamcılık siyaset veya siyasallaştırma biçimidir, kimine göre ise bir ideolojidir.  

Ali Bulaç, İslamcılığı şöyle tanımlar:

“İslamcılık, İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle yeni bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır.”²

İslamcılığı olumlayan tarifi ile Ali Bulaç, İslam’ın iki kaynağı Kur’an ve Sünnet hafızalardan tümüyle silinmedikçe; Müslümanlar tümüyle Allah’ın iradesine teslim olma davasından vazgeçmedikçe; vazgeçseler bile yeryüzünde tek bir Müslüman kendini İbrahim aleyhisselam gibi “tek başına ümmet” gibi gördükçe; İslamcılığın gündemde kalmaya devam edeceğini söyleyerek bu manada İslamcılığın bir tercih değil, dinî bir vecibe, akaide ilişkin bir zorunluluk olduğuna vurgu yapar.

Hayrettin Karaman’a göre de İslamcılık olumlu bir anlama sahiptir:

“Kendi halinde Müslümanca yaşamaya çalışan, İslam’ı kendi aile hayatında bile yaşatmayı dert edinmeyen Müslümanlara "İslamcı" demiyorum. İslam’ı en yakınından başlayarak en uzaklara kadar yaymayı, sahih İslam’ı bozulmaktan ve hayatta eksilmekten korumayı dert ve dava edinen, bu dert ve dava uğrunda maddi ve manevi fedakârlıklarda bulunan kimselere İslamcı diyorum.”³

Türkiye’de sol düşünceden liberalizme evrilmiş aydın tiplerin, kendi yaşadıkları sürecin bir benzerini yaşamalarını temenni ederek dillendirdikleri İslamcılığın bitişi olgusunu daha temellendirilmiş şekliyle Oliver Roy ve Gilles Kepel dile getirmekteler. Roy, İslam dünyasının yaşadığı hareketlenmelerde İslamcı bir dil, liderlik ve içerik yokluğuna dikkat çekerek İslamcılığın sonundan söz etmektedir. Ona göre İslamcılık siyasal düzenin merkezine İslam’ı konumlandırmaya çalışan ve İslamî ilkeler üzerine toplumu yeniden yapılandırmaya yönelik bir eylemsellik biçimidir. Bu tanımlama Müslümanlar açısından doğru olmakla beraber ona göre olumsuz bir anlam taşımaktadır.

Kepel’e göre de İslam dünyasının yaşadığı hareketlenmeler İslamcılığın sonunu ilan etmekte mevcut siyasal sistemlere katılımı önce araç, sonra adım adım amaç yapan bir sürece girmektedir.   

Görüldüğü gibi İslamcılığa olumlu veya olumsuz yaklaşan her kes İslam’ın siyasî boyutunu ve dünyaya nizam verme iddiasını öne çıkararak değerlendirmektedir.

İSLAMCILARIN SİYASETİ

Yaşadığımız coğrafyada İslam’ın toplumsal ve siyasal boyutunu, varlığını kendisi ile kaim kıldığı bir konumda gören çevreler, özellikle Milli Nizam ve Milli Selamet partileri ile beraber girilen süreçte seslerini daha yüksek tonla çıkarmaya başladılar. İslam dünyasında ise hilafetin kaldırılması ile daha da şiddetlenen siyasî söylem, 19. yy. sonlarında ve 20. yy. başlarında bir hayli yol almıştı.

Siyasî söylem, Hasan el-Benna ile başlayan İhvan çizgisinde, Seyyid Kutub’la belirgin, kendi değerlerinden neşet etmiş ve çerçevesi çizilmiş bir dava haline gelmişti. Diğer taraftan Mevdudî ile beraber Cemaat-i İslamî, Pakistan ve çevresinde kendi tecrübesini yaşamaktaydı. Oysa hilafetin kaldırılmasının oluşturduğu sarsıntının etkisinden kurtulamadığı gibi bu durumun kalıcılığını kabullenen Türkiyeli İslamcı söylem, yeni durumun siyasî yapısını ve imkânlarını keşfederek daha ulusal (millî) bir siyasete yöneldi.    

İslam dünyası ile Türkiye arasında İslam’ın siyasî söylemini dillendirmedeki en bariz fark, söylem sahiplerinin konumlarıdır. İslam dünyasındaki siyasî söylem sahipleri çıkış noktalarını sahip oldukları ilmi ve fikri konumlarına binaen Kur’an ve Sünnete dayandırırken ve yapıp ettiklerini ve söylemlerini Kuran ve sünnetle kayıt altına alırken, bu durum Türkiye’de daha çok, taşıdıkları endişe ve hassasiyetlerle gerçekleşmiştir. Cumhuriyetle beraber Müslümanların yaşadığı zihni sarsıntılar, ilmî zafiyetler ve fikri yetersizlikler, bu hali kaçınılmaz kılmıştır. Çünkü Türkiye İslamcılığının en büyük açmazı ve zafiyeti ilmi ve usûlü altyapıya sahip olan âlimlerden ve entelektüellerden yoksunluğudur. Dün bu böyle olduğu gibi bugün de böyledir. 

70’li yıllarda İslam dünyasından gelen bilgi akışı, altyapısı buna elverişli olmayan Türkiye Müslümanlarını bir taraftan kendi durumlarını sorgulamaya götürürken diğer taraftan bu sorgulamanın sağlamasını sahih bir düzlemde gerçekleştirmelerine engel olmuştur. Bu sorgulamanın neticesinde özellikle genç Müslümanlar sistem dışı yeni bir yapılanma ve siyasî söylem iddiasında bulunarak kendilerine yeni bir yön çizerken sistem içi yapılanmayı ve siyasî söylemi sürdüren Müslümanlar yaşadıkları deneyimlere rağmen yollarına devam ettiler.

Sistem dışı yeni bir yapılanma ve siyasî söylem iddiasında bulunan genç Müslümanlar, selefin sahih çizgisine bağlı kalarak varlığını anlamlı kılan üretici bir sürekliliği sağlayan sahih gelenek ve örf ile gelenekçilik arasında ayrım yapamadan oluşturdukları ya da içine düştükleri karşıtlıkla kendilerini toplum nezdinde köksüz ve radikal hareketler konumuna indirgediler.

Hem Müslüman gençlerin hem de demokratik mücadeleyi (!) sürdüren Müslümanların buluştukları ortak bir nokta vardı: Politize edilmiş İslamî söylem. O kadar ki politik söylem her şeyin önüne geçti. Neticede kifayetsiz, derinliksiz, pek çok bakımdan yoksun siyasî söylem ve tarzlarıyla beraber aynı evsaftaki oluşumlar ortaya çıktı. Her iki kesimin buluştuğu bir diğer ortak nokta da çok az istisnanın dışında bedel ödemeğe hazır olmadıkları gibi bedel ödemekten de özenle kaçınmalarıdır.

SİYASETİN İSLAMCILARI: MUHAFAZKÂRLAR

Bütün eksik ve hatalarına rağmen İslamcıların siyasî söylem ve talepleri yaşadığımız coğrafyada İslamî uyanışın ve İslam varlığının en önemli zemini olmuştur. Ne ki bu durumu sürdürülebilir ve geliştirilebilir kılmak için gereken iradeyi ortaya koymakta zafiyetler yaşandı. Karşılaşılan imtihanlar; onca uğraşa rağmen anlam ifade eden bir noktaya varamayış (!) gibi, kitleselleşememe gibi, dünyevîleşme gibi, elde edilen makam ve mevkilerin onlarca insanı öğütmesi gibi, tersinden modern bir “ye kürküm ye” döneminin başlaması gibi, iktidara eklemlenmenin sağladığı avantajlar gibi, kendi seyrinde bir dönüşümü de beraberinde getirdi.

Bu dönüşümün zihnî yapıya yansıması İslamcıları İslam ahkâmının hayat içerisindeki fonksiyonunu yeniden değerlendirmeye götürdü. Tam da bu konu, sıradan bir Müslüman ile İslamcıyı bir birinden ayıran alamet-i farika idi. Esasen her Müslüman, Kuran ve sünnetin ihlâs ve/veya ihsan dediği, söylemiyle eyleminin tutarlı olması gibi bir sorumluluğa sahiptir. Bunun ölçüsü, Kitap ve Sünnet’teki ahkâma dair ameli, kalbi ve zihnî duruştur.

Hâlbuki dönüşüm seyrine girmiş İslamcılar nezdinde İslam ahkâmı,  artık tarihselci yaklaşımlarla nazil olduğu ortama hapsedilmektedir. Bunun arkasında akademik çevrelerin yoğun ve sistematik çabasıyla da oluşan, şeriatın değişen zaman içerisinde uygulanma şansını kaybettiği vehmi bulunmakla beraber, daha da önemlisi helal-haram demeden yaşamayı,  iktidar hırsını, şehevi arzuların tatminini, dünya pastasından pay kapma hırsını meşrulaştırma çabası yatmaktadır. 

Dolayısıyla İslamcılık, taşıdığı iddialar arasındaki en önemli idealini yani Kur’an ve sünnete dönüş ve buna binaen İslam şeriatının bütün hayata hâkim kılınması idealini unutmaya yüz tuttu. Kur’an ve Sünnetin temel kavramlarıyla konuşmaktan kaçmaya başladı. Siyasî söylemin yerini profan bir ahlakî söylem aldı. İslamcılığın temel retoriği arasında yer alan ‘cihad’ bile olumsuz örnekler, korkular, yoğun baskılar, eylemi taşıyamama gibi sebeplerle neredeyse terörle eş tutulup söylemin dışına çıkarıldı.

Söz konusu dönüşümü şu satırlar açıkça anlatmaktadır:

“Olan şudur: Beklenmedik başarı iktidarı ayağa getirdi, ama özü ve modern yapısı üzerinde yeterince imal-i fikr edilmediği için iktidar için iktidar ilkesi benimsendi. Küresel ve ulusal güçler, bunu memnuniyetle dünün İslamcıları-bugünün muhafazakârlarına devrettiler. Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entelektüeller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular. Toplumu sosyal ve ahlakî bakımdan takviye etmesi beklenen sivil cemaatler iktidar mücadelesinin bir parçası oldular.”⁴

Beklemedikleri bir dönemde özellikle 28 Şubatın hemen sonrası ve 11 Eylül’ün bütün sıcaklığının yaşanıp İslamcılar için modern cadı avının başladığı bir dönemde iktidarın imkân ve gücüyle karşı karşıya kalan İslamcılar, taşıdıkları iddialar ve ortaya koydukları pratikleriyle alakalı konularda gerekli muhasebeyi yapamadılar. Bu durum, her şeyin önüne geçen politize edilmiş İslamî söylemin doğurduğu iktidara olan aşırı talepkârlık sebebiyle bu iktidar imkânını sorgulamadan kabullenmelerini sağladı. Buna rağmen İslamcılık, kendini eleştiren ve yetersiz gören kesimlere özellikle de modernizme karşı gerekli cevabı veremediği gibi kendisi modernliğe teslim olmuş bir dindarlığı, muhafazakârlığı yaşamaya başladı. 

BİZİM DURUMUMUZ

Yukarda dile getirdiğimiz ve kendimizin de içinden geçtiği tecrübî süreç bizi istenilen bir noktaya getirmiş değildir. Henüz efradını cami ağyarını mani siyasî bir söylem üretebilmiş değiliz. İslam’ın hâkim olması, sistemin şeriat ile kaim olması, toplumun Müslümanlaşması gibi genel geçer ifadelerin ötesine geçebilmiş değiliz.

İtiraf etmeliyiz ki; ilmî yeterliliğimiz ve fikrî olgunluğumuz, temellerini Kur’an ve Sünnetten alan, bütün ümmeti kuşatan, her Müslüman ferdi iman ettiği İslam ile yüzleşerek tutarlı olmaya çağıran, batının sebep olduğu küresel ölçekli krizi aşmak için söyleyecek sözü olduğunu gösteren ve İslam dünyasının bütün boyutlarıyla içinde bulunduğu krizden çıkıp yeniden yapılanması için çözümler geliştiren bir seviyeye gelmiş değil. 

Bununla beraber en başında taşıdığımız ideallerimizi gösterişçi bir dindarlığa/muhafazakârlığa terk etmeden söylem ve eylemlerimizde gücümüz yettiğince takvayı esas alarak sürdürüyoruz.

Allah’ın uluhuyeti ve rububiyetine, Resulullah’ın teşriine muhalif şekilde konumlanmış cahili sistem ve toplumla Müslümanca ilişkiler kurmaya gayret ediyoruz. Cahili sistemin siyasî yapısına eklemleme uygulamalarından uzak durmaya çalışıyoruz. Allah’ın huzurunda mükellef olmadığımız en azından şüpheli hallerden kaçınıyoruz.

Mü’min olmayan birileri zulmen velayet haklarımızı kullanıyorsa, yapılması gereken şeyin hem cemaat hem de birey olarak buna razı olmak değil, velayet haklarımızı geri almak için çabalamak, en azından buğz etmek olduğunu biliyor ve bunun için çabalıyor; zulmün her zerresinin durdurulmasını, fitnenin her noktasının temizlenmesini, dünyanın her karışında Allah’ın dininin yaşanmasını kendine hedef koyacak ve bunun için durmaksızın mücadele etmeyi yaşam tarzı seçecek bir anlayışı esas alıyoruz.

İman/küfür çizgisiyle oluşan ayrılık ve iki toplum vakasının bilinciyle yürüyecek bir mücadele; “Onları affet ve onlardan yüz çevir” emrinden, “küfrün önderleriyle savaş” emrine kadar giden bir mücadele şeklini benimsiyoruz.

“Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetli” olmak ve “Münkere el, dil ve kalp ile tavır almak”  siyasî söylemimizin temel düsturudur.

Dipnotlar:

(1): Bkz. Roger Garaudy, 20. Yüzyıl Biyografisi, Fecr Yay. 1998.

(2): Bkz. Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 21 Temmuz 2012 tarihli yazısı.

(3): Bkz. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak Gazetesi, 08 Temmuz 2012 tarihli yazısı.

(4): Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 26 Temmuz 2012 tarihli yazısı.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ