Osmanlı Devletinde İttihat ve Terakki Cemiyetine Götüren Siyasî ve Toplumsal Dönüşümler-1 - rahle.org

Osmanlı Devletinde İttihat ve Terakki Cemiyetine Götüren Siyasî ve Toplumsal Dönüşümler-1 - rahle.org

Osmanlı Devletinde İttihat ve Terakki Cemiyetine Götüren Siyasî ve Toplumsal Dönüşümler-1


Facebookta Paylaş
Tweetle
 

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yaşamı kısa süreli olmasına rağmen, Osmanlı devletinin geleceğinin belirlenmesinin yanında yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin -özellikle ideolojik temellerinin- oluşumunda büyük tesirleri olmuştur.

İttihat ve Terakkiyi savunduğu fikirler ve siyasî mücadele biçimiyle ilintili olarak Jön Türkler’le bağlantılı olarak görebilmekteyiz. Diğer bir ifadeyle Jön Türkler’in siyasî ve fikrî mücadelesi İttihat ve Terakki’yi ortaya çıkarmıştır. Bu iki grup arasındaki ilişki yalnız amaçlarının birleşmesinden değil, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Yeni Osmanlılar Hareketi’ne dâhil olmuş kimselerden yararlanması, sosyal desteğini bir kuşak önce belirmiş sosyal kıpırdanmalardan alması ve 1860’larda üretilmiş bir ideolojiyi kendine şiar edinmesinden doğuyordu.

Jön Türkler’den İttihat ve Terakki ‘ye uzanan yolda Osmanlı temelinden sarsılmıştır. Kuruluş ve başlangıç noktaları ile sonuçları farklı neticeler doğuran hareket, hem bir felaket hem de geleceği etkileyen bir kaosa dönüşmüştür. Jön Türkler’in Türk tarihine damgasını vurdukları 1890-1918 yılları arası, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün hızlanıp tamamlandığı bir dönem olmuştur. Bir çöküşün yanında, bir kuruluşun oluşumunun temel izahları, bu dönem içinde yatmaktadır. Bu bakımdan, adı geçen çöküş ve kuruluşu iyi anlamak için 1890-1918 zaman dilimindeki olayların gerçek anlamda bilinmesi ve izahı gerekmektedir.

XIX. yy’dan itibaren Osmanlı topraklarında batılılaşma sürecini etkin bir şekilde yürüten ve kendisini seçkin /elit zümre olarak bu topraklarda batının taşıyıcı gücü olarak tanımlayan asli güçler harbiye, tıbbiye ve mülkiye sınıfları olmuştur. Bu cemiyette (İttihat ve Terakki) başlangıçta gizli bir örgüt olarak tıbbiye ve harbiye öğrencileri arasında kuruldu. Daha sonra da içerisine önemli devlet adamlarını da alarak özellikle siyasî alanda etkin olmaya başladı.  

Tam teşekküllü ve tek tip bir “İttihat ve Terakki” siyasî ve sosyal düşüncesi olduğunu iddia etmek zordur. Ancak, partinin 1908’den sonraki davranışlarıyla, üyelerinin daha önce, partinin “yer altı” bir örgüt olarak faaliyet gösterdiği zamanlarda, benimsedikleri bazı fikirler arasında bir bağlantı kurmak mümkündür.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin anlaşılabilmesi için siyasî ve sosyolojik temellerine dayandığı, yurt dışında yetişip dış destekle Osmanlı siyasî yapısını değiştirmeye çalışan Yeni Osmanlılar hareketini anlamaya çalışmak gerekir. Jön Türklerin* hiçbiri derin bir teori, özgün bir siyasî formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koymamıştır. Bu durum İttihat ve Terakki’ye köklü bir miras bırakılmamasına yol açmıştır. 1789 Fransız İhtilâli sonrası Osmanlı Devleti’nde de etkin olmaya başlayan milliyetçilik akımı ilk kez Sırp isyanlarıyla etkisini göstermeye başladı. Mora’da başlayan Rum isyanının 1829’da bağımsız Yunan Devleti’nin kurulması ve isyanın son bulması, Ermenilerin ve Türk olmayan bazı müslüman milletlerinde isyanına zemin hazırladı. Özellikle Rusya, İngiltere ve Fransa’nın siyasî emellerini Osmanlı toprakları üzerine kurmuş olması ve bu topraklardaki azınlık diye tanımlanan unsurları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtması hem isyanları artırdı hem de Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine karışmasına yol açtı. Büyük devletlerin azınlıkların hâkim olduğu yerlerde ıslahat yapılması talebi aslında bir devletin parçalanma sürecinin yönlendirilmesi olarak ortaya çıkıyordu.

Batı, Osmanlı devletine ıslahat önerilerinde bulunurken, doğal olarak kendi menfaatlerini düşünüyordu. Kendi üstünlüğünün bilincinde olan Batı, kendisinden geri kalmış ülkeleri “adam etme” ödevinin kendisinde olduğuna inanıyordu. “Uygarlık kurma” ve “gelişme” adına kendini model sayıyor ve bir zorlama politikası uyguluyordu. Fakat bu zorlama yalnız siyasal kurumlar ihracı yoluyla oluyordu. Islahat ısrarları bu düşünceye dayanıyordu. Ne var ki bu ıslahat geri kalmış ülkeleri sosyal ve ekonomik yoldan geliştirici ve kalkındırıcı olmuyordu.

Avrupa’da siyasî ve sosyal alandaki gelişmeler, Osmanlı içindeki soruna çözüm arayan -özellikle Avrupa’da eğitim gören- Osmanlı aydınının çözüm yolu olarak ortaya çıkacaktır. Bu aydınlar-Yeni Osmanlılar- Meşrutî temele dayalı bir sistem kurmak, Kanun-i Esasi ilanıyla da serbest seçimlere gitmek ve böylece oluşturulacak meclise, ülke geleceğini teslim etmek gibi fikirlerle yola çıkmışlardı. 

Abdülaziz dönemini (1861-1876) keyfi ve mutlakıyetçi olarak değerlendiren bazı aydınlar, batıda görmüş oldukları eğitimin tesiriyle ortak çözüm yolunda "Genç Osmanlılar" adı verilen bir grup oluşturdular. Bu zümre içinde Ali Suavi, Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Agâh Efendi gibi isimler bulunuyordu. Genç Osmanlı’lar Avrupa ve İstanbul’da çıkardıkları "Ulum" ve "İbret" gibi gazetelerde insan hakları, eşitlik, hürriyet, adalet, vatan sevgisi, meşrutiyet, meclis sistemi, anayasal sistem gibi konuları işliyorlardı. Bu grubun idare kademelerinde de destekçiler vardı. Bunların başında Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa gibi kişiler bulunuyordu. Ayrıca hürriyet ve meşrutiyet fikirleri küçük ve büyük memurlarla subaylar, mühendishane ve tıbbiye öğrencileri arasında da geniş yankılar buluyordu.

Anayasal düzene geçiş, meşrutiyetin ilanı, özgürlüklerin genişletilmesi, temel hak ve hürriyetler sağlanırsa bütün etnik unsurlar Osmanlı Devleti’ne bağlanır ve böylece hem Avrupa devletleri içişlerimize karışamaz, azınlık isyanları son bulur, hem de Batı karşısında sürekli gerilemekte olan Osmanlı Devleti güç kazanır düşüncesine sahiplerdi. Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanlarında azınlıklara tanınan haklar ne azınlıkları devlete bağlamış ne de Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine müdahalesini önleyebilmişti. Genç Osmanlı’ların meşruti sistem, anayasal düzen ve özgürlükler bağlamında ele aldıkları her konu aslında süreci kendi toprağından okuyamamanın bir hezeyanı olarak ortaya çıkacaktı. Azınlıklar her gelişmeyi bağımsızlık yolunda kullanırken diğer devletler ise Osmanlı Devleti’nin yönetimine doğrudan müdahale etmek, bu imparatorluğu parçalayıp bölüşmek idealiyle hareket ediyorlardı. 

Dış müdahalelerle devletin hukuk düzenini şekillendirmeye çalışarak pratik alanda özellikle gayr-i müslimler lehine birçok ayrıcalıklar sağlayarak azınlıkların temel haklarının elde edilmeye çalışıldığı yaygarasını yaparken diğer taraftan Osmanlı toprağında Müslüman halkın azınlıklardan daha geri konumda olduğu gerçeğini işleyerek özellikle aydın/düşünür çevresine siyasî baskı malzemesi sunuyorlardı. 

Resmi batılılaşma politikasını başlatan bürokratlar, nasıl Tercüme Odası ve batılı eğitim kurumlarında yetişmişse Tanzimat’ı birçok açıdan yetersiz bulan Genç Osmanlılar da aynı çevrede oluşmuştur. Bunlar daha çok gazeteler çevresinde kümelenmişlerdi. 1876’da İstanbul’da yayınlanmakta olan 47 gazetenin 9’u Rumca, 9’u Ermenice, 7’si Fransızca, 3’ü Bulgarca, 2’si İngilizce,2’si İbranice,1’i Almanca, 1’i Arapça, 7’si Türkçe idi. 1860’da Tercüme Odası’ndan gelen Agâh Efendi “Tercüman-ı Ahval-i”, 1862’de yine Tercüme Odası’ndan gelen Şinasi “Tasvir-i Efkâr-ı”, 1867’de Ali Suavi ise “Muhbir-i” çıkardılar. Şinasi, 1848 Paris komünü direnişine de katılmıştı ve bu aydınlar arasında yaşça ve batıya yakınlıkça daha önde yer almaktadır. Namık Kemal ve Ali Suavi ise fikirlerini İslamcı bir çerçevede ifade etmekteydiler. Şeriat’ın aslının Montesguieu’nin savunduğu doğal hukuktan ibaret olduğunu söyleyen Namık Kemal, özgürlükçü ve parlamenter bir siyasî sistemi savunurken; Ali Suavi, monarşiye yatkın bir yasallığı (geleneksel adil kral ya da bilge hükümdar konseptini) Osmanlı altın çağını ve ihtilâlcı bir yaklaşımı benimsemektedir. Yeni Osmanlılar genelde demokrat, terakkici, İslamcı, özgürlükçü ve devrimci idiler. Kendi temellerini oluşturmak için İslam’ın başlangıcına yönelen yeni Osmanlılar, Mutezilî-Maturidî kelamından akılcılık ve doğal hukuk düşüncelerini alarak bunu Avrupa’daki cumhuriyetçi gelişmelerle birleştirmeye çalıştılar. Aklın nakille aynı kaynaktan neş’et ettiğini söyleyerek akılcı ve yenileşmeci bir akım geliştirmeye çalıştılar. 

Yeni Osmanlılar, Tanzimatçılar’ın sömürü olgusunu anlayamadıklarını; Batı’ya maddi ve manevi olarak bağımlı bir sınıf oluşturduklarını ve sınıf içgüdüsüyle davrandıklarını; kendi kültürlerini ihmal ettiklerini; buna karşılık ise ancak yüzeysel anlamda batılılaştıklarını söylemekte, Batı’dan neyin nasıl alınacağına dikkat etmediklerini söyleyerek eleştirilerini bu alanda yoğunlaştırmışlardır. N. Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi’ye göre de Islahat Fermanı gerçekte bir imtiyaz fermanıdır ve sadece Avrupa’nın gönlünü hoş tutmayı amaçlamaktadır. Onlara göre şeriat yasama açısından yeterlidir ve yenileşme açısından Batı’dan yasa transferine bir neden yoktur. Meşveret ilkesini öne çıkaran Yeni Osmanlılar, bu ilkeye dayanarak meşrutiyetçi bir yönetimin gerçekleştirilmesi için mücadele ettiler. Batı’daki cumhuriyetçi yönetim anlayışını meşveret ilkesi doğrultusunda İslamîleştirmeye çalıştılar.

Divan ve nazırlık geleneğine sahip olmasına rağmen bu yaklaşımlar devletin temel yapısı içerisinde kabul edilemez bir durum arz etmekteydi. 

Örgütün ihtilâlcı fikirleri duyulunca birçok üyesi tutuklandı, beyin tabakasını oluşturan düşünür ve yazar tabakası da önce Paris’e daha sonrada Londra’ya gittiler. Burada Mustafa Fazıl Paşa’nın sağladığı destekle mücadelelerini sürdürdüler. Cemiyetin yayın organı olan Hürriyet’i çıkardılar. Burada Türkçülüğün fikir babalarından olan Vambery ile tanıştılar ve ondan etkilendiler. Namık Kemal, Ziya Paşa ile anlaşamayarak Hürriyet’ten ayrılınca, 1872’de yurda döndü. Burada çıkardığı İbret gazetesi de bir süre sonra kapatıldı. Yeni Osmanlılara mal edilen bir girişim sonucu tahttan indirilen Abdülaziz’den sonra Şuray-ı Devlet üyeliğine getirilen N. Kemal, Kanun-i Esasi’yi hazırlayan encümende bulundu. II. Abdülhamit devrinde bu görevinden alındı veya sürgün edilerek ya da memuriyet yoluyla merkezden uzaklaştırıldı. Ali Suavi Londra’da bir süre Muhbir’i yayınladı. Ancak Mustafa Fazıl Paşa ile arası açılınca Muhbir’i kapatmak zorunda kaldı. Paris’te Ulum’u çıkardı. II. Abdülhamit döneminde yurda döndü ve tercüme heyetinde yer aldı. 1878 yılında giriştiği bir ihtilal girişiminde öldürüldü. Ziya Paşa ise Hürriyet gazetesini çıkararak fikirlerini yaymaya çalıştı. 1870 yıllarından sonra üst düzey devlet memuru olarak çalıştı. Dönem dönem İslamcılık düşüncesinin yanında uygarlaşmayı da savunduğu görüldü.

Yeni Osmanlılar, Tanzimat’ın açtığı yolda, ancak Tanzimatçıların bir sistem transferi anlayışına batıcılıklarına karşı bilinçli bir batılılaşmayı; İslamî temeller üzerinde evrimleştirilmesi gereken ve Osmanlı paradigmasını dikkate alan, ama yine de sistemli olmayan bir anlayışı savunmaktaydılar. O nedenle genelde “Osmanlıcı” diyebileceğimiz bir siyasal birlikçiliği amaçladılar. Ancak altlarında bulundukları zeminin kaydığının farkına varamadılar. Kendi düşünsel eğilimlerinin rasyonel sonuçlarını kestiremediler. İslamî meşruiyete bağlı kaldıkları halde kendi mücadeleleri, batılı eğilimler doğrultusunda ve batılı güçlere dayanarak batı başkentlerinde ve batılı bir söylemle oluşturdular. Bu iç çelişkilerini ayrıştıramadılar ve aşamadılar. Osmanlı’nın İslamî, fikrî değerini ve beslenme kaynaklarını tam anlamıyla özümseyememeleri, ulema-medrese bağlantısını kullanarak halka inme, halkın algısını harekete geçirme gibi ne bir donanımları ne de bir yaklaşımları vardı. 

Tanzimatçılara göre belki daha tutarlı ve dürüsttüler; ama bu tutarlılıkları ve dürüstlüklerinin muhalefette bulunmalarına ilişkin olup olmadığı da belirsizdi. Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi’nin oluşmasına katkıda bulunmaları yanında, II. Abdülhamid’in İslam birlikçiliği çerçevesinde modernleşme siyasetine de zemin oluşturdular.

Yeni Osmanlılar ne tam olarak İslam’ı ne de tam olarak Batı’yı kavrayamadılar. Dolayısıyla Osmanlı yönetiminden tam olarak kopamadıkları gibi, daha çok ulemanın geleneksel misyonunu, yani yönetime proje sunma işlevini üstlendiler. Ama Yeni Osmanlılar genelde medrese kökenli ve ulemadan değildiler. Dolayısıyla yeni aydın tipinin ilk örnekleriydiler. Gazeteler çevresinde kümelenen, devletin tercüme odasında yetişen, devlet kademelerinde bulunan, sürgüne gönderildikleri zaman bile bir memur olarak gönderilen Yeni Osmanlılar; yurt dışına kaçarken dahi bunu abartılı bir tarzda ve bir başlangıçlar efsanesi oluşturmak için ve yine bir Osmanlı paşasının himayesinde gerçekleştirdiler. Özgürlüğü Fransa ve İngiltere’de aradılar. Batı karşısında madden ve manen ezildikleri ütopyalarını oluşturdular. Batı’yı ütopyalaştırdıkları ölçüde ise kendi toplumsal ve evrensel konumlarını, emperyalist ilişkileri ve referans kaynakları olan İslam’ı ne tam olarak analiz edebildiler, ne de tam olarak anlayabildiler. Romantik devrimci aydın tutumları, kendilerine umut bağladıkları Batı’yı da anlamalarına, Batı çıkarlarının ve sömürgeciliğin boyutlarının künhüne vakıf olmalarına engel oluşturdu. Öyle ki Batı dünyasında bile, bir ölçüde Batı sistemini eleştiren sosyalist, anarşist veya Marksist kuramcılara itibar etmediler. 

Yeni Osmanlılar, Batı bilimi karşısında suskundular. Tüm bakışlarını yönetime, yönetimin değiştirilmesi ve halkın tepeden dayatmalarla yönlendirilmesi hususunda geleneksel Osmanlı paradigmasına ve otoriter anlayışlara bağlı düşüncelere; devlete, devletin kurtarılması ve güçlendirilmesine yönelttiler. Bu süreç sonunda Yeni Osmanlılar hareketinin iki karşıt sonucu ortaya çıktı. II. Abdülhamit’in pan-İslamist Osmanlı birlikçiliği ve Jön Türklerin ulusalcı Türkçülüğü. Sonuçta Osmanlı aydınları Batı’ya giderek orada kendi toplumlarını değiştirmeye yönelik girişimlerde bulundular ve Batı çıkarlarının Osmanlı’yı tasfiyeye yönelik politikalarına karşıt bir ideoloji, kendi toplumlarına dayanan İslamî bir mücadele biçimi üretemediler. Bu tip tepkiler daha çok Osmanlı’nın çevresinden geldi. (Tunuslu Hayreddin Paşa, Said Halim Paşa, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, vb.) Ama çevreden geldiği içinde, merkezin birikim ve tecrübelerine sahip olamayan daha çok tepkisel eğilim ve hareketler olarak kaldı; dolayısıyla da çevreye ait hiçbir şeyi dikkate almayan, merkezin belirleyiciliğine koşullanmış Osmanlı aydınları ve yöneticilerince dikkate alınmayarak benzeri tüm sorunlar gibi siyasî ve askerî bir sorun olarak algılandılar. Yeni Osmanlılar ise hem Batı’ya, hem de Osmanlı merkeziyetçiliğine bağımlılıklarını sürdürdüler. Gelecekteki tüm arayışlar ve çatışmalar ise bu temel çelişkiler üzerinde şekillenecektir.

Bu dönemde ortaya çıkan ve benzer söylemlerle meselelere çözüm üretmeye çalışan Süleymaniyeli Şeyh Ahmed liderliğinde örgütlenen Fedaiyyun Cemiyeti de sistemin şeriatçı restorasyonunu amaçlamaktaydı. Bunlarda sistemin geleneksel siyasallık formunun dışına çıkamadılar.

Müslümanlar, sosyolojik ve sosyo-politik bir gerçeklik olarak ve paradoksal bir biçimde Osmanlı sisteminin en tutucu, sisteme bağımlı ve sistemin merkezi öğesini oluşturan bir yer, kültür ve anlayışta bulunmaktadırlar. O nedenle de tüm potansiyel güçlerine karşı ileri yıllarda da sürdürülecek olan İslam’a yönelik komplolar karşısında sadece tepkisel reflekslerde bulunmuş, bu tepkilerini bilinçli ve devrimci bir eyleme dönüştürememişlerdir. Bu da, Osmanlı ülkesinde, daha doğrusu Osmanlı merkezinde payitahtta -çünkü Osmanlı demek, önemli ölçüde merkez demektir- ileri yıllarda ortaya çıkacak İslamî hareketlerinde temel ilişkisi olacaktır. Zira Müslümanlar, bu batıcı reformlar süresince her ne kadar onurları kırılsa da, her zaman kendilerini sistemin merkezi öğesi, sistemi de her şeye rağmen temel niteliği asla değiştirilemez olan derin ve kutsal bir İslamî devlet olarak kavramış ve algılamışlardır. Bu nedenle referansları İslam olan sivil ve siyasal hareketler son tahlilde daha çok tepkisel ve devlet karşısında ise kırılgandırlar. Amaçları daha çok hoşnutsuzluklarının işaretini vermektir; sistemi örselemek, yıpratmak, radikal ve devrimci bir anlamda değiştirmek değil. Tarihsel gelenekte kutsal devlet anlayışını yaşam biçimine dönüştürmelerinin bir sonucu olarak iktidarı hep ideallerinin bir adım önünde tutmuşlardır.®

*Jön Türk: Bu isim ilk olarak Mustafa Fazıl Paşa’nın yayınladığı bir belgede kullanılmış ve sonradan Namık Kemal ve Ali Suavi tarafından Yeni Osmanlılar karşılığı olarak benimsenmiştir. Ayrıca, I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde de bütün ihtilâlcılar için bu isim kullanılmıştır. (Yrd. Doç. Dr. Durdu Mehmet BURAK-Osmanlı devletinde Jön Türk Hareketinin Başlaması ve Etkileri)

KAYNAKÇA:

- Jön Türklerin Siyasî Fikirleri: 1895-1908, Şerif Mardin, İletişim Yay. 1983.

- Tarih Üzerine, Friedrich Nietzsche, Say Yay. 2001.

- Osmanlı Devletinde Islahatlar ve I. Meşrutiyet, Ebubekir Sofuoğlu, Gökkubbe Yay. 2004.

- Jön Türklerin Yükselişi, M. Naim Turfan ve Mehmet Moralı, Alkım Yay. 2005

- İttihat ve Terakki Cemiyeti, Kazım Karabekir, Emre Yay. 2005.

- Osmanlı Çağı ve Sonrası, Ümit Aktaş, Anka Yay. 2006.

- Yakın Tarihin Gerçekleri, İlber Ortaylı, Timaş Yay. 2012

- Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Erik Jan Zürcher, İletişim Yay. 2012.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ