Bilgin Bozkurt
Sonsuz bir güven, sığınma ve arınma hissi, iman eden kişinin yüzünde, başka hiç bir yerde bulamayacağınız bir ifade oluşturur...
İman, kişinin Mümin veya Kâfir diye adlandırılması arasındaki kıstastır. “İman nedir?” sorusuna ıstılahta verilen cevap ise “Bildirilen altı esasa ve Hz. Muhammed’in (as) Allah-u Teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasakların hepsine inanmak ve inandığını dil ile söylemek” şeklinde olur. Bu cevap elbette doğru olmakla birlikte aslında “inanmak ne demek?” gibi ikinci bir soruyu da beraberinde getirmektedir. Günümüz cahiliye toplumlarında, “inanç” ile “hayat” arasındaki bağ koparılmış olduğundan “iman” kelimesini yeniden ve biraz daha derinlemesine irdelemek yerinde olacaktır.
İslam insandan iman talep eder ve bildiğiniz gibi dinimize göre mükellef olmanın birinci şartı akıl-baliğ olmaktır. Dolayısıyla iman edebilmek için akla ihtiyaç olduğu açıktır. Fakat gerçeğe ulaşmanın yegâne yolu olarak aklı görenlere karşılık; biz aklın iman etmek için gerek-şart olduğunu ama yeter-şart olmadığını söyleriz. İman, sadece zekânın ürünü olan mantık örgüsü içinde ulaşılabilecek bir sonuç değildir. Zira böyle olsaydı dünyanın en zeki insanlarının en imanlı insanlar olmalarını beklerdik. O halde imana ermek, gerçekten inanmak için başka şeyler de olmalıdır.
İnanç büyük bir güç olduğu ve art niyetli insanlar tarafından kolaylıkla sömürülebileceği için inancın nasıl oluştuğu, günümüzde de ilgi odağı olan bir konudur. Tamamen aynı delillerle karşılaşsalar da iki insandan birinin iman etmediği halde diğerinin iman etmesi ilginç değil midir? Biri “İşittim ve iman ettim” derken diğeri “İşittim ama bence hakikat bu değil” diyebilmektedir. Eğer bu iki kişi “neden inanmak?” veya “neden inanmamak?” gerektiğiyle ilgili tartışmaya kalksalar günlerce tartışabilirler. Birinin neden iman ettiği ve diğerinin neden iman etmediği meselesi, inancın oluşmasındaki etkenleri anlamak için asıl üzerinde durulması gereken noktadır. Zira “Dinlemiş, anlamış fakat duyduklarının hakikatin kendisi olmadığı kanaatine varan bir insanın ne suçu vardır? Bu insan neden cehennemi hak etmiş olsun?” sorusu muhakkak cevaplanması gereken önemli bir sorudur.
“Kâfirler, zalimlerin ta kendileridirler.” (Bakara, 254)
Bu ayetten de anlaşılabileceği gibi Kur’an, kâfirleri zalimlikle itham etmektedir. Bu ithamın sebebi “Kâfir” kelimesinin içinde yatmaktadır. “Kâfir”; hakikati örten demektir. Burada söz konusu olan hakikatin, hakikat olduğu bilindiği halde veya hakikat olup olmadığı hiç önemsenmeden reddedilmesi demektir. Kaybedilmekten korkulan menfaatler, saplantı haline gelmiş arzular, bağımlılıklar, alışkanlıklar, bozulmasından korkulan rutinler, kibir, ayrıcalık isteği, gurur, çevre baskısı, üzerine hayatını kurduğu motive değerlerle çatışma yaşanması, vs gibi sebepler, insanı hakikati inkâr etmeye itebilir. İşte burada kişiyi “Zalim” kılan sebep teşekkül etmiş ve insan dünyalık veya dünyadakilerin yakınlığı için veya kibrinden dolayı hakikati inkâr etmiş, “Aşağı olan” karşılığında “Ahireti”ni satmıştır. Burada önemli olan insanoğlunun, onu yokken Yaratan, Şekil Veren, Besleyen (Rızık Veren), onu sayılamayacak nimetlerle donatan Rabbi’nden yüz çevirmesidir. Onu önemsememesi, Rabbi’nin uzattığı sevgi bağını tutmaması ve kâinatta ait olduğu yeri kaybetmesidir. İmanın aslı, yüzünü Yaratıcı’dan tarafa dönmekle başlar bu yüzden. Arınmak ve O’nun yüceliğine sığınmak istemekle insan Rabbi’ne yönelir.
“Haydi, Firavun’a git! Çünkü o azmıştır. De ki: İster misin temizlenesin?” (Naziat, 18)
İman sahibi insan, anlamını Rabbi’nde bulur. Dünya ve içindekilerin, onun ruhuna yabancı olduklarını doğal olarak hisseder. O yüzden imanı yeni bulmuş insanların yüzlerindeki farklılaşmayı hissetmek hiç de zor olmaz. Sonsuz bir güven, sığınma ve arınma hissi, iman eden kişinin yüzünde, başka hiç bir yerde bulamayacağınız bir ifade oluşturur. Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi iman etmek için her şeyden önce samimiyet ve ciddiyet gerekmektedir. Samimiyet, gerçeğin sesine hesapsız bir teslimiyet; ciddiyet ise, hakikatin hakkını verecek bir sorumluluk duygusu demektir. İslam dininin aslı samimiyettir.
Ebu Rukayye Temîm İbn Evsed Darî’den (ra) rivayet edildiğine göre, Nebî (sa) şöyle demiştir: “Din samimiyettir.” Biz kendisine: “Kime karşı samimiyettir?” dedik. Peygamber Efendimiz: “Allah’a, Resulüne, Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara…” buyurdular. (Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî)
Güvenilirliğin oluşması için samimiyet ve ciddiyet olmazsa olmaz şartlardır. Bir kimseye ‘Emin’ vasfı yakıştırılıyorsa biz o kimsede samimiyet ve ciddiyet olduğunu anlarız. O kimse size yaklaşırken maskesiz ve hesapsız yaklaşıyor ve söylediği her sözün ardında durmak için gereken çabayı sarf ediyor demektir. Efendimizin “El-Emin” diye anılıyor olması bu vasfın önemini vurgulamak için yeterli olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de Peygamber kıssalarında Elçiler için sıkça vurgulanan vasıf, onların “Emin” yani “Güvenilir” insanlar olmalarıdır:
“O kadınlardan biri dedi ki: Ey babacığım, onu (Musa’yı) ücretli olarak tut; çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı gerçekten o kuvvetli, güvenilir biridir.” (Kasas, 26)
“(Musa dedi ki:) Allah’ın kullarını bana
teslim edin; gerçekten ben, sizin için güvenilir bir elçiyim.” (Duhan, 18)
“(Nuh ve diğer peygamberler dedi ki:) Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” (Şuara, 107, 125, 143, 162, 178)
“Hükümdar dedi ki: Onu (Yusuf’u) bana getirin, onu kendime bağlı kılayım. Onunla konuştuğunda da şöyle dedi: Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir birisisin.” (Yusuf, 54)
“(Hud dedi ki:) Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.” (A’raf, 68)
“Andolsun, Allah İsrailoğulları’ndan kesin söz (misak) almıştı. Onlardan on iki güvenilir gözetleyici göndermiştik.” (Maide, 12)
Görüldüğü gibi güvenilir olmak Mü’min için olmazsa olmaz bir vasıftır… “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu, Mü’min de insanların malları ve canları hususunda kendisine güvendiği kişidir.” (Tirmizî) Güvenin en çok yer alması gerektiği ilişki, şüphesiz Allah ile kulu arasındaki ilişki olmalıdır. Güven elbette karşılıklı olacaktır. Kul, Kelime-i Şehadet getirerek (Müslüman olarak) Rabbine bir söz vermiştir. Artık Rabbinden başkasına ilahlık yakıştırmayacak, yalnızca Rabbine boyun eğecek ve ondan başka kimseye kulluk etmeyecektir.
“Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!” (Bakara, 40) “Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söylemeyi adet edindikleri için o da bu yaptıklarının akibetini kalplerinde kıyamete kadar sürecek bir nifaka çevirdi.” (Tevbe, 77)
“Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve sözleşmeyi bozmayanlardır.” (Rad, 20)
“Mü’minler içinde Allaha verdikleri sözde sadakat gösteren nice erler var. İşte onlardan kimi adadığını ödedi, kimi de (bunu) bekliyor. Onlar hiçbir suretle (ahitlerini) değiştirmediler.” (Ahzab, 23) “İş ciddileşince Allah’a verdikleri söze bağlı kalsalardı, elbette kendileri için daha iyi olurdu.” (Muhammed, 21) Rabbimiz ise bu dünyada O’nun rızasına uygun yaşamamız karşılığında bize Kendisine yakınlık ve Cennet vaat etmiştir. Fakat (ölen kişi) Allah’a yakın kılınmışlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.
“Ölen kimse (Allah’a) yakın olanlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.” (Vakıa, 88-89)
“İman edip salih ameller işleyenleri ise müjdele: Kendileri için altından ırmaklar akan cennetler var.” (Bakara, 25)
Şüphesiz Allah’tan daha fazla sözünde durabilecek hiç bir varlık yoktur. İmanın taklidi olmaktan çıkıp, tahkiki imana dönüşebilmesi için Allah’a güvenin gereği olan tevekkül ve “Allah’tan bekleme” hayatımıza rengini verebilmelidir. Dünyevî korkular gereği Allah’ın emirlerini askıya almak, hiç kimseyle sorun yaşamamak için Allah’ın emirlerinden taviz vermek, O’na güvenmemek demektir. Rızık Allah’tandır deyip de rızık için namazdan vazgeçmek, “Güç tamamen Allah’ın tasarrufundadır” deyip de Allah düşmanlarına boyun eğmek imandaki kusurlardan neşet eder. İnsan kendine anlatamadığını mahşer günü Rabbi’ne de anlatamaz. O yüzden Mümin kendine anlatamadığı şeyi yapmamalıdır. Aksi takdirde vicdanın üzeri örtülmeye başlanır ve kişi inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlayacaktır gerçeği derinlerinde bilse bile… Allah, imanın gereğini bilen ve bildikleriyle amel eden kullarından eylesin bizleri. (Âmin)