Said Nursî’nin Siyasete Dair Düşünceleri - rahle.org

Said Nursî’nin Siyasete Dair Düşünceleri - rahle.org

Said Nursî’nin Siyasete Dair Düşünceleri


Facebookta Paylaş
Tweetle

Dr. Burhan Sabaz

 

 

Bu sayımızda Said Nursî (1878-1960) Hazretlerinin siyaset ile ilgili görüşlerini almak için, onun izini sürdüren talebelerinden yazar Dr. Burhan Sabaz ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Allah kendisinden razı olsun, bizleri kırmadı ve üstat sanki kendi konuşuyormuş gibi sorularımızı cevaplandırdı.

Rahle: Said Nursî siyaseti nasıl değerlendirmiş, kulluk vazifeleri arasında hangi sırada görmüştür?

Dr. Sabaz: Bediüzzaman Hazretleri siyasetle, özellikle geniş çaptaki harp ve siyasi boğuşmalarla, özellikle birinci derecede işi siyaset ve harp olmayan kişilerin ilgilenmelerinin kulluk ve yaratılış gayelerine sıkıntı oluşturacağını, belki de asıl yaratılış amacımıza ciddi zarar vereceğini şu cümlelerle ortaya koymaktadır:

“Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur. 

Evet, bu Cihan Harbinden (İkinci Dünya Savaşı) daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: 

Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek.

Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. 

Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?” (11. Şua)

Rahle: Siyasetin İslamî olanı ve olmayanı şeklinde bir ayrım yapmış mıdır? Yapmışsa bunu belirleyen ölçütü (kıstası) ne olmuştur?

Dr. Sabaz: Bir Müslüman’ın İslamiyet'ten soyutlanmış bir siyaseti yapması uygun değildir. Siyaset, İslamiyet'ten soyutlanınca, işin içine kin, menfaat, tarafgirlik gibi dinen de arzu edilmeyen şeyler girer.  Özellikle bu garazlı duyguları, cahil insanların yanı sıra, âlimlik mertebesine vasıl olmuş insanlarda da gören Bediüzzaman hazretleri şiddetle bu vaziyetten kaçınmıştır. Bunu hayatının bir düsturu haline getirmiş, talebelerini de siyasetten uzak tutmuştur. Bediüzzaman yaşadığı ibretli bir tabloyu şöyle resmeder:

“Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” (22. Mektup)

Diğer yandan, hakiki bir dindar siyasetçi profilini tarihten örnekler vererek şöyle açıklar:

“Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (14. Şua) 

Rahle: İman ve takvaya zeval vermeden siyaset yapmanın mümkün olabilirliliği hakkında neler söylemiştir?

Dr. Sabaz: Bediüzzaman’a göre; asıl maksadı dine ve Hakk’a hizmet olanlarda siyaset, iman ve takvaya zarar veremezken, kendisi dindar olduğu halde asıl maksadı din ve hak olmayanlarda siyaset zamanla asıl hükmüne geçer, iman ve takvaya zarar verir.

Aşağıdaki ifadelerde bu manayı daha net görmek mümkündür:

“Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve mârifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar—tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar.

Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir.

Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.” (Emirdağ-1)

Rahle: Siyasete karşı, hayatının hangi evresinde hangi tavrı takınmıştır?

Dr. Sabaz: Bediüzzaman “Eski Said” diye nitelendirdiği ilk döneminde siyasete bir politikacı ve aktif siyasetçi olarak değil, Siyasileri etkilemek suretiyle dine hizmet etmeyi hedefliyordu.

“Yeni Said” döneminde ise, halkın aydınlatılması yoluyla dine hizmet etmeyi hedeflemiştir. 

Bu maksatla zamanın Başbakanı, Adalet Bakanı ve İç işleri Bakanı’na gönderdiği bir mektup’ta bu soruya aşağıdaki cevabı vermektedir:

“Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücâdele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inâyet-i İlâhiye ile mağlûp ede ede İstanbul’a kadar geldim. İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek, nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, merhum Sultan Hamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve Otuz Bir (31) Mart Vak’asındaki hizmetlerimle İttihad ve Terakki hükûmetinin nazar-ı dikkatini celb ettim.

Câmiü’l-Ezher gibi, “Medresetü’z-Zehrâ” namında bir İslâm üniversitesinin Van’da açılması teklifiyle karşılaştım. Hattâ temelini attım. Birinci Harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde, Bitlis’te esir düştüm.

Esaretten kurtularak İstanbul’a geldim. Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye âzâ oldum. Mütareke zamanında, istilâ kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul’da çalıştım. Millî hükûmetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara hükûmetince takdir edilerek Van’da üniversite açmak teklifi tekrarlandı.

Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hali idi. Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre “Eski Said”i gömdüm.

Büsbütün âhiret ehli “Yeni Said” olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yûşâ Tepesine çekildim. Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım.

(Eûzu billâhi mine’ş-şeytanî ve’s-siyase) yani, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” düsturuyla kendi ruhî âlemime daldım. Ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın tetkik ve mütalâasıyla vakit geçirerek “Yeni Said” olarak yaşamaya başladım. 

Fakat kaderin cilveleri, beni menfî olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’ân-ı Kerîmin feyzinden kalbime doğan füyuzâtı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi.

Bu risalelerin heyet-i mecmuasına “Risale-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlâhî olduğuna bütün imanımla kaniim ve bunları istinsah edenlere “Bârekâllah” dedim. Çünkü iman nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktu.” (14. Şua)

Rahle: Müslüman’ın günlük siyasî haberleri ve gelişmeleri takip etmesi hakkındaki genel yaklaşımı nasıl idi?

Dr. Sabaz: Bediüzzaman’a göre, Bir Müslüman günlük siyasi haberleri, mazlum dindaşların vaziyetinden haberdar olmak ve onlara dua etmek gayesiyle ve ölçülü şekilde yapmalı. Yoksa hararetle ve hissiyatını o haberlerde boğacak kadar ileri gitmekle hem kendine zarar vermek hem de işin ehli olanları itham etmek ve işlerini yavaşlatmak suretinde yapmamalıdır:

“Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.”  (Kastamonu) 

“Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?” (Emirdağ-1)

Rahle: Bugün yaşasa idi siyasîlere karşı genel olarak tutumu nasıl olurdu?

Dr. Sabaz: Bediüzzaman’ın farklı zamanlardaki siyasilere verdiği nasihatlerin aynısını yine yapardı. Bu nasihatler de tahripkar bir tenkit ile değil, yapıcı ve şefkatten beslenen bir nasihat ile yapardı. Çünkü O her zaman müspet hareket ile meseleleri tedavi etmeye çalışırdı. Aşağıda üç ayrı idareci modeline verdiği beyanattan kısa pasajları vermeye çalışacağız:

i. Sultan Abdulhamid Han’a gazete lisanıyla yazdığı yazıdan bir parça:

“Münhasif Yıldızı darülfünun et, ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.” (Tarihçe-i Hayat) 

ii. Birinci Millet Meclisi’nde zamanın idarecilerine ve mebuslarına yazdığı hizmet reçetesinin birkaçını buraya alıyoruz:

“1– Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlâhiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet böyle şükür görmezse gider. Mademki Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın en sarih ve en kat’î emri olan “salât” gibi ferâizi imtisal etmeniz lâzımdır; ta onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevâli ve devam etsin.

2– Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3– Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.” (Tarihçe-i H.)

iii. Adnan Menderes’e gönderdiği bir mektupta dinin siyasete alet edilmemesi ve yapılması gereken mühim icraatları ifade etmektedir:

“İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Emirdağ L.-2)

“Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım.” (Emirdağ-2)

Rahle: Oy kullanmaya karşı tutumu nasıldı?

Dr. Sabaz: Bediüzzaman siyaset adamı değildir. Tarihçe-i Hayatı şahittir ki, gizli veya açık, hiçbir zaman ve zeminde siyasî bir ikbal ve makam peşinde olmamıştır. Fakat şartları müsait gördüğü zamanda da din ve vatan selameti namına siyasetle ilgilenmiştir. Bu ilgi daha çok ikaz, irşat, yol gösterme, tercih beyan etme noktasında fikrî bir ilgidir. Yoksa fiilî siyasetçilik değil. Aşağıdaki paragraf bu konuya çok güzel ışık tutmaktadır:

“Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü'minlerin uhuvveti esastır.” (Emirdağ Lâhikası)

Meşrûtiyet yıllarında ‘Dindar Cumhuriyet Modelinin’ temel taşlarının yerine oturması için fiilen uğraşırken, Tek Parti idaresi zamanında ise siyasete dönüp bakmamış bile. Çok partili süreç başladığında ise Ahrar çizginin uzantısı olarak gördüğü Demokrat Partiye destek vermiş. Bu desteğini de açıkça oy vermek suretiyle şüpheye yer bırakmayacak şekilde beyan etmiştir. 

Ancak, partilere oy verirken onlardan da bir şeyler beklemediğini şöyle ifade eder:

“Biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'an menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüzî bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası)

Kanaatimizce Bediüzzaman Hazretleri şu zamanda da olsaydı, demokrat zihniyetli ve dine en yakın olan bir partiye oy vermekte tereddüt etmeyeceği gibi, talebelerine de aynı şeyi tavsiye ederdi.

Rahle: Beşerî yasalara karşı tutumu nasıl idi? 

Dr. Sabaz: Bu konuyu iki ana başlık altında izah etmek mümkündür: 

i. İlahi Kanunların talebinde bile zamanın dünya ve ülke şartlarını nazara alır, öyle hareket ederdi. Şeriatı bütün ruhuyla istediği ve Şeriatın bir hakikati için binler ruhu da olsa feda edeceğini, ama bunu yaparken de zamanın ve hikmetin gereğine göre davranmanın doğru bir tarz olacağını ifade etmiştir. 31 Mart olayında kendisine sorulan soruya verdiği cevap aşağıdadır: 

“Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harpte bana da sual ettiler: ‘Sen de şeriatı istemişsin.’

Dedim: Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.” (Tarihçe-i Hayat)

ii. Yine 31 Mart olayında kendisinin dâhil olduğu İttihad-ı Muhammedi Cemiyetini sorduklarında verdiği cevap çok manidardır. Şeriatın ne olduğu, ne kadarının ahlak, fazilet ve şahsın kendisine ne kadarının ise siyasilere baktığını aşağıdaki uzun cevapta bulmak mümkündür. 

“Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur ki:

Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetülvahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da Levh-i Mahfuzdur. Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, câmi ve mescidlerdir ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir (a.s.m.). Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, yani ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara da muhabbet ve—eğer zarar etmezse—nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnâmesi sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevâhî-i şer’iyedir. Ve kılıçları da berâhin-i katıadır. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. 

Taharrî-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, ilâ-yı kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.

Şimdiki maksadımız, o silsile-i nurânîyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkîde kâbe-i kemalâta sevk etmektir. Zira, ilâ-yı kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.

İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.” (Tarihçe-i Hayat) 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ