Ahmet Sezai KARAKOÇ - rahle.org

Ahmet Sezai KARAKOÇ - rahle.org

Ahmet Sezai KARAKOÇ


Facebookta Paylaş
Tweetle

Orhan ÇOLAK

“Gündelik ilişkilerin sıradanlığı arasında, karşınızda duran bu adamın sıradan görünüşü kimse için, hiçbir özel anlam ifade etmez. Ne zaman ki, onunla entelektüel bir zeminde karşılaşırsınız, o zaman, bu, her yanıyla mütevazı görünüşlü adamın beyninden fikirler, imajlar, buluşlar, benzetmeler, görüşler, kuramlar fışkırdığını görürsünüz. Kafasında soyut düşünceye anadan doğma hazır bulunuşu, onu, gördüğü her özgün fikri yakalamaya ve hakkını vermeye yöneltir. Fikir, onu kafasında salt fikir olarak da kalmaz, fikir onun kafasında imgelerle, simgelerle, benzetmelerle, alegori ile zenginleşir, çoğalır.”

Geçtiğimiz Kasım ayında vefat eden şair, düşünür ve siyasi parti lideri Sezai Karakoç’u, bir zamanlar çok yakınında yer alan isimlerden Rasim Özdenören bu cümlelerle resmetmeye çalışmış. Karakoç hayattayken hakkında sempozyumlar düzenlenmiş, bilimsel çalışmalar yapılmış bir şairimizdi. Yaşayışı ve eserleri üzerinde ölümünden sonra da çokça incelemeler yapılacaktır şüphesiz. Hem ardından hayırla yâd etmek hem de yaşanmış bir hayatta biz geride kalanlara düşebilecek hisseleri yoklamak için bu satırları yazıyorum.

Karakoç, hayatının bir kısmına dair hatıralarını yazdı ama bunlar kitap halinde yayınlanmadı. Kendisiyle özdeşleşmiş dergisinin, Diriliş’in yedinci yayın döneminde 1988 ile 1992 yılları arasında yazdı bu metinleri ve konu ettiği yıllar çocukluğundan başlayarak yetmişlerin ortalarına kadar devam ediyordu. Aktaracaklarım bu hatıralar ekseninde olacak.

Karakoç 1933 doğumludur. “1933 yılı baharında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya geldim. Annemin deyişiyle “gülan ayında bir gün”de. Gülan, mayısın eski adı. Mayıs, bizim çocukluğumuzda halk diline yeni yeni giriyordu; eskiler gülân, derlerdi, yani “güller”. Güllerin açıldığı ay anlamında.”

İkinci dünya savaşına kadarki yıllar görece dingin bir gündelik yaşantının hüküm sürdüğü küçük kasaba ortamında geçer. “O zamanlar kasaba hayatı oldukça emniyetli idi. Kapılar pencereler genellikle açıktı. Adam öldürme hiç olmazdı. Bizim çocukluğumuzda, sadece bir gencin vurulduğunu söylemişlerdi. Ama, köylerde, maalesef, öldürme vakâları kulağımıza gelirdi.” “Çocukluğumuzun kasabası, bende daha çok tatlı taraflarıyla yaşar.” Bu dönemde bir ara da Ergani’ye komşu (Elâzığ) Maden’de ve Piran’da (şimdinin Dicle ilçesi) yaşar ailesi. 1938’de “ihtiyat sınıfı” ile öğrenim hayatı başlar. İhtiyat sınıfı o zamanlar birinci sınıftan önceki sınıfa denilirmiş.

İlkokul yıllarında öne çıkan bir öğrenci olur Karakoç. Sonrasında ağabeyinin yardımıyla Diyarbakır’da girdiği parasız yatılı imtihanında başarılı olarak Maraş Ortaokulu’na yazılır. Ortaokul yılları çocukluktan yetişkinliğe adım attığı yıllardır. “Maraş, çocuk yüreğimin ateş aldığı yer. Belki ondan önce rüya âlemi gibi bir iç dünyanın sahibiydim. Derinliğe aday bir dünya. Bu Maraş’ta alev aldı denilebilir.” İlkokulda başlayan okuma tutkusu Maraş’ta genişleyerek çeşitlenir. “Evden götürdüğüm birkaç kitapla da, yine gizli gizli kendi kendime Arapça ve Farsça çalışıyordum. Osmanlı devrinde her halde ortaokul kitabı olarak hazırlanmıştı bu kitaplar. Çünkü: o zaman Arapça ve Farsça dersleri mecburi derslerdi. Ben de evde bulup da yanıma aldığım o kitaplardan “emsile”yi ezberlemiş, Farsçamı da oldukça ilerletmiştim. Bir yandan da daha çok Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi yazarlarının yer aldığı bir iki eski seçmeler kitabından M.Akif‘in, Namık Kemal’in, Abdülhak Hamid’in, Süleyman Nazif’in, Tevfik Fikret’in, Ziya Gökalp’in ve diğerlerinin şiirlerini, yazılarını okuyordum. Okuduklarımla da güçlenen, din, millet ve vatan sevgisi, yüreğimi dolduran yüce duygulardı o yıllarda.”

Büyük Doğu Dergisi ve dolayısıyla da Necip Fazıl’la tanışması yine bu yıllardadır. “Bir arkadaşım, dayısında bulunan Büyük Doğu ciltlerini getirdi. Onları da gözden geçirdim. O güne kadar, İslâm, içimizde sakladığımız bir inanç idi. Kimselere pek açılamıyorduk. Yasak, mazlum ve mağdur bir düşünce gibiydi ruhumuzda. Ama işte, görmüştük. İstanbul’da çıkan bir dergide onu çağdaş üslupla savunan bir kalem vardı. İslâm’ın yükselen yeni, canlı sesiydi bu. Bu, benim için büyük bir mutluluk olmuştu. Çünkü: bir umut doğmuştu. Bütün sıkıntıları göğüsleyebilirdim.”

Ortaokuldan sonra Antep yılları başlar.

“1947 yılında ortaokulu bitirip Gaziantep’te lise öğrenimine başladım. Maraş Ortaokulu’ndan mezun olan parasız yatılılardan bir kısmı Adana, bir kısmı Gaziantep Lisesi’ne verilmişti. Adana Lisesi’ni kolay, Gaziantep Lisesi’ni çetin bir lise olarak anlatmışlardı.

Ergani’den Maraş’a, Maraş’tan Antep’e gelmekle şehir yaşantısı olarak küçükten büyüğe doğru bir yükselme içinde olmuştum.”

Lise yılları Karakoç’un bu kez Batı Edebiyatı’na açıldığı yıllar olmuştur. Batı Edebiyatı’nın klasik metinlerini bu yıllar içinde yoğun bir biçimde okur.

“Ben, kalede kitap okurdum. Onlar oynardı. Top gelir benim kaleye girerdi. Ben farkında bile olmazdım.”

Lise sonrasında babası Karakoç’un Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) ya da İlahiyat Fakültesi’nde okumasını ister, ancak onun hayali farklıdır.  “Bense İstanbul’a gitmek, bir er gibi idealim doğrultusunda çalışmak istiyordum. O zaman da içinde olacağım hareket Büyük Doğu Hareketi idi. Ülke için tek çıkar yol onu görüyordum. İstikbalim bile önemli değildi benim için o yaşta. Tabii ki mümkün olursa mutlaka okumak istiyordum. İstanbul’a gidersem Edebiyat Fakültesi’nin Fefsefe Bölümü’ne yazılmayı düşünüyordum.”

“Bursu sebebiyle S.B.F.’de okuma zorunluluğunda kalınca, şu şekilde bir karar vermiştim: sınıf geçecek kadar ders çalışacak, tüm ağırlığı sosyolojiye verecektim. Mizaç itibariyle, teoriye eğilimliydim. İdareci, maliyeci ve hariciyeci olmak gibi bir isteğim yoktu. Doktor, veteriner, mühendis olmak cinsinden bir arzumun olmaması gibi. Lisedeyken de daha çok ilmi çalışma yapmak, mümkün olduğu kadar ilimde derinleşmek diye özetlenebilirdi hedefim. Şair olmak, yazar olmak gibi bir düşüncem de yoktu.”

Hatıraların SBF’yle ilgili kısmında hocalarından genişçe bahseder Karakoç, Sadun Aren de mesela bunlardan biridir. Bu yıllar Fransızcasını ilerlettiği, Fransız Şiir’ine açıldığı ve okumalarının derslerin gerektirdiği metinlerle sınırlı olmadığı yıllardır. İlk şiirlerinden “Yağmur Duası” 1952 yazında Mülkiye Dergisi’nden yayınlanır. Bir başka şair Cemal Süreya ile de sınıf arkadaşıdır.

1952 baharı girerken 19 yaşında Mülkiye ikinci sınıfındayken bir şiir üzerinde çalışmaya başlamıştır. 20 Nisan 1952’de bir pazar günü sınıfça tertiplenen bir kır gezisinde Söğütözü denilen mesire yerinde arkadaşlarının ısrarı üzerine bu şiiri, Monna Rosa’yı okur. Sonrasında şiir Hisar dergisinde yayınlanır ve büyük alâka görür.

“Monna Rosa, her yerde, şiir gecelerinde okunmaya başlanmıştı. Monna Rosa şairi diye anılma tehlikesi baş göstermişti benim için. Sıkılıyordum. Doğrusu şiirin yayılmasına mâni olmaya çalıştım daha sonraki yıllar diyebilirim.”

“Aslında “gül” mazmunu ve modern anlamda Leylâ ile Mecnun hikâyesi, şiirimize tekrar bu şiirle girdi denebilir.”( https://www.antoloji.com/monna-rosa-i-ask-ve-cileler-siiri )

Mülkiye yılları, sonrasında kendisi gibi tanınmış şairler olacak Cemal Süreya, Gülten Akın, Ece Ayhan’la, hikayeci Orhan Duru ile, sonradan Marksist klasikleri Türkçe’de yayınlayacak bir yayınevi kuran Muzaffer Erdost, gazeteci Şevket Eygi, yine çok yakınlarda vefat etmiş olan kıymetli iktisat tarihçimiz Mehmet Genç ile arkadaşlıklar kuracağı yıllardır. Mehmet Genç o yılları şöyle anlatıyor: “Çok iyi anlaşır, kantinde sohbet ederdik. DP veya CHP gibi siyasetten çok entelektüel konuları, bilim ve felsefe meselelerini tartışırdık. Aramızda hiçbir zaman sert tartışmalar çıkmazdı. Hepimiz Türkiye’yi çok seviyorduk. Aldığımız eğitim nedeniyle sanki memleket bizden sorulurmuş gibiydik. Türkiye’nin meselelerini kendi şahsi meselemiz gibi düşünürdük. Türkiye’nin başına bir şey geldiği zaman rüyalarımıza girer, uykularımızı kaçırırdı. Sanki biz dışişleri bakanı, başbakanız gibi! Düşüncelerimiz farklı olduğunda birbirimizi tenkit ediyor, düşüncemizi rakip düşünceyle test etmekten ayrı bir haz duyuyorduk.”

Şiiri en çok konuştuğu kişi ise Cemal Süreya’ydı Karakoç’un. “Cemal’le arkadaşlığım, şüphesiz onun zeki ve yetenekli bir arkadaş olmasından kaynaklanıyordu. Bir konuyu konuşabileceğim bir arkadaştı. Sanat ve şiir konuşmalarımız pekiştirdi bu arkadaşlığı.” “O kadar aynı konuları konuşmuşuzdur ki, aynı şeyi birbirimize danışmadan, sormadan sonradan bulduğumuz çok olmuştur.”

Karakoç Mülkiye’de önündeki seçenekler olan harici şube, idari şube ve mali şubede öğrenim görme seçeneklerinden, kendisi için en uygunu olarak mali şubeyi belirlemişti. Burslu okuduğu için de mecburen Maliye Bakanlığı’nda göreve başlar. Maliye müfettiş muavinliği imtihanını kazanarak müfettiş muavini olarak İstanbul’a gönderilir. Müfettiş muavini olarak, “Yazları taşraya gidecek, kışları İstanbul’da bulunacaktık. Yaz teftişlerinin meslek dilinde adı “turne” idi. Aynı sınavda birlikte müfettiş muavini olanlar da bir “promosyon” oluşturuyordu.”

Karakoç, 1956 yılında İstanbul’da müfettiş yardımcılığı yaparken, bir yandan da kalan tüm vaktini günlük gazete olarak yeniden çıkmaya başlayan Büyük Doğu’ya hasreder.

“Meslekten gazeteci olup bu kez piyasadan Büyük Doğu’ya transfer edilmiş olanlar, benim durumumu bir türlü anlayamıyorlardı. Gazetede kadrolu personel değildim. Para almadığımı da her halde biliyorlardı. Her gereken işe el atmama da şaşırıyorlardı. Onların gözünde belki de bir muammaydım. N.Fazıl Bey’in bir düosu gibi gözüküyordum. Ama çok gençtim. Bir menfaatim de olmadığına göre neden koşturup duruyordum, buna akıl erdiremiyorlardı. Bir insanın ideali için elinden gelen çabayı göstermesi diye bir hadiseden haberleri yok gibiydi.”

İstanbul’a geldiğinde ilkin Fatih’te, sonrasında Beşiktaş’ta Abbasağa Parkı’nın yanında bulunan bir evde yaşar. Ailesini de getirmiştir yanına. Buradayken annesinin ölüm acısını tadar. 24 yaşındadır. “Annemin ölümü beni çok sarsmıştı. O sıralar ve daha yıllarca yazdığım şiirlerin teması “ölüm”dür. “Yoktur Gölgesi Türkiye’de” şiirimi de annemin ölümü duyarlılığıyla yazmıştım.” ( https://www.antoloji.com/yoktur-golgesi-turkiye-de-siiri )

Kışları İstanbul’dadır, yazları da Anadolu’da teftiş için turnelere çıkmaktadır. Bu turneler vesilesiyle Anadolu’nun çeşitli köşelerini ve insanlarını tanıma imkânı olur. Balıkesir, Malatya’nın ilçeleri (Akçadağ, Arapkir, Darende), Elâzığ, Eğin, Diyarbakır, Mardin, Aydın, Maraş, Kilis, Urfa, Kırşehir, Mucur, Hacıbektaş, Gümüşhacıköy, Merzifon, Kilis, Akçakale, Siverek, Viranşehir, Karacabey, Yenişehir, Mudanya bu şekilde görev yapıp, coğrafyasını, şehir hayatını ve insanlarını tanıdığı yerlerdir.

Mardin’in üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: “Mardin’de yoğun metafizik düşünceler içindeydim. Cemal’le (Süreya) mektuplaşıyorduk. Mardin’i anlatmıştım ona mektubumda. O da, daha Mardin’i görmeden Mardin diye bir şiir yazdı ve yayınladı. Cemal için çevresi bütünüyle (buna mektuplar da dahildir) şiire malzeme olabilirdi.”

Turnelerin sonuna doğru İstanbul özlemi kesifleşir.

“Anadolu kasabalarında aylarca bir odaya kapanıp geceli gündüzlü çalıştıktan sonra İstanbul’a dönmek… Böyle bir dönüşte İstanbul adet çarpıyor insanı. İnsan, bir süre uzaklaşınca doğduğu şehirmiş gibi özlüyor İstanbul’u. Hatta İstanbul’da bile, bir süre gidilmeyen semtler özlenir. Bu yüzden, İstanbul’dayken de adeta şehir içinde bir gezgindi. Semtlerini dolaşmışımdır hep yıllarca. Beyazıt ve çevresini merkez gibi düşünürsek, Eyüp, Fatih, Emirgân, Kanlıca, Üsküdar, Beşiktaş, her semti ayrı bir güzellik ve özellikle çeker insanı zaman zaman.”

İstanbul’da bulunduğu dönemlerde günlük olarak uğradığı mekanları vardır. Buralar hem kişisel okuma-yazma gibi faaliyetlerin icra edildiği yerlerdir hem de nesillerin yetişme aracı olarak sohbetlerin mekanıdır. “Geceleri, genellikle, Beyazıt Kahvehanelerinde oturup okuma, yazma ya da sohbetle meşgul olurduk. Pastaneler devri sona ermişti sanki [1959’u anlatırken]”. Meşhur Marmara Kıraathanesi bu mekanlar içinde sembolleşerek öne çıkmıştır.

“Giderek Marmara’da bizler, olaylar kızıştıkça, birbirimizle daha yakın bir arkadaşlık kurmuş olduk. Siyasi, toplumsal olaylar bizi birbirimize yaklaştırmıştı. İhtilalden [27 Mayıs] sonra bu daha da arttı.”

1960’da askere gider. Ankara’daki yedek subay okulu safhasından sonra Ağrı-Karaköse’ye tayin edilir. Askerlik sonrası tekrar memuriyete dönmek zorunda kalır, bu kez gelirler kontrolörü olarak. Karakoç’un memuriyeti, kendisi ve ailesinin geçimini sağlamak için biraz zoraki bir memuriyettir. Onun arzu ettiği şey tamamıyla düşünce ve edebiyat alanına kendini vakfetmektedir. Nitekim bu niyetini kendisi gibi memuriyette olan ve benzer duygular içindeki arkadaşlarıyla da paylaşır, tartışır. 1965 için şunları yazacaktır: “Cemal (Süreya) da aynı bunalıma girmişti. İkimizin ortak arkadaşı Doğan’la (Yel) Karaköy’de Köprü’de buluşuyor, konuşuyor konuşuyorduk. Konu hep aynıydı: memuriyetten ayrılmak.”

“Sonunda ben, 11 Haziran günü istifa mektubunu Köprü altındaki bir posta kutusuna attım. Bir gün sonra da Doğan, bir ay sonra da Cemal aynı kutudan istifa mektuplarını Maliye Bakanlığı’na gönderdiler.”

İstifa sonrası büyük bir boşluğa düşer. Hiçbir maddi birikimi yoktur. Ama eser verirse değerinin anlaşılacağından emindir. 1960 yılında çıkarabildiği iki sayıdan sonra, ikinci dönem olarak 1966’da Diriliş’i yeniden çıkarmaya başlar. “Arkadaşlar çevresinde bir hareket, umut ve yeni düşünceler kaynağı oldu Diriliş.” 

“Dergi Mart 1967’de kapandı. Mayıs, Haziran aylarında akşam üzerleri Yenikapı’ya iniyor, deniz kenarındaki kahvelerde Hızırla Kırk Saat’i yazıyordum. Sanki denizle mülâkat yapıyordum da şiir bu mülakatın notlarıydı. İki ay içinde aşağı yukarı kırk gün kadar deniz kenarına inip şiiri bölüm bölüm yazdım.” ( https://www.antoloji.com/hizirla-kirk-saat-siiri )

“Şiirdir ki, hayatın bu fetret döneminde büyük bir dayanak olarak ayakta durmamda manevi bir destek oluyordu. Fakat, böyle durumlarda asıl dayanak, manevi güç ve inançtır. Sabır ve tevekkül, kadere razı oluş, Allah’ın lütf ve inayetinden ümidi kesmemek, şartlar ne kadar ağır ve umut kırıcı olursa olsun ye’se düşmemek gibi bir mümine has özellikler, ruha şahane bir direnç sağlar…”

Karakoç’un Yeni İstanbul, Yeni İstiklal, Bâbıâli’de Sabah ve Millî Gazete’de gazete yazarlığı deneyimi de vardır. Bu yazılar sonradan Farklar, Sütün, Sur ve Günsaati isimleriyle kitaplaşır. Diriliş’i ise sonuncusu 1988-1992 yılları arasında haftalık olmak üzere, yedi dönem halinde aralıklarla yayınlamıştır.

Sözü bir başka şairin Ece Ayhan’ın cümlesiyle bitirelim:

“Sezai Karakoç ile Cemal Süreya, Mülkiye’yi bitirmişlerdir ama “mülkiyet”le bir ilinti kurmamışlardır.”

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ