İSTİKBAL-İ KIBLE (1)
Gazi ÇOBAN
İnsan; müşerrefdir, yüzü de en mükerrem uzvu. Bu nedenle Efendimiz as yüze vurmayı takbih edip kınamıştır;
“Sizden biriniz kardeşiyle dövüştüğünde yüze vurmaktan sakınsın!” (2)
İnsan hislerini yüzünde zahir eder; muhabbetini, nefretini, özlemini, ta’zimini…
Yüz(vech), insanın zatını temsil eder; yüzünü döndüğünde, tüm bedeniyle yönelir ve dahi kalbiyle. Yüz, kalbin aynası gibidir. Yüzünden akan, kalbinin aldığı şekilden besleniyor.
Yöneldiğinde hürmet, döndüğünde uzaklığı kasd eder. Kubl, yüz ile beraber ön tarafını ifade eder insanın. Kabul makamı burasıdır, kalbindekini gözle görünür eylemenin en güzel yoludur çünkü.
İnsan, dağıldığında bir sığınak arar, toparlanmak, ellerinden tutulmak ister. Bir yuva sıcaklığında kendine gelir. Konuşmak, anlatmak ister anlaşılmak ister bazen anlatmadan, hatta anlatamadığında bile. Yöneldiği “Zat”ın, kendisini kendinden çok sevdiğini, kendisini kendinden çok bildiğinden emindir.
“Doğrusu insanlar için vaz'olunan ilk ma'bed, elbette Mekke’deki o çok mübarek ve bütün âlemîne hidayet olan Beyttir.” Al-i imran 3/96
Bir şeyin şiar/alamet olarak ta’yini, sadece Allah’a aitdir. Beyt-i Haram da alemler içinde bereket ve hidayet vesilesi olarak Cenab-ı Hakk tarafından mübarek, mukaddes kılınmışdır ki bu şiara ta’zim edenler için hem bedenlerinin hem de ruhlarının kıblegahı olmuşdur. Beyt-i Haramın, cahiliyye devirleri dahil kıyamete değin eminlik ve bereketin yuvası, hidayet menbaı olarak kalacağı müjdesiyle karşılıyor bizleri ayet-i kerime. Kalblerin hidayeti ve takvası, Allah’ın cc işaret ettiğine yönelmek, kıble edinmekle hayatiyet kazanıyor.
Kıble, insanın yüzünü döndüğü yön, taraf demektir. Bir kıbleye yönelmek, mekânda bir yöne dönmekten çok daha fazla bir anlam taşır. Kıblenizi kimin ta’yin ettiği, dininizi kimin va’z ettiğiyle doğrudan alakalıdır. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a tahvili vak’asının tarihi seyrine bakıldığında, bu husus sarahaten görülür.
Kıblenin tahvili vak’ası, Allah t. ve Rasulü as bir işte hüküm verdiğinde mü’minler için kendi işlerinde bir tercih haklarının olmadığını bildiren Ahzab 33/36 ayetinin adeta tefsiri mahiyetindedir. Ashab, bu tahvil ile terbiye ve tezkiye edildi. Benzer fitnelerle sık sık karşılaşan bizler için aynı imtihan sürecinin muhatabı olduğumuzdan, vakıanın aşıladığı ruha sahip olmak gerekiyor.
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 33/36
Müslümanlar hicretten evvel, namazları için ka’beye yönelirlerdi. [Konu ihtilaflı olmakla birlikte cumhurun görüşü budur.] Tevhidin şiarı olarak yeryüzünde inşa edilen ilk Beyt ve Hz. İbrahim as ile Hz. İsmail’in as mirası olması hasebiyle Ka’be ye yönelmek, Efendimiz sav ve ashab ra için bir surur ve sekine vesilesi idi. Hicretten kısa bir süre evvel veya esnasında, bir emr-i ilahi ile kıble, Beyt-i Makdis’e çevrildi. Bu ikinci tebdille birlikte müşrikler, Medine’deki münafıklar ve Yahudiler, durumu bir fitne sebebi olarak değerlendirip Müslümanlar arasında fitne yaydılar; Allah T. nın hükmünde (haşa) kararsız olduğunu, Peygamber as ın keyfi(!) davrandığını, bir yöne yönelmenin anlamsız olduğunu fısıldadılar. Mü’minlerin kalbi, iman ve taat noktasında şiddetli bir imtihana tabii tutulmuştu ki, Cenab-ı Rahim, onların kalblerini din-i mübine rabt etti de kıyamete değin böylesi fitnelerde nasıl duruş ortaya koyalım diye bizlere ta’lim eyledi.
“İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir”.2/142
Kıble; dinin bir şiarıdır, maksud; Şari’ cc dir. Tüm yönler O’nun olduğuna göre hükmün tebdili/neshine dair karar da O’na aitdir. Aklı kıtların anlayamadığı, kıblenin neresi olduğu değil de hükmün kimden geldiğine odaklanmamalarıdır. Tam da İblisçe bir düşünce; kimden geldiğine değil de emrin kendisinde takılı kalmak. Ayetin işaretine göre bu mühim düstur, hidayet ile dalalet arasındaki fark kadar sarihtir. Tarih boyunca böylesi sefihler, Müslümanların karşısına her daim çıkmıştır. Modernist ve tarihselci ukalanın, iki yüz yıldır takıldığı kör nokta, tam da burası; teslim olamama. Oysa teslimiyet ve temessük,(3) Müslüman olduktan sonra mü’min kalabilmenin biricik ifadesinin kalbî rıza ile itaatten geçtiğidir; en sade şekliyle, “işittik ve itaat ettik”. Ayet, kıblenin tahvilinden evvel nazil oldu ve “onların” ne diyeceklerini haber verdi. Sefihlerin kalbindekini aşikâr eyleyen Rabbimiz, bu vahy ile mü’minlerin kalbini de zabt-u rabt eyledi, hidayet üzre kıldı. Yahudiler neshe, kendi şeriatlerindeki bilgilerden aşina olup bunun hakk olduğunu bilmelerine rağmen (2/142), Mescid-i Aksa’dan dönülmesi üzerine hasedlerinden, münafıkların yaktığı fitneye ortak oldular. Hatta ileri gidip, önceden kılınan namazların batıl olduğunu ortaya atıp şübhe tohumu saçtılar.
“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi vasat/mutedil bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah, Rauf u Rahim’dir.” 1/143
Bu ümmetin diğer ümmetlere şahitliği, “vasat” vasfı üzerinden tahakkuk etti ki, Hanefliğin mirasını tahrib eden müşrikler de Tevrat ve İncil mirasını tahrif eden Ehl-i Kitap da bundan mahrum olmakla dalaleti satın aldılar. Vasat ümmet olmak neymiş? (4) Allah T. ve Rusul as, bir emri hükme bağladığında, mü’min kulun kalbinde zerre ağırlık hissetmeden, rıza ile teslim ve muti’ olmakmış, sormadan ve sorgulamadan. Mesela kıblenin tahvili hadisesi, tam da bu minvalde bir ayrıştırma vazifesi gördü. Münafıklarla henüz İslâm'ı içlerine sindirememiş kesimlere ağır gelmiş ve hidayete mazhar olanlardan tefrik olunmuşlardı. Evvelki taatler, hükmün değişmesiyle zayi de olmazdı. Kullarına karşı şefkatli ve rahmet sahibi Allah cc, Kendisine yöneleni terk etmezdi.
"Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir" cümlesinde Allah cc, namaza "iman" ismini veriyor. Konu; Yahudilerin, kıblenin tahvilinden önceki namazlarının zayi olduğu iddiasıydı. Buradaki istiare(benzetme) ile iman-namaz arasındaki kuvvetli bağa işaret edilmektedir. Çünkü iman ancak namazla kâmil olur. Aynı zamanda namaz niyet, söz ve amele şâmil olduğu için imanı da ihtiva etmektedir.
“(Ey Nebi!) Biz senin yüzünün semaya doğru çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye muhakkak tevcih edeceğiz. Haydi yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Ve (Ey Mü’minler, siz de) her nerede bulunursanız yüzlerinizi onun tarafına tevcih ediniz. Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da bunun Rabbleri tarafından hak olduğunu elbette bilirler. Ve Allah onların amellerinden gâfil değildir.”. 2/144
Ayet-i kerime, Rasulullah as’ın iç dünyasındaki hareketliliği aşikâr ediyor. Kâbe’nin kıble olması arzusunun Rasul-i Ekrem’in as kalbinde yeşerdiğini bildiriyor, fakat bunun sebebini gizli tutuyor Rabbimiz. Bunun sebebine takılmayalım, bilelim ki Efendimizin sav razı olacağı hüküm, Rabbimizin de rızasına muvafık olandır. Kaldı ki Hz. Nebi as’ın, Rabbimizin Mescid-i Aksa hükmünden razı olmadığı anlamı çıkarılamaz. Efendimizin as kalbindekini dile dökmeyişini de O’na as yaraşır bir edeb ve rikkat temsili olarak okumak gerek.
Hicretten 16 veya 17 ay sonra, Recep ayının ortalarında bir pazartesi günü Mescid-i Seleme de öğle namazının ikinci rekâtı kılınırken vahy nazil oldu ve Efendimiz sav ashab yönlerini Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevirdiler. Mü’minler, Rasul-i Ekrem sav in sevincine ortak oldular.
Ehl-i Kitaba gelince, neshi şeriatlerinden bildiklerinden, tahvil-i kıblenin hakk olduğuna kanii idiler. Bu kat’i ilme rağmen hasedlerinden dolayı vak’a üzerinden fesad çıkarmaya giriştiler. Cenab-ı Hakk’ın tehdidiyle yüzleştiler; Allah cc yaptıklarından gafil değil.
“Andolsun ki sen kendilerine vaktiyle kitap verilmiş olanlara her ne bürhan getirsen, yine senin kıblene tâbi olmuş olmayacaklardır. Sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Onların bazıları da bazılarının kıblesine tâbi değildir. Ve kasem olsun ki sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına tâbi olacak olsan şüphe yok sen de o zaman zalimlerden olmuş olursun.” 2/145
Bu ayet Ehl-i kitabın boş ümitlerini kesmiştir. Çünkü Yahudiler, Rasulullah as'ı aldatmak için: "Eğer sen bizim kıblemize devam etseydin, senin beklemekte olduğumuz peygamber olacağını ümit ederdik" dediler. Ayet, onların kalplerinde sakladıkları hakiki fikirlerini izhar etti ve mü’minleri inzar eyledi ki fitnelerine kulak kesilmesinler. Rasulullah as, kıble olarak Mescid-i Aksa’ya yöneldiği dönemde, bu ortak paydadan yola çıkarak Yahudilerle sıcak bir iletişim ortamı yakalamayı ümit etmişti. Lakin onların şımarıklığı, Hz. Peygamber as ı hayal kırıklığına uğratıp üzmüştü. Cenab-ı Hakk, her ne burhan ortaya konsa da Yahudilerin imana yanaşmayacaklarını Efendimize as bildirdi. Bahusus bir kıbleye tabii olmanın, kulların önünde mühim bir ayrım noktası olduğunu işaret etmekte; ya Rabb Teala’ya mutlak bir itaat, ya da hevaya.
“Sen de onların kıblesine tâbi olmazsın” ifadesi, “Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim.” Kafirun 109/4 ayetiyle benzer bir hitab bütünlüğünde gelmiştir.
Ayetin sonunda Efendimiz’e sav yöneltilen tehdidin şiddetli bir tonda gelmesi, ebeda mü’minleri, batıldan gelecek donanımlı fitnelere karşı uyanık olmalarına matuf olmalı.
“Herkesin yöneldiği bir yöneti/yönü/kıblesi vardır. Haydin, hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah sizi toplar, bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.” 2/148
Yönünüz, hedefinize doğrudur. Hangi yolda iseniz, kıblenizi ona uyarlarsınız. Hakk veya batıl tüm yollar, üzerinde cehd u gayrete değer addedilir ki yolcuyu yola revan eyleyen de bu gayeden münbit ola. Rabbimiz, sırat-ı müstakim yolcularına, “Haydin, hep hayırlara koşun, yarışın” derken, “kıblenin hakkı nedir?” bilmiş oluyoruz. Kâbe’yi kıble edinin ki hayrlara cemaaten, topluca ulaşabilesiniz. Nerede olursanız olun, fark etmez; Allah T. sizi toplar, bir ve beraber kılar, dünyada da ahirette de bedenlerinizi ve ruhlarınızı aynı eylem üzerinde, aynı akıbet üzerine cem’ eder. Ahlak ve karakterinizi tezkiye ve terbiye eder. Bunun içindir ki mü’minler, namaz dışında da kıbleye yönelik yaşarlar;
-Şükr, tilavet secdelerinde kıbleye yöneliriz,
-Kurbanlarımızı kıbleye dönük zebh ideriz, (5)
-Cenazelerimizi kıbleye dönük defnederiz, (6)
-Def-i Hacette kıbleden sakınırız. (7)
Bilmeli ki; Döndüğün yön değil, “ne”ye döndüğün mühim. Zira hayatındaki “ne”ler, “niçin”lerini belirliyor;
“Sizden biri kıbleye yöneldiği zaman Allah’a yönelmiş olur” (Müsned, III, 24; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 22)
1-Kıble; arka, geri diye tarif ettiğimiz yönün zıddıdır. Genel olarak cihet, yön anlamına da gelir. Aynı kökten gelen "kabele" (yöneldi) fiili, "debere" (arkasını döndü) fiilinin zıt anlamlısıdır. "Kubl" kelimesi, vech, yüz, ön taraf anlamına gelir. Yine bu kelime, kişinin -adeta başka herkesi bir yana bırakarak- birisine yönelmesi durumunu da anlatır. "Kabile'' kelimesi, belli özelliği olan insan gurubunu dile getirir. Ayakkabı bağına "kıbal" adı verilir. Araplar, atın boynuna takılan beyaz taşa "kabele" derler. Kıble, insanın yüzünü döndüğü yön, taraf demektir. Namaz kılan kişi, belli bir yönü karşısına alarak ibadet ettiği için burada kıble kelimesi kullanılmıştır. İslam dininde kıble Kâbe ile özdeşleşmiştir ve namazda insanların yöneldiği mekâna verilen bir ad olmuştur. (Muhammed Ali İbn Ali İbn Muhammed et-Tahanevi, Keşşafu Istılahati’l-Funun 1998, 111/543; Fahreddin er-Razi, et-Tefsiru’l-Kebir 1997, ll/80; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, 1/522)
2-Müslim, Âdâb 112, No: 2612; Buhârî, Itk 20, No: 2559
3-Temessük; doğruluğunu tasdik ettiğimiz kaynakların getirdiği bilgilere itimad ettikten sonra, onların hayata intibakını sağlamak
4-"Kıyamet günü Nûh (a.s.) çağrılır. O da: “Ya Rabbi, emrine hazırım, buyur" der. Yüce Allah: "Dinimi tebliğ ettin mi?" diye sorar. Nûh (a.s): "Evet" der. Ümmetine, "size tebliğ etti mi? diye sorulur. Onlar: "Bize herhangi bir uyarıcı gelmedi" derler. Yüce Allah Nuh (a.s)'a: Tebliğ ettiğine dair şahidin var mı?" diye sorar. O da: "Muhammed ve ümmeti" diye cevap verir. Bunun üzerine Muhammed ve Ümmeti, Nûh (a.s).'in, Allah'ın dinini tebliğ ettiğine şahitlik ederler. "Sizin insanlara Şahitler olmanız Rasul'un de size şahit olması için." ayetinin mânâsı budur.” Buhari, Tefsir-i sûre 2, bab 13]
5-Kurbanı kıble tarafına çevirerek kesmek sünnettir. Herhangi bir mazeret olmadığı halde kurbanı kıble tarafına çevirmeden kesmek mekruhtur. Ancak kurban büyükbaş olur da gerek kesenler gerek hayvan açısından zorluk meydana gelecekse kıble tarafına çevirmeden de kesilebilir… (İbn-i Âbidîn, İhtiyâr, Mültekâ/Mevkûfât, Fetevây-i Hindiyye)
6-Cenazenin yüzü kıbleye gelecek şekilde sağ tarafına yatırılarak defnedilmesi sünnettir. Ancak bilmeyerek kıble dışında bir istikamete doğru defnedilen cenaze olduğu gibi bırakılır. Zira meşru bir mazeret bulunmaksızın kabrin açılması caiz değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 146).
7-(1) Açık arazide def’-i hacet yaparken kıbleye dönmek haramdır, ama bina içlerinde haram değildir. (Abbas b. Abdulmuttalib, Abdullah b. Ömer, Şa'bi, Mâlik, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel r.anhum bu görüştedirler.)
8-(2) Bu, açık arazide de binada da caiz değildir. (Ebu Eyyûb el-Ensarî, Mücahid, İbrahim en-Nehaî, Süfyan es-Sevrî, Atâ, Ebu Hanîfe ve bir rivayette de Ahmed b. Hanbel r. anhum hazeratının görüşleri/içtihatları bu yöndedir.) Bu mesele ile ilgili olarak altı farklı görüş daha vardır, fakat en kuvvetli görüşler bunlardır. [Bu görüşler ve uzun izahları için bkz. Mahmud Hattâb es-Sûbkî, el-Menhelü'l-Azbü'l-Mevrûd, I, 39-42]