Namaza doğru - rahle.org

Namaza doğru - rahle.org

Namaza doğru


Facebookta Paylaş
Tweetle

M. Murat BAYRAK

Yönünü kıbleye doğru döndü, gözlerini kapadı, gönlünü ve aklını açtı. İki elini birden kulaklarına kadar kaldırdı, iki başparmağı iki kulak memesine dokundu. Dudaklarından o muhteşem kelime döküldü:

Allâhu ekber…

***

Bu anı; başlama anını; bu açılış ve fetih anını yaşayabilmek için nice hazırlık yapmış idi. Halden hale geçmiş, kendisini ve çevresini temizlemiş, bedenini, aklını, kabini, yönünü derleyip toparlamış ve gelmişti.  Bütün hazırlıkları tamam olunca nasip edilmişti bu anı yaşaması; huzura kabul edilmişti.

Her birini önemseyerek yaşadığı 6 önemli hazırlık aşamasını tamam etmişti. İlmihal kitaplarında bunlara namazın dışından olan farzları ya da namazın şartları deniyordu. Ama o, namaza doğru giden bir hazırlık, bir yolculuk olduğunu; hazırlıklarını tamam ettiğinde huzura kabul edileceğini düşünüyordu.

Bu muhteşem kabul anını doyasıya içine çekti. Dudakları kıpırdamaya, gönlündeki ateşler harlanmaya, aklındaki alevler nurlanmaya başladı.

Şimdi namazda idi; namaz halinde idi.

Allâhu ekber

***

Niyet hali

Bilgisi kendine yeter, bilinçli bir Müslüman idi. Yaptığını ve yapmadığını, seçimlerini dikkatle yapar; hayatını bilinçli tercihlerle yaşamaya çalışırdı.

Namazın kıymetini bilirdi. Hem kendisi bizzat kitaplarda okumuş hem de yeşil sarıklı ulu hocalardan dinlemişti; 5 vakit namaz, dinin direği idi. 5 vakit namaz varsa Müslümanlık var, yoksa Müslümanlık yok idi.

Bundandır ki aklı ve gönlüne 5 vakit namazı ilk evvela yapılacak ve asla terk edilmeyecek amel olarak kaydetmiş idi.  Bu bilincini her dem taze tutar, camiyle, minareyle, ezanla irtibat halinde olurdu.

Bilinci açık ve hazır tutmaya niyet denildiğini biliyordu. Yaptığı işle ilgili verdiği karar ve bu kararın mütemmimleri (mesela gerekçesi) toplamda bilinci oluşturuyordu. Namaz niyeti de böyle idi:

Hangi vaktin hangi namazını kılacağına dair bilinçle duruyordu huzurda. Bedeni seccade üzerinde kıyam halinde dikilirken, aklı da kılacağı namazla ilgili kararını son kez gözden geçiriyordu: yatsı namazını tamam ettim, şimdi son sünneti kılacağım diye teyit etti, kararını. Aklından geçirdi sadece; diliyle bir şey söylememeyi tercih etti.

Gönlü de katıldı bu karara. Gönlün niyetine ihlas denir demişti bir hocaefendi; kalbini hafiften yokladı: Cenab-ı Peygamber Efendimiz sav’in kutlu sünnetine ittibaen bu ameli ifa edecekti. Sabah, öğle, ikindi ve akşam namazlarında benzer sünnetler kılmıştı. Şimdi de günü kapatırken son sünnet namazını kılmaya divan durmuştu. Efendimiz sav’in bir haliyle hallenmenin engin huzurunu duydu gönlünde; yavaşça gözlerini kapadı.

Dudaklarından o muhteşem kelime döküldü:

Allâhu ekber…

***

Vakit hali

Zaman denilen meçhulün dünya aletleriyle ölçülmesine vakit denir diye öğrenmişti, ariflerden. Bundan sebep vaktin kıymetini bilir; her geçen saatin ecele yaklaştırdığını unutmama çalışırdı. Güzel amellerle geçirilen her vakit anının zaman boyutunda çok değerli açılımları olduğunu da aklında tutmaya gayret ederdi.

Hayatın ve ölümün vakitle tanımlandığı bir dünyada, gün ve gece de özel vakitli amellerle tanzim edilmeliydi. Öyle de olmuştu: Aziz ve Celil olan Allah cc, son Peygamberine Miraç yolculuğu sırasında hediye etmişti, bu kıymetli vakit belirleyici ibadeti. Her bir gün, 5 vakit namaz ile tanzim edilecekti. Her bir namazın vaktinin başlangıç ve bitiş anı da Hz. Cebrail tarafından gösterilerek öğretilmiş idi.

Hac, ömür ölçeğine; zekât yıl ölçeğine bağlanmış iken, namaz, gün ölçeğine bağlı idi. Hem de bir değil, günde 5 kez olarak ifası istenmişti.

Her bir günün kendi 5 vakit namazı, kendi vaktinde kılınmalıydı. Vakti girmeden kılınan namaz, diğer bütün erkan ve eşratı tamam olsa da farz olan namaz olmazdı/olamazdı. Her farz namaz, kendi vakti girdiğinde farz olur; vakit girince farz ibadet kıymeti kazanır idi.

Her bir namaz, kendi vakti boyunca her bir Müslümanı bekler; onun yeryüzünün herhangi bir yerinde kendisiyle buluşmasını beklerdi. Vakti çıkınca da namaz üzgün bir halde uzaklaşır giderdi. Sevgilisiyle sözleşmiş, sözleşme yerinde beklemiş ve sevdiği gelmemiş bir garip aşık gibi boynu bükük giderdi. Vaktinde ifa edilemeyip kaçırılan bir namazı hiçbir şey geri getiremezdi.

Giden vakit, ömürdendir. Geçen hiçbir an tekrar yaşanamaz hükmü, elbette namaz için de geçerli idi.

Bunu bildiğinden dikkat ederdi, 5 vakit namazın vakitlerine. Gönlü camide, kulağı ezanda olurdu her vakit. Bir namazı kılıp giderken, diğerinin vaktini kontrol eder; nasıl ve nerede ifa edeceğini planlardı.

Niyet hali, vakit haliyle kendi derinliğine ulaşırdı. Vakti gelen namaz, o vaktin niyetiyle birleşir; namaz bir salih kul eylemi olarak ifa edilirdi.

Şimdi de öyle yapmıştı. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını vakitlerinde; hem de vakitlerinin evvelinde sevinerek kılmış idi. Şimdi ise günü kapatıyor olmanın huzuru ile son namazlarını ifa ediyordu.

5 vakit namazı vaktinde ifa etmenin huzurunu duydu gönlünde; yavaşça gözlerini kapadı.

Dudaklarından o muhteşem kelime döküldü:

Allâhu ekber…

***

İstikbâl-i Kıble hali

Çok uzaklardan bir türkünün tınıları dokundu gönlüne:

Dedim yâre gidem, nasib olmadı

Ağlama gözlerim Mevla kerimdir...

Yârine gitmek istemiş ama gidememiş bir aşığın ayrılık hasreti doldu, gönlüne. Peygamber sevdası doluydu, gönlünde. Cenabı Peygamber Efendimiz sav’in adı anıldığında yüreği titrerdi. O sav’den bir hatıra aktarıldığında gözlerinden yaşlar dökülürdü. Hasretle O’na sav kavuşmayı beklerdi.

Birden “yüzünü senin razı olacağın kıbleye çevireceğiz” hükmü geldi aklına. O’nun sav razı olacağı kıble Mescid-i haram olarak tayin ve tespit edilmişti. O sav razı olsun diye ümmetinin kıblesi O sav’in razı olduğu yer seçilmişti. Bu kıble, O’nun sav kıblesi idi.

Dünyanın neresinde olursa olsun, her Müslüman ister farz, ister sünnet her namazında bu kıbleye dönecekti. Bütün camiler o kıbleye doğru inşa edilecek; muvahhit bütün gönüller bu istikamette tevhid edilecekti. Başka yöne dönenlerin namazı kabul edilmeyecekti.

Madem O sav bu kıbleyi istemiş, bu kıbleden razı olmuştu. Ve madem O’nun sav bu arzusu Allah cc tarafından kabul görmüş ve ayetle ilan olunmuştu. Namazda Mescid-i haram’a yönelmek kadar güzel ne olabilirdi?

Vakit geldiğinde doğuya ya da batıya dönmek anlamını kaybeder; bunların yerine kıbleye dönmek yepyeni bir anlam derinliği olarak ortaya çıkardı.

Seccadesinde ayakta durmuş; yüzünü kıbleye doğru dönmüştü. Yavaş yavaş özünü de kıbleye doğru döndürdü. Rasulullah sav geldi gönlüne. -Zaman ve mekân kalktı aradan- Kabe’nin hemen yanında durmuş, tekbir almak üzere idi. Arkasında saf saf sahabileri dizilmiş idi. Sonra tabiîn, sonra tebe-i tabiîn... zaman ve mekân kalktı aradan; bütün ümmet-i Muhammed Kabe’ye doğru halka halka dizilip tek bir cemaat oldu.

Özünden kıbleye yönelince Kâbe de ona döndü sanki; karşı karşıya gelmiş gibi oldular. Yavaşça gözlerini kapadı.

Dudaklarından o muhteşem kelime döküldü:

Allâhu ekber…

***

Setr-i Avret hali

Bir büyüğün huzuruna lalettayin hal ile çıkılır mı? Madem halin hal değil, bari kıyafetin kıyafet olsun demezler mi?

Sevgilisi ile buluşma heyecanı sarar, seveni. Ne vakit bir buluşma için sözleşse; hatta buluşmayı hayal etse gönlü bir kuş gibi pır pır eder, aklı elinden gider. İlk heyecanı geçer geçmez de aynanın karşısına geçer, kılığına kıyafetine bakar; derlenir, toparlanır... “gerçi sevdiğim, beni ben diye sever. Kıyafetime bakmaz ama olsun; ben yine de güzelce çıkayım karşısına” diye düşünür...

Gönlü mescidde asılı kalmış namaz sevdalılarına gelince, onlar için her namaz sevdiğiyle başbaşa bir buluşmadır. Her ezanla bu buluşma için çağrıldıklarını bilirler; her seccadenin buluşma yeri olduğunu da.

Bundandır, namaz denince kılık kıyafetlerine çeki-düzen vermeleri. Sadece mahrem yerlerini değil; imkanları ölçüsünde en güzel kıyafetlerini giyerler. Zaten, “ayıp yerimizi göstermek ayıp olur” hükmü, ceddimiz Âdem as’dan beri Müslümanların şiarı değil midir?

“Beden elbisesi, takva elbisesinin cisimleşmiş halidir” diye öğrenmişti, ariflerden. Elbisen bedenini örter, takva da gühahlarını demişlerdi. Hem bedenini setr etmeyi, hem de gizli hallerine dikkat eder idi.

İstikbal-i kıble, derli toplu kıyafetlerle daha bir güzel olurdu.

Hele ki namaza duracağı vakit dipten bucağa takvaya en uygun kıyafetini giymeyi kendine görev yazmıştı. Elbette, varet yerlerini setr eden her elbise ile namaz kılınırdı, ancak o sevgiliyle buluşmaya giden sevdalı olarak giyinip kuşanarak gitmeyi severdi.

En güzel elbiselerini onlardan daha da güzel takva elbiseleri ile süsleyerek giyindi. Seccadesine durdu, yavaşça gözlerini kapadı.

Dudaklarından o muhteşem kelime döküldü:

Allâhu ekber…

***

Necasetten Taharet hali

Hocaefendi, caminin kürsüsünden anlatıyordu: “muhakkak ki Allah ısrarla tevbe edenleri ve sürekli bir şekilde temiz olanları sever”

Caminin şadırvanında bir güvercin duydu bu sözü. Beklemeden şadırvandaki suya girdi; başından kuyruğuna suya girip çıktı. Kanatlarını suya çırptı. Ak pak tertemiz oldu, başını kaldırıp temizliği lütfedene şükretti; uçtu gitti.

Caminin bahçesinde çiçeğe konmuş arı duydu bu sözü. Elindeki işi, bal toplamayı bıraktı. Ayaklarını ellerini biribirine sürterek temizledi. Sonra 6 bin gözünü baştan aşağı sildi; kanatlarını da. Sırtını, karnını temizledi. Ak-pak olduğunu hissedince temizliği lütfedene şükretti, vazifesinde geri döndü.

Caminin üstünden geçen bulutlar duydu, bu sözü. Rüzgâr ile elele verdiler; çeri çöpü süpürüp toparladılar. Etrafı sulayıp yıkadılar. Derleyip topladılar; sonra da sessizce ortadan çekilerek tertemiz bir gün ışığına yol verdiler.

Vahyin ilk günlerinde, hem de ikinci sırada gelen Müddessir suresinin ilk ayetlerinde “elbiseni temizle” buyurmuştu, yüce Yaradan. Daha namaz yok iken temizlik ahlaki bir hüküm olarak Müslümanlara emir buyurulmuştu.

Madem O cc, temizlenenleri seviyordu; temiz olmak ve temizlikte daim olmak bir hayat şekli olarak benimsenmeliydi. Hele ki hayatın en kıymetli vakitlerinin geçirildiği namazlar, temizlikte özel olmalı idi.

İşte bundandır ki elbiselerinin temizliğini kontrol etti; bedenini de. Bir güvercin saflığı, bir arı titizliği ile üzerinde herhangi bir necasetin olmadığından iyice emin oldu. Sonra namaz kılacağı yere yöneldi.

Öyle kıymetli bir ibadet yapacaktı ki, bozuk para kadar necaset, o ibadetin saflığına halel demekti.

Ak-pak olduğuna kanaat getirince, temizliği lütfeden Rabbine şükretti. Seccadesine durdu, yavaşça gözlerini kapadı.

Dudaklarından o muhteşem kelime döküldü:

Allâhu ekber…

***

Hadesten Taharet hali

“Hocalar hadesten tahareti anlatıyorlar: abdesti olmayan abdest alacak; cünüp olan gusledecek. Ama anlatmıyorlar, gönül abdestini bozan ne edecek…”

Hatırlamıyordu, kimden dinlediğini... Sarı Saltuk muydu yoksa Kumral Abdal mı? Rayihanın Yesi diyarından; oraya da Medine’den estiği belliydi, kiminle geldiğinin ne önemi vardı?

Bedeni, kıyafetini ve namaz kılacak yeri temizlemek, elbette çok önemliydi ve olmazsa olmaz idi. Ama bir o kadar önemli olan manevi hazırlıklar da olmalıydı.

Kuvve-i şeheviyyeden kaynaklanan bir cünüplük hali var ise gusledilmeliydi. Dipten bucağa bütün vücut yıkanmalıydı ki, beşer olmanın gereği olan bir hal; Âdem olmanın gereği bir temizlikle arındırılsın ve çirkin değil, temiz ve güzel olsun.

Abdesti olmayan dahi abdest almalı idi elbet; namaz farz olduğu gibi namaza dair unsurlar da farz idi. Abdest ile elin, yüzün, ayakların yıkanması, başın mesh edilmesi ile maddi bir temizlik istenmişti. Yanına misvak kullanmak, ağzı ve burnu yıkamak, kulakları ve enseyi mesh etmek, her abdest rüknünü 3 defa ifa etmek gibi güzellikler, Efendimiz sav tarafından uygulamalı olarak öğretilmişti.

Hem abdest, kuvve-i ğadabiyyeden kaynaklı öfke benzeri duyguların en kuvvetli teskin edicisi idi. Cenab-ı Peygamber Efendimiz sav, öfkelenene öfkenin şeytan tarafından kullanıldığını ve bunu söndürecek en kuvvetli çarenin abdest almak olduğunu beyan etmişlerdi.

Ancak abdest bundan ibaret değildi; çok daha ötesi vardı: her yıkanan uzuvdan o uzvun günahları dökülüp gidiyordu. Günahların da belli kısmı dökülünce, namaza hazır hale gelmiş oluyordu. Artık kul, Rabbi ile buluşmaya hazır hale gelmiş idi.

Manevi olarak da temiz ve hazır olduğunu görünce, temizliği lütfeden Rabbine şükretti. Seccadesine durdu, yavaşça gözlerini kapadı.

Dudaklarından o muhteşem kelime döküldü:

Allâhu ekber…

***

Namaza kavuşma

Hadesten taharetle başlamıştı yolculuğu. Zaten cünüp değildi; bundan sebep gusletmesine gerek yoktu. Güzelce bir abdest almıştı.

Bu abdestle birlikte günahları dökülmüş, manevi olarak temizlenmiş; huzura çıkmaya hazır olmuştu.

Akabinde necasetten taharet demişti; namaz kılacağı yeri, elbiselerini, bedeni kontrol etmiş ve tertemiz olmalarını sağlamıştı. Elbette elinden geldiği ölçüde temizlenmişti. Kutlu Rabbi, onun zorluk ve sıkıntı çekmesini değil; elinden geldiğince gayret etmesini bekliyordu.

Sonrasında örtünüp kapanmış, tesettür emrine riayet etmişti. Çıplaklık, hayvanlara özgü idi. İnsanlar ise ta cennetten beri, ceddimiz Âdem as’dan beri kıyafet giymekle özel olumuşlardı. Namaz için özel bir kıyafet yoktu ama namaz için kıyafetine özenmek ne güzel bir hassasiyetti.

Sonra o temiz mekânda, seccadenin üzerinde tertemiz kıyafetlerle ve tertemiz bir gönülle yönünü kıbleye çevirmişti. Böylece bütün ümmet-i Muhammedle bir olmuş; birlik olmuş; tevhid sırrına ermişti. Zaman ve mekândan öte bir halde, Rasulullah sav’in ardında saf tutmuş bir fert olduğunu hissetmişti.

Böylesine kıymetli bir ibadet, lalettayin olmazdı elbet; vakti saati belli olmalı idi. İnsanlar bile kendi aralarında buluşmaları, saatle vakitle tespit edip, öylece buluşuyorlardı. Namaz da Rabbi ile buluşma olacaktı; randevusuz gitmek olur muydu? Her namaz, kendi vaktinde bir görüşme randevusu idi ve kaçırılmayacak kadar kıymetli idi.

Bütün bunların üstüne bilincini hem aklında niyet hem de kalbinde ihlas olarak taze ve diri olarak toplayıp gelmişti. Ne yaptığını ne yapacağını biliyor idi.

Bu hazırlıklarını; bu taşıdığı halleri namaz boyunca sürdürmesi gerektiğini de biliyordu. Bu hallerden biri namaz içinde bozulursa namaz da bozulurdu. Başka bir değişle bu haller, namazın dışından olan haller diye yazsa da kitaplarda; özü itibariyle namazın hazırlığı ve süreci idiler.

Bu güzel hallerini namaz boyunca sürdüreceğine kara vererek durmuştu huzura; sonra bu hallerin aslında sadece namaza değil, bütün hayata şamil kılınması gerektiğini fark etti. Namazla bir idman yapmış oluyordu ama aslolan bu halin bütün hayat boyu sürdürülmesi idi. Böylelikle ara-sıra ibadet eden biri olmaktan, hayatının tamamını ibadet haline getirmek mertebesine eriliyordu.

Huzura kabul edilmesinin ne büyük şeref olduğunu hissetti; yüreği kabardı, ürperdi, gözlerinde iki damla yaş belirdi. Yüreğinin tam ortasından ve dahi aklının en muhkem yerinden gelen o güzel kelime döküldü dudaklarından:

Allâhu ekber…

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ