Başkasına Emredip Kendimizi Unutmak - rahle.org

Başkasına Emredip Kendimizi Unutmak - rahle.org

Başkasına Emredip Kendimizi Unutmak


Facebookta Paylaş
Tweetle

Necmettin IRMAK

 

Giriş:

Dilbilimciler “insan” kelimesinin “unutmak” manasındaki “nisyan” kelimesinden türemiş olabileceğini söylerler. Çünkü insan, Allah’a vermiş olduğu ahdi unutmuştur.¹ Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ (cc) Kur’an’da bize aslî sorumluluğunuzu sıkça hatırlatır ve kendisine verdiğimiz sözü yerine getirmemizi ister.

Şüphesiz unutmanın çok farklı yönleri bulunmaktadır. Fıtrî anlamda unutma, herkes için mümkün bir durumdur. Bazen büyük bir nimet olarak da karşımıza çıkabilir, külfete dönüştüğü haller de pek çoktur… “Hafıza-ı beşer, nisyan ile maluldür” sözü bu kabildendir. Allah’a karşı sorumluluğa dair unutmalardan bu ümmetin mesul tutulmayacağına, hem Allah’ın kitabı ve hem de Resulullah’ın sünneti ve hadisleri delalet etmektedir.

Bizim, kendini unutmaktan kastettiğimize gelince; iyiliği ve hayrı başkasına emredip kendisini unutmak, kendi sorumluluğunu yerine getirmemek anlamındadır.

Verdiği sözü unutan ilk kişinin, yasaklanan ağaçtan yemesi üzerine Adem (as) olduğunu bildirir: “Andolsun Biz, bundan önce Adem’e ahdetmiştik. Fakat o bunu unuttu. Biz onda bir azim bulmadık.” (Ta-Ha, 115)

Allah (cc) Müslümanların ders ve ibret alacağı ve yaşadıkları süreci en iyi şekilde tahlil etmeleri gereken İsrailoğullarını Kur’an’da anlatırken, onlara: “Bana verdiğiniz sözde durun ki, Ben de size verdiğim sözde durayım.” der. Ancak devam eden ayetlerde ve Kur’an’ın pek çok yerinde, onların, verdikleri sözü unutup yerine getirmediklerini ve bu sebeple lanete uğradıklarını anlatılır.

Emretmek Önce Kendimiz İçindir!

Ahiret kurtuluşuna dair endişe sahibi olan Müslüman, bu dünyada yapıp ettiği her işin, nihayetinde kendisini kurtarmaya dönük olduğunu bilir. Başkasının ahiret kurtuluşuna vesile olmak için harcanan çabanın dahi kendi kurtuluşuna götüren boyutu olduğunun farkındadır. Zira hesap günü herkes tek tek kendi hesabını verecektir. O gün herkes kendi derdindedir. Kimse ile karşılaşmak istemez. En yakınlarından dahi kaçar.

O gün, kişi kardeşinden, annesinden babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 34-37)

Kur’an ve sünnet ile sıhhatli ilişkide bulunan ve bu ilişkiyi ihsan üzere sürdüren Müslüman, Kur’an ve sünnetin her bir nasihatini, her bir emrini, her bir nehyini, bütün uyarılarını ve bütün teşviklerini öncelikle kendisi için dinler. Dile getirilen bütün bu hakikatleri önce kendi üstüne alınır. Sorumluluğunun farkındadır. Öğrendiklerine sıkı sıkıya sarılır. Gücü yettiğini yerine getirmeye uğraşır.

İbn Kesir, Kurtubî ve daha başkalarının rivayetlerinden anlıyoruz ki; sahabe, Kur’an’ı amel etmek kastı ile dinlerler, hatta bunun için on ayetlik bölümler halinde öğrenirler ve öğrendikleri ile amel edip daha sonra diğer kısımları öğrenirlermiş.²

Bu yaklaşım bizim temel prensibimiz olmalıdır. Başkasına iyiliği emretmeden önce, ben, kendim o iyiliği gücüm yettiğince yapmalıyım. Başkasını kötülükten alıkoymadan önce ben, kendim o kötülüğe bulaşmamalıyım, bulaşmışsam uzaklaşmalıyım.

Kendini Unutan Helak Olur!

Bir kalbî hastalık olarak, sapkın bir ruh hali olarak hayrı başkasının yapmasını isterken kendisinin bundan uzak durmasını Kur’an şöyle vurgular:

Siz insanlara hayrı emrederken kendinizi unutuyor musunuz? Hem kitabı okuyup duruyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?” (Bakara, 44)

Ayet-i kerimenin nüzul sebebinin Yahudi alimler olduğu ifade edilir. Onlar kendilerini dinleyen sıradan Yahudilere, Tevrat’a uymalarını emrederken, kendilerin uygulamadan kaçınırlarmış. Pek tabiidir ki, ayetin Yahudi alimleri hakkında nazil olması, muhtevasının bizi ilgilendirmediği anlamına gelmez. Aksine bu ayet ve diğer ayetlerin hepsi, birebir bizi de ilgilendirir. Bu yönüyle bize şunu der:

Aynı ameller aynı sonuçları doğurur. Eğer siz de başkalarına nasihatte bulunurken kendinizi unutuyor ve tam ters durumda bulunuyorsanız, aynı akibeti paylaşacaksınız. Ve lanete uğrayacaksınız!”

Nitekim Hz. Peygamber’in (sa) şu hadisi bize bunu açıkça bildirmektedir:

“İsrailoğulları günaha daldıklarında, alimleri onları neyhettiyse de onlar işledikleri günahları terk etmediler. Bu defa alimleri de onlarla birlikte oturdular. Yediler ve içtiler. Bunun üzerine Allah onların kalplerini birbirine benzetti. Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lanet etti. Bu onların isyan edip haddi aşmaları sebebiyledir.”³

Yukarıdaki ayetin vurguladığı unutma hali, fıtrî unutmadan ziyade, içinde kasıt ve irade barındıran bir unutmadır. Diğer bir deyişle sorumluluktan bilerek ve isteyerek kaçınmadır. Bir başka açıdan ise su-i niyet, art-niyet ve istismar’dır. Bu durumun sonucu ise helaktır.

Esasen başkalarına iyiliği emreden kimse su-i niyet ve istismar gayesi gütmüyorsa, maksadı, muhatabına hayra dönük bir değişim olsa gerek. Halbuki, bu maksadı taşıyan başkasını değiştirmektense kendisini değiştirmenin daha kolay olduğunu bilmelidir.

Kişiye kendini değiştirmek, hep bir külfet, nefsani arzuları ve zevkleri terk anlamı taşıdığından dolayı zor gelir. Başkasına dönük değişim teklifi ise hep bir mazereti içinde barındırır: “Ben uyardım, sorumluluğunu yerine getirdim. Gerisi muhatabın bileceği bir iştir.” Bu mazeret, kişiyi hep kolay olanı, kolay gözükeni tercihe götürür. Oysa bu bir aldanıştır.

 

Kendini Unutmak Tutarsızlıktır!

Kendilerini unutanlar tutarsız kimselerdir. İddialar ile yaptıkları tutarsızdır. İç dünyalarında tutarsızlık yaşarlar. Yaşadıkları tutarsızlığın verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için de her türlü meşrulaştırıcı çareye ve yoruma baş vururlar. Öyle ki sonunda yaşadığı gibi inanmaya başlarlar. Aslında bu bir tür tahrif sürecidir.

Söylemleri ile eylemleri farklı olanların davaları muhataplarınca da tutarsız kabul edilir. Ve tercih edilmez. Öncekilerin ifadesi ile, “ele verir telkini, kendi yutan salkımı” şeklindeki manzaranın ortaya çıktığı her durum muhataplarınca reddolunur.

Günümüz Müslüman fert ve cemaatleri olarak yaşadığımız temel problemimiz de bu tutarsızlık olsa gerek. Zira fertlerimizde ve cemaatlerimizde ciddi bir ihlas ve samimiyet kaybı var! İçinde yaşadığımız toplumu hayra çağırıp onlara takvayı emrederken kendimizi unutmakta, “kendisi hürmete muhtaç dede, kaldı ki gayrıya himmet ede” durumuyla karşı karşıya kalmaktayız. Neticede toplumda bu durumu görmekte ve “imamın dediğini yap yaptığını yapma” demektedir.

Türkiye’de -tenzihle beraber söyleyecek olursak- iddia sahibi Müslümanların durumu tam da bu şekildedir. Yani tutarsız! Hem cemaatlerin kendi içindeki tutarsızlıkları -önde bulunanlarla arkadakilerin hayat tarzında ve standartlarında var olan farklılıklar gibi– hem de halka dönük talep ve beklentileriyle… Bu talep ve beklentiler karşısında kendi duruşları (bedelini ödemekten kaçınmak gibi) arasındaki farklılıklar gibi…

Öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden…” ayetini okuyup bunun bir Sünnetullah olduğuna vurgu yaptıktan sonra, bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelmesin diye, kırk takla atmak böyle bir şey olsa gerek.

Kendimizi İstisna Tutamayız!

Yaşadığımız hayatta bazen kendimizde eksikliği bulunmasına rağmen yapılmasını zorunlu gördüğümüz durumlar vardır. Kendimiz yapamıyoruzdur bunu. Zira nefsani zafiyet içersindeyizdir. Ama yapılması gereken veya kaçınılması gereken bu amelin dile getirilmesi gerekir. Dile getirmesi gerekilen de zarureten siz iseniz kullanılacağınız dile dikkat etmelisiniz. Belki kendinizi içine alan bir genelleme üslubu kullanmalısınız. Yahut konunun dillendirilmesinin ehemmiyetine kendi eksikliğinizi de vurgulayıp dikkat çekmeniz  gerekir.

Resulullah (as) şöyle demiştir:

“Kıyamet günü bir adam getirilip ateşin içine atılır. Bağırsakları dışarı çıkar. Değirmen döndüren merkep gibi, cehennem içinde döner de döner… Cehennem halkı yanına toplanır da: “Ey falan! Bu halin ne? Sen halka iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?” O da: “Evet. İyiliği emrederdim de onu kendim yapmazdım. Kötülükten men ederdim de onu kendim yapardım.” cevabını verir.”⁴

Yapmayacağımız ve yapamayacağımız şeyleri söylemenin Allah katında büyük bir günah olduğu bilinciyle yeniden kendimize gelmek ve önce kendimizi ıslah etmek, yüklendiğimiz sorumluluğun ve içinde bulunduğumuz davanın zorunluluğudur. Her türlü tutarsızlıktan uzak durmak ve ihlas ve samimiyeti muhafaza etmek, içinde yaşadığımız toplumun dönüşümü ve ıslahı için üzerimize vecibedir. Şeytan ve yandaşları hak davanın yaşanılan hayatta bir karşılığının olmaması için dava sahiplerini hem kendi iç dünyalarında ve hem de toplum nezdinde tutarsızlığa ve hayal kırıklığına uğratmaya çalışırlar. Bunun karşısında Şuayb Peygamberin (as) tavrını ısrarla sürdürmekten başka seçeneğimiz yok:

Size nehyettiğim şeylere kendim aykırı davranmak istemem.” (Hud, 88)

Dipnotlar:

1. Bkz. Ragıb el-İsfehanî, Müfredat, “ins” maddesi. Taberî, tefsirinde İbn Abbas’ın (ra) da bu görüşte olduğunu söyler.

2. Ebu Amr ed-Dânî, “Kitabu'l-Beyan” adlı eserinde isnadını da kaydederek Osman, İbn Mes'ud ve Ubey'den (rhm) şunu rivayet etmektedir: Resulullah (as) onlara Kur'ân-ı Kerim'den on ayeti kerime öğretirdi. Onlar ise bu ayet-i kerimelerde amel ile ilgili hususları öğrenmedikçe bir başka on ayet-i kerimeye geçmezlerdi. Böylelikle Hz. Peygamber, bizlere hem Kur'ân-ı Kerim'i ve hem de onunla amel etmeyi birlikte öğretirdi.

Abdurrezzak'ın Ma'mer'den, onun da Ata b. es-Saib'den rivayetine göre, Ebu Abdurrahman es-Sulemî şöyle demiştir: Biz, Kur'ân-ı Kerimden on ayet-i kerime öğrendik mi, o on ayetin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğrenmedikçe bir sonraki on ayeti öğrenmeye geçmezdik. İmam Malik'in Muvatta adlı eserinde belirttiğine göre Abdullah b. Ömer Bakara sûresini 8 yılda  öğrendi. (Editör)

3. Hadisi İbn Mes’ud’dan (ra) Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.

4. Ebu Zeyd’den (ra) Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir.

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ