Duymadığın Bir Şey Yok –Duymadığın Çok Şey Var - rahle.org

Duymadığın Bir Şey Yok –Duymadığın Çok Şey Var - rahle.org

Duymadığın Bir Şey Yok –Duymadığın Çok Şey Var


Facebookta Paylaş
Tweetle

Fikri GÜLSOY

 

Yolu, İslamî hassasiyetlerin ön planda olduğu ortamlara şöyle böyle düşen, bu ortamlardaki havayı azda olsa teneffüs eden bir kimsenin duymadığı bir şey yok neredeyse. Hele hele benim gibi yirmi yılı aşkın süredir hem sürekli  birilerini dinleyen hem de sürekli  bir şeyler okuyanların duymadığı şey neredeyse yok gibidir. Bu cümlelerle kastım hepimizin İslam adına ne varsa bunların hepsini derinlemesine bildiğimiz değil elbette. Ancak daha çocukluk dönemlerinde başlayan dinî eğitimler olsun, okuduğumuz kitaplar olsun, katıldığımız sohbetler, programlar, konferanslar olsun bizde kayda değer bir “duyma ameliyesi”nin gerçekleşmesini sağlıyor. Neredeyse duymadığımız bir şey yok İslam adına.

Kulağımızla duyduklarımızın ne kadarını yaşıyoruz? sorusu önemli bir sorudur. Yaşadıklarımızın ne kadarını duyarak yaşıyoruz sorusu ise daha hayati bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Duyarak yaşamakla ifade etmek istediğimiz nokta yaşanılan şey; “her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir” bilinciyle ifade edebileceğimiz “ihsan” üzere yaşanılan her türlü ameldir.

Bu noktada farklı duyma seviyelerinden bahs edilebilir: Kafirlerin, müşriklerin, münafıkların, günahkarların (mücrimlerin), müslümanların, mü’minlerin, salihlerin, muttakilerin, muhsinlerin, şehidlerin, sıddıkların, öncülerin (sabikunun), yakınlaştırılmışların (mukerrubunun) duyma seviyeleri...

 Kafirlerden bazıları hakikati belki de bazı Müslümanlardan fazla duymuşlardır. Hatta Nemrut, Firavun ve Ebu Cehil gibileri hakikati sıkça duymakla birlikte bu duyma işini de hakikatin yeryüzündeki en yetkin temsilcileri olan peygamberler vesilesiyle duymuşlardır. Bunca duymaya ve peygamberler eliyle tebliğe rağmen kafirler hakikate iman etmediler. Bu haliyle “küfür”, bir sıfat olarak, hakkı duyup da kayıtsız kalmanın adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Peygamberler eliyle yapılan tebliğle birlikte, hakikatle iç içe, yıllarca yan yana yaşadığı halde hakikati bir türlü duyamayanlardır kafirler. Küfür Kur’an’la, Sünnetle, oruç ve namazla iç içe bir hayatı sürdürse de hakka gönül verememenin adıdır. Kafirlerin duydukları hakikat bilgisi katılaşmış kalplerinin duvarlarını aşıp hakkı kalpten duymalarına yetmemiştir.

Müşrikler -özünde bir Allah’a inanmalarına rağmen- şirk (ortak) koşmaları nedeniyle Tevhid ehli olamayanlardır. Müşriklerin Allah’a inanıyor olmaları belki de en büyük yanılgı sebepleridir. Bir Allah inançlarının olması, kendilerini “Allah’ın dostu” gibi algılamalarına neden olmuştur. Hatta inandıkları Allah’a yaklaşmak için putlar edinmelerini bile -Tevhid’e en büyük zarar veren etken olmasına rağmen- bu inançlarını kuvvetlendiren bir unsur olarak görüyorlardı. Bu büyük çelişkiyi yaşamalarının arkasında da şöyle böyle mevcut olan Allah inançları yatıyor olsa gerek. İnsanların gözü çoğu kere hakkın yanında oldukları yönündeki kesin kanaatleriyle öylesine körelebiliyor ki hakkın en büyük düşmanı şirki dahi göremeyecek biçimde duyarsızlaşabiliyorlar. İşte bu durumun en müşahhas örneği olan müşrikler, ancak Allah’a inanacak kadar hakkı duymalarının meyvesini almış ama Allah’a hakkıyla kulluk yapmadıklarından, hakikati olduğu gibi duyamadıklarından, Allah’ın kadrini bilmediklerinden en acı meyve olabilecek şirk çıkmazına düşmüşlerdir.

Münafıklar ömürlerini hakikati duyarak geçirmelerine rağmen hakikate karşı ikircikli davranarak dünyalarını ve ahiretlerini heba edenlerdir. Münafıklık, içinde -kırıntı kadar bile olsa- iman bulunan bir insanın hakikati duyup da onu yürekten kabullenemeyen, onu duyamayanların halidir. Münafıklık, bir davranış olarak, insanın hakikati duyarak inanmadığında iç dünyasındaki fırtınaların onu nasıl da bir küfre bir imana savurduğunu gösteren çok özel bir haldir. Münafıkların hakikati kulaklarıyla duydukları halde hakikate gönülden bağlı olmadıkları kesindir. Ancak, hakkı duyup da gereği gibi bir duyarlılıkla onu kalpte yaşamamak münafıklığın göstergesi olduğundan, sahabeden bazıları, Hz. Peygamberin (as) yanındayken yaşadıkları hali sonrasında koruyamadıkları için bu farklılık nedeniyle kendilerini münafık addetmişlerdi. Neyse ki Peygamber (as) kendilerini teskin etmiş ve bahsedilen farkın kabul edilebilir bir durum olduğunu kendilerine bildirmiştir. Buradan hareketle; her Müslümanın duyduklarını “içinde de duyması” ve kalbine bakarak bir münafıklık sorgulamasını yapmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

Günahkarlar (mücrimler) yasakları sürekli çiğneyenlerdir. Günahkar, yaptığının yanlış olduğunu duymuş, buna iman etmiş ve fakat sürekli iman ettiği gibi yaşayacak yeterlilikte inanması gerektiğini duyamamıştır. Bu sebeple de sürekli günahları yaşayıp durmaktadır. Eğer imanı kamil veya yakîn olsaydı, o günahları işlemeyecekti. Günahlara dalan kişinin, hayatı günah olan kişinin uçurumun kenarında olduğunun farkında olması gerekir: “Hayır, durum hiç de öyle değil! Günah işleyip de günahın kendisini her taraftan kuşattığı kapladığı kimseler var ya, işte onlar cehennemliktir. Hem de orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara , 81) Fakat insanın günah batağına düşmüş olması mutlak umutsuzluğu ifade etmez, eğer kişi Rabbine yönelirse bağışlanacaktır: “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, Gafur ve Rahîm’dir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).  (Zümer, 53) Hatta günahkarlardan öyleleri vardır ki, yaptıkları tevbeyle yükselerek önemli mesafeler kat etmişlerdir. Aslında alçaltıcı olan günah unsuru burada, insanın günahla işlediği cürmün büyüklüğünü kalbinde hissettiğinde, yaşadığı hissiyat ve Allah’a doğru yönelişle, günahı kalbinde olduğu gibi, bütün ağırlığıyla duyduğu anla birlikte, bu sefer kişiyi yükselten bir unsura dönüşmüştür. Tıpkı Hz. Yunus’un (as) duasındaki gibi: “Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 87)  Meselenin tam da bu noktasında kafir, müşrik, münafık, mücrim, müslüman, mü’min, salih, muttaki, muhsin, şehid, sıddık, öncüler (sabikun), yakınlaştırılmışların (mukerrebunun) konum olarak sabit ve mutlak olmadığını, hem birbiri içinde farklı konumlara geçmek, hem de her konumun kendi içinde farklı zaviyelerde yaşanmasının mümkün olabileceğini hatırlamamız gerekiyor. İnsan müşrikken sonradan iman edip şehid olabilir, Müslümanken sonradan nankörlük edip küfre girebilir.

Müslümanlar duyduklarına iman edenlerdir, mü’minler de. Ancak inandıklarını iç dünyalarında duymaları bakımından değerlendirdiğimizde arada farklılığın olduğunu görürüz. Müslüman olmak teslim olmakla ifade edilirken; mü’min olmak -bir ileri adım olarak- imanın kalpte yerleşmiş olduğunu ifade etmektedir: “Bedeviler “iman ettik!” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, lâkin “İslâm olduk, size inkıyad ettik!” deyiniz. Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir.” (Hucurat, 14)

Salihler güzel iş yapanlardır. Salihler için işlediği her bir farklı salih amel için ayrı bir seviyeden rahatlıkla bahsedebiliriz. “Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır.” (En’am, 132) Örneğin on liralık infakla bin liralık infak farklı iki salih ameldir ve dereceleri farklıdır. Yüz kere zikirle bin kere zikir de birbirine eşit değildir, on rekat nafileyle bin rekat nafile de. Asıl duyarak yapılan salih amelden kastımız ise, yapılan iş aynıyken değerinin yüksek olmasıdır. Bu noktada aynı işe daha fazla karşılık garantisi gibi bir pazarlığın söz konusu olamayacağını işin ehli zaten bilir. Ancak hakkıyla bir kez “Allah!” demek çok daha değerlidir, hakkıyla kılınan bir namaz çok daha değerlidir, hakkıyla eda edilen zekat çok daha değerlidir, hakkıyla yapılan infak çok daha değerlidir, hakkıyla okunan Kur’an çok daha değerlidir, hakkıyla anlatılan bir sohbet çok daha değerlidir, hakkıyla dinlenen sohbet çok daha değerlidir, hakkıyla yazılan yazı çok daha değerlidir, hakkıyla okunan yazı da çok daha değerlidir. Tüm bu işlerin hakkını vermek, duyarak yaşamak nasıl mümkün olabilir? Kişi bu soruyu sorarak işe başlayabilir. Yoksa benim cevabım sana hiç uymayabilir ya da ben hakkıyla duyduğum-düşündüğüm şeyde yanılmış olabilirim. Duymanın gerekliliği belli bir şeyken “nasıl hakkıyla duyulur?” sorusu kişisel bir durumdur. Çok net ve önemli örneklikler ufkumuzu açabilir: Örneğin Hz. Peygamber’in gelmiş geçmiş bütün günahları affedilmesine rağmen ayakları şişinceye kadar namaz kılma duyarlılığı çok çarpıcı bir örnektir. Kulluk noktasında en üstte duran zat bu durumu; “şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek açıklamıştır. Bu nasıl bir duyarlılıktır ki günahı yokken, ayakları şişinceye kadar namaz kılmakta, şükür hakkında yeni ve bizim ufkumuzda bile olmayan başka bir hassasiyetten söz etmektedir. Bu örnekten aynı zamanda bu işin sınırının olmadığı sonucunu çıkarıyoruz. “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.” (Hucurat, 2) ayeti inince kendisinin bu konuda ayetin doğrudan hedefi olmadığını düşündüğümüz Hz. Ebubekir’in (ra) Rasulullah’ın (as) yanında çok kısık sesle konuştuğu ifade ediliyor. Öyle bir duyarlılık ki, “acaba ben de sesimi O’nun sesinden fazla çıkarıyor muyum?” endişesi taşıyor...

Muttakiler zaten duyarlı Müslümanlardır, günahtan sakınanlardır. Fakat muttakiler için de duyduklarını hayata geçirme bakımından farklı duyarlılıklardan söz edebiliriz. Öncelikli olarak bildiğimiz bir şey var; bir günah insan aklına düşüp de onu yaparsa misli kadar karşılık bulur, yapmaz ise kendisine bir vebal yoktur. Bu genel kaideyle birlikte, bir kişi yaptığı günahı veya hata sayısını ne kadar azaltırsa o kadar muttaki olur. Muttaki olma yolculuğu öyle bir noktaya gelir ki, artık o anda, o duyarlılıkta günahı-hatayı işlemek değil zihninden geçirmek bile eleştirilir. Bir bakıma kalpten günaha, hataya, isyana karşı meylin sökülüp atılması hedeflenmektedir. Zaten kişi kalbinde, günaha karşı bir meyil hastalığıyla malul ise nihayetinde zihinde ve kalpte vuku bulacak bu ilk hareket sonrasında eyleme geçme tehlikesi taşımaktadır. Bu bakımdan bizden bu tür düşüncelerin filizlenmemesi için kötülükten uzak durmamız istenmiştir. Kötüyü görmek ve yakın durmak, ona meyli beraberinde getirebilir. Hatta şüphelilerden dahi uzak durulması istenmektedir. Şüphelilerden kaçınmak fazladan bir duyarlılık isteyen bir iştir. İşin özüne bakıldığında, kaçınılan şey yasaklanan (haram) bir şey değildir. Şüphelidir ve doğrudan günahı yoktur. İşin bu yanı insanı şüpheliye doğru çekecektir. Bu bakımdan şüpheliden kaçabilmek için kişinin hassas bir kalb duyarlılığına ihtiyacı vardır. Ancak bu durumda kişi iç dünyasındaki duruluğa bir zarar gelmemesi için sakınabilir. Bu seviye olmadığında ise şüpheliler önemsizleşir.

Muhsinler öyle duyarlıdır ki , işlerini öyle düzgün yaparlar ki sanki Allah (cc) onları görüyormuş gibi. Bu sebeple Muhsinlerin hayatında riyadan, gıybetten, haksızlıktan, yalandan, zulümden, hafiflikten, işleri geçiştirmekten eser yoktur.

Şehitler Allah için canlarını veren Müslümanlardır. Şehit öyle bir duyarlılıkla Rabbine yönelmiştir -duyduklarını öylesine içten duymuştur- ki, Allah’la arasında maraz oluşturacak hiçbir şey bırakmamıştır. Her savaşanın şehit olmadığı bilinen bir gerçektir. Demek ki  savaşa katılarak zahirde malı, evlad-u iyali, dünyayı ve nihayet canını geride bırakan herkes bu duyarlılığa ulaşamıyor. Tabi burada sağ kalanların bir kısmı da Allah’ın başka hikmetlerine bağlı olarak -başka zaferleri kazanmak için- hayatta kalmış ve şehitlikten daha üst bir mertebeye de hazırlanmış olabilir, bu başka bir durum. Fakat yine zahiren cephede şehit düşen birisinin durumu biz kulların nezdinde içinde taşıdığı şehadet isteğinin, duyarlılığının, samimiyetinin Rabbimiz tarafından tasdiki olarak algılanmaktadır. Şehit her şeyi terk ettiği ve geride bıraktığı için bir canı kalmıştır; onu da Allah yolunda vermek için meydana çıkmıştır ve şehadetle nimetlendirilmiştir.

Sıddıklar doğruluğun zirvesindekilerdir. Sıddıklar öyle bir imana sahiptir ki kafalarında, kalplerinde ve yaşantılarında  ne bir şüphe, ne bir zikzak, ne bir leke vardır; tam bir iman, itaat ve amel örnekliğinin timsalidirler. Sıddık-ı Ekber Hz. Ebubekir’dir. Hz. Ebubekir’in temsil ettiği duyarlılık Hz. Peygamber’le (as) aynı olmak, getirdiklerine tereddütsüz iman etmek, O’na hicrette arkadaş olabilmektir. Hatta İsra olayında gördüğümüz gibi ortaya çıkan söylentileri ilk olarak müşriklerden öğrendiğinde, daha haberi Hz. Peygambere sormadan; “O söylediyse doğrudur!” diyerek tasdik örnekliğini göstermesi sıdkın doruğunu temsil etmektedir.

Öncüler (sabikun) ve Yakınlaştırılmışlar (mukerrebun) ise azdır. Öyle anlıyoruz ki, duyduklarını en üst seviyede duyarak yaşayanlar, öncü olanlar ve yakınlaştırılmış olanlardır. Çoğu öncekilerden birazı da sonrakilerden... Bu zümre neredeyse ömürlerinin her anını hakkını vererek, hakka uyarak, hakkıyla duyarak yaşayanlardır. Bu Müslümanlar hayatları boyunca, hem en doğru işi yapmışlar, hem de yaptıkları işi doğru bir şekilde yapmışlardır. Böylece hem gerektiği kadar infak etmişler hem  de hiç başa kakmamışlar, hem hakkıyla namaz kılmışlar hem de riyaya meyletmemişler, hem dua etmişler hem ihlasla yapmışlar, hem Kur’an okumuşlar hem okuduklarını gereği gibi yaşamışlar, hem konuşmuşlar hem de konuştuklarını en iyi yaşamışlar. Ömürleri boyunca iman ve amelde örnek olmuşlardır. Sanki basit bir işten bahsetmişim gibi geldi bir an. Ancak yazının en başından beri endişesini çektiğim şey zaten bu basit gerçekliğin hayata geçirilmesinin zorluğu meselesidir. Kıldığımız tüm namazların, yaptığımız zikirlerin, ettiğimiz duaların, okuduğumuz Kur’an’ın nihai amacı; bütün ibadetleri ihlas ve ihsan şuuruyla, duyarlılığıyla yapabilmek; niyetle yakalanan ufukla da bütün bir hayatı hasenat hanesine yazdırabilmektir. En büyük mesele budur: Yeni şeyler bilmemize, yeni şeyler duymamıza çok da ihtiyacımız yok. Asıl sorunumuz; duyduklarımızın ihlasla duyarak, içtenlikle yaşanmasıdır.

 

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ