Bangladeş-Arakan Sınırından Notlar - rahle.org

Bangladeş-Arakan Sınırından Notlar - rahle.org

Bangladeş-Arakan Sınırından Notlar


Facebookta Paylaş
Tweetle

Ebubekir ARMAĞAN

 

Yeni Şafak’taki köşesinde Türkiye’de Arakan’daki soykırım henüz gündeme yerleşmemişken “Arakanlı’lar Bizim Neyimiz Olur?” çarpıcı sorusu ile konuyu gündeme taşıyan Akif EMRE’nin yazısını okuduğumun üzerinden henüz 1-2 hafta geçmemişti ki; bir sabah çalan telefonumun diğer ucunda konuşan Bursa İHH (İnsani Yardım Derneği) Müdürü Mustafa İRGÜL bana, “Arakan’a Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’ni temsilen Bursa’da toplanan yardımları ulaştırmak üzere gitmek imkanın doğdu, hemen pasaportunu hazırla...” dediğinde, kendimi bir anda Arakan gündeminin içerisine düşmüş olarak buldum. Kısa bir süre içerisinde Arakan ile alakalı bulabildiğim tüm yayınları, seyahatnameleri okudum, bölgeye daha evvel insani yardım için giden gönüllülerle çok kısa bir süre içerisinde irtibat kurup üstün körü de olsa bilgi edindim. Ve nihayet yola çıkış günü gelip çattığında çantama kaç parça kıyafet, bot, şapka koyayım, şunu mu götürsem, bunu mu?  diye düşünürken, eşimin sözleri kendime getiriyor beni: “Bu bebek giysileri hiç giyilmedi, bunları da yanında götür, oradaki bebeklere giydirirsin.

***

İstanbul’dan 10 Ağustos 2012 Cuma Günü Saat 18:20 uçağı ile Bangladeş’e havalanıyoruz... Ekibimiz 6 kişiden oluşuyor. Bangladeş saati ile 04:30’da Bangladeş’in Başkenti Dakka’ya iniyoruz. Ciddi bir nem ve kötü bir koku yayılıyor havaalanına, dışarıdan. Vize kontrolü esnasında Bangladeş’e turistik amaçla geldiğimizi söylüyor ve -bazı sorunlarla birlikte- vizeden geçiyoruz.

Akşam 18:30 saati itibariyle 1 saatlik uçuş mesafesindeki Chittagong’a pervaneli bir uçakla geçiyoruz. Burada bizi İHH’nın bölgedeki partner kuruluşu Dost Vell Fair’in genel sekreteri Ahmed SAMİR ve arkadaşları kocaman gülüşleri ile karşılıyor. Sıkı sıkı sarılıyoruz birbirimizi ilk kez gördüğümüz halde. Ahmed SAMİR’in Türkçesi çok iyi.  Öğreniyoruz ki İstanbul’da 3,5 yıl üniversite eğitimi almış. Ahmed SAMİR de Arakanlı ve ailesi ile birlikte 20 yıl önce Bangladeş’e göç etmek zorunda kalmış. Ve şimdi o kendini Arakanlı Mültecilere yardım etmeye adamış bir kahraman. Ahmed Samir’in yanında bir de 19 yaşında Yusuf isminde bir delikanlı var. O’da mülteci bir Arakanlı ailenin çocuğu. 20 yıl önce Arakan’dan Bangladeş’e göçen annesinin karnında geçmiş NAF Nehrini. Ve Kuto Palong mülteci kampında dünyaya gelmiş. 3 yıl sonra babası bir hastalık sonucu vefat etmiş.

Bizi karşılamaya geldikleri minibüse adeta balık istifi bir şekilde doluşuyoruz. Yolumuz 150 km. ve fakat 6 saat süreceğini söylediklerinde şaşırıyoruz. Şehirde hiçbir trafik lambasının, polisinin ve işaretinin olmaması şaşkınlığımızı ciddi şekilde artırıyor. Yoğun bir yağmur yağıyor. Mevsim, yağmur mevsimi. Yol boyu görüş mesafemiz 1 metreye kadar düşüyor. Bir ara Dost Vell Fair’in ofisine uğruyoruz. Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin Bursalı Hayırseverlerden toplamış olduğu parayı burada eş kuruluşumuzun yetkililerine teslim ediyoruz. Bu para bir süre sonra Bangladeş para birimine çevriliyor ve fitrelerin dağıtımı için belirlenen rakamı yanımıza alıyor geri kalan kısmını ise acil yardım malzemesinin temin edilmesi için, eş kuruluşumuzdaki kardeşlere teslim ediyoruz. Yine yollara düşüyoruz. Yollar Türkiye’de alıştığımız gibi değil. Ciddi anlamda bir kargaşa hâkim. Sarsıla sarsıla yol alıyoruz. Ve nihayet yaklaşık 6,5 saat süren yolculuğumuz, Bangladeş-Myanmar sınırında Hint Okyanus’u kıyısındaki Cox’s Bazar’da sona eriyor. Saat sabaha karşı 04:30. Bursa’dan yola çıkışımın üzerinden tam 45 saat geçmiş. Kalacağımız otele eşyalarımızı yerleştiriyoruz. Burada bizi İHH’nın Bölge sorumlusu Recep GÜZEL karşılıyor. Recep GÜZEL bize 06:00’da gayr-i resmi LEDA Mülteci Kampına hareket edeceğimiz söylüyor ve yanımıza yağmurluk, bot, yedek tişört almamızı tembihliyor. Kısa bir istişare sonucu uyumamanın en sağlıklı karar olduğuna kanaat getiriyoruz.

***

Ve Leda Mülteci Kampına tam vaktinde, 06:00’da hareket ediyoruz. Yol boyu uzanan çeltik tarlaları, alabildiğine yeşil araziler, palmiyeler arasından geçiyoruz. Yaklaşık 3 saat süren ve sarsıntıdan artık midemizin bulandığı bir araba yolculuğu sonrası Leda Mülteci Kampı’ndayız. Leda Mülteci Kampı “not registed” bir kamp; yani ne BM’nin ne de Bangladeş Hükümetinin kabul ettiği bir kamp değil. Burada 2200 Arakan’lı mülteci aile kaderlerine terk edilmiş durumda. Türkiye’den gelen STK’lar olmasa ciddi bir açlıkla karşı karşıya kalabilirler. Normalde bu kamplar gayri resmi olduğundan kamp içerisine girmek yasak. Tespit edildiğimiz an sınır dışı edilebiliriz. Fakat hem İHH’nın saha tecrübesi hem de eş kuruluşumuzun dikkat ve gayreti sayesinde kampa girebiliyoruz.  Kamp girişinde ilk olarak, her nedense,  kamp alanındaki sokakların kesme tuğla ile döşenmiş olduğu dikkatimi çekiyor. Soruyorum: “Kim yapmış bunları?” Mihmandarımız İngiltere’den gelen bir Müslüman STK’nın bunları yaptığını söylüyor ve ekliyor: “Bangladeş Hükümeti onları sınır dışı etti ve Leda Kampında yaşayan insanlar adeta sahipsiz kaldılar.” Kampın içerisine girdiğimizde gördüğümüz manzara bizi paramparça ediyor. Gördüğümüz tuğla örülü sokakların yerini çamur yığınları ve üzerlerinde tamamı ayakkabısız ve birçoğu çırılçıplak oynayan çocuklar alıyor. Biraz evvel çamurlara basmamak için akrobatik hareketlerle sıçrayan ben, bu manzara üzerine onlarla birlikte çamurlara dalıyorum. O dakika artık gözümde hiçbir şey yok. Makinemin deklanşörüne rastgele basıyorum. Burada hiçbir şey normal gözükmüyor. Sadece kadınların üzerindeki kıyafetler tam. Onlar da Arakan’dan kaçıp Bangladeş’e ilk adım attıklarında İHH’nın kendilerine vermiş olduğu giysilerle giyinebiliyorlar. Yoksa hiçbir şeyleri yok. Acı ve öfke Arakanlı Mültecilerin gözlerinden okunuyor. Çocuklar korkmuş gözlerle bizi seyrediyor. Kadınlar ise uzaktan bizi seyretmekle meşgul. Fırsat bulduğum ilk an mihmandarımızın çevirmenlik yapması vasıtası ile konuşuyorum: “Türkiyeli Müslümanlardan size selam getirdim, sizi seviyoruz, sizi yalnız bırakmadığımızı göstermek için buradayız…” diyorum.

İstisnasız her Arakanlı mülteci bizi gördüğünde “selam aleyküm ve rahmetullah” diyerek karşılıyor. Bundan sonra rahatlıyoruz. Artık evimizde gibiyiz. Allah’ın selamı her kapıyı açıyor, görüyoruz… Kamp barınakları tamamen derme çatma. 6 metre karelik barınaklarda bazen 6 bazen 10 kişi bir arada yaşamak zorundalar. Barınakların üstü İHH’nın vermiş olduğu brandalar ile yağmura karşı korunmak maksadı ile kapatılmış. Brandalar uçmasın diye, çatı üstleri gelişi güzel bir şekilde taşlarla döşenmiş.

 Dela Mülteci Kampında Türkiye’den gelen yardımlarla alınan kumanyaları dağıtmaya başlıyoruz. (Üzüntü ile müşahede ediyoruz ki, Türkiye’den başka, birkaç ülkenin küçük çaplı STK’ları hariç, herhangi bir ülkenin resmi ya da gayrı resmi çalışması yok.) Arakanlı mülteciler sıraya diziliyor, alacakları ailelerini 1 ay idare edebilecek 1 çuval kumanya. Kendi kendime; “Yokluğun sözlük anlamı bu manzara olmalı herhalde...” diyorum.

İHH’nın bölgedeki 14 yıllık saha tecrübesi hiçbir kaosa mahal bırakmaksızın dağıtımın sıhhatli şekilde yapılmasını sağlıyor. Biz de kâh kamyon tepesinde, kâh arkasında dağıtıma eşlik ediyoruz. Kumanya dağıtımı bittiğinde Türkiye’den gönderilen fitrelerin dağıtımına sıra geliyor. Her bir aileye 3000 Bangladeş TAKA’sı, Türk Lirası ile 65 TL ederinde bir para dağıtılıyor. Burada da hiçbir olumsuzluk yaşanmıyor. İHH hem kurumsal olarak hem de kadro olarak tam bir profesyonellik örneği sergiliyor. Dağıtım bittiğinde kampın ara sokaklarına dağılıyoruz. Çocuklar peşimizde. Onların resimlerini çekiyorum, ekrandan kendilerini gördüklerinde mutlulukları tarif edilir gibi değil. Bir ara çocukluğumuzda oynadığımız misket oyununa benzer bir oyunlarına denk geliyorum. Yalnız onların misketleri yok, taşlardan yaptıkları oyuncaklar ile oynuyorlar. Oyunlarına dâhil oluyorum. Bana bakıp bakıp gülüyorlar. Biraz koşuyorum onlarla. Ama aşırı nem daha fazla müsaade etmiyor onlarla oynamama.

Çocuklar… Yaşanan soykırımdan en çok etkilenen onlar olsa da, yokluk içinde mutlu olmayı becerebiliyorlar. Bugün onların anlatacak bir hikâyeleri oldu ve bu hikâyenin içinde bir figüran olmanın mutluluğunu yaşıyorum. İsimlerini soruyorum: “Kumar Namke?”  “Namke: Muhammed OSMAN, Muhammed ALİ, Hatice AİŞE, Esma NUR…” Gülüyorlar. Onlar güldükçe ben de gülüyorum... Ama yoklukları, yoksunlukları, başlarının okşanmaya muhtaç oluşu ziyadesi ile yaralıyor beni.

Ve artık ayrılma vakti. “Yine geleceğiz, ateş almaya gelmedik, biz gideceğiz başka kardeşlerimiz gelecek sizinle kucaklaşmaya, yetimlerinize sahip çıkmaya… Hey çocuklar! Yine oynayacağız sizinle!” diyesim geliyor. Ekibimize bakıyorum, hepsinin yüzünde aynı hüzün ve burukluk. Kimi arkadaşlarımız gözyaşlarını saklamaya çalışsa da bu artık hiçbirimiz için pek mümkün olmuyor. Bizi yine selamlarla uğurluyorlar. Arabalarımıza binip otele doğru yola çıkıyoruz. Dinlenmeliyiz… Birçoğumuz 48 saati aşkındır yollardayız ve birkaç saatlik uykumuz var. Dinlenmeliyiz, daha gidecek birçok mülteci kampı ve yapacak çok işimiz var… 

Otele geri döndüğümüzde her birimizin üzerine sinmiş olan derin hüzün, acı, öfke, yorgunluk ve uykusuzluğumuz ile birleşince derin bir gündüz uykusuna dalıyoruz. İftar vakti Bangladeş’te 18.30’da olduğundan iftar için uyanıyoruz. Ekipteki tüm arkadaşlarımız iftar sonrası toplanıyor ve ilk günün istişaresini yapıyoruz ve ardından edindiğimiz izlenimleri internet ortamında paylaşma telaşına düşüyoruz.

***

Ertesi gün İHH’nın Bangladeş’te yaptırdığı kalıcı çalışmaları ziyaret etmek için yeniden yollara düşüyoruz. Dünün yorgunluğu nispeten hafiflediğinden ellerim deklanşörde, Bangladeş sokak ve caddelerini fotoğraflıyorum. 2 saat süren bir yolculuk sonrası Aziz Nagar bölgesine ulaşıyoruz. Burada “Madrasah Uloomeddınah”  (Dini İlimler Medresesi) adıyla faaliyetini 25 yıldır aralıksız sürdürmeye çalışan 600 öğrencinin öğrenim gördüğü medresede,   İHH’nın açtırmış olduğu su kuyusunu ziyaret ediyoruz. Burada su kuyusu açtırılmadan önce 600 öğrencinin temiz su ihtiyacı 250 m öteden kovalarla taşınarak sağlanıyormuş. Şimdi ise açtırılan kuyu sayesinde medrese bahçesine yaptırılan şadırvan sayesinde öğrenciler sutaşıma çilesinden kurtarılmış. Dua ediyoruz, hayır sahiplerine. Bir kez daha müşahede etmek imkânı buluyoruz ki; su kuyusu açma projesi hayati bir öneme haiz. İHH’nın dünyanın birçok bölgesinde açtırmış olduğu su kuyuları var. “Su Gibi Aziz Ol” kampanyası sayesinde Türkiyeli hayırseverler kendi adlarına da su kuyusu açtırabiliyor.

Medreseden ayrılıp yine Aziz Nagar bölgesindeki bir başka köye geçiyoruz.  Burada İHH’nın Türkiyeli hayırsever bir ailenin bağışı ile yaptırmakta olduğu inşaatı tamamlanmak üzere olan bir camiyi ziyaret ediyoruz. Köy halkı bizi iki sıra halinde kortej eşliğinde karşılıyor. Türkiye’den geliyor olmamız onlar için fevkalade öneme haiz. Sarılıp kucaklaşıyoruz her biriyle. Cami Bangladeş mimarisine uygun olarak inşa ediliyor. Düz çatılı olan caminin, geniş bir cemaat alanı mevcut. Ve tamamlanmasına 1-2 ay bir süre kalmış...

Akşam iftar vaktinin yaklaşmış olması münasebeti ile ziyaretimizi sonlandırıp otele doğru yola çıkıyoruz. Bangladeş trafiğinin karmaşası içinde korna seslerinin estirdiği terör eşliğinde iftarımızı yolda açıyoruz. Otele döndüğümüzde artık ertesi günün planlamasını yapıyoruz.

***

Ertesi gün sabah 06.30’da otelden ayrılıp yola koyuluyoruz. Hint Okyanusu kıyısına paralel bir yoldan 2 saate yakın bir yolculuk sonrası KUTO PALANG UN REGİSTED CAMP’a varıyoruz. Kuto Palong mülteci kampı 20 yıl önce BM tarafından kurulmuş bir kamp. Fakat bugün itibariyle BM mezkûr kampı kaderine terk etmiş durumda. Bu kamp da -DELA Kampı gibi- gayr-i resmi bir kamp. Kısa adı “TİKA” olan Türkiye İşbirliği Kalkınma Ajansı’nın kumanya dağıtımını İHH üstlenmiş durumda. Çünkü İHH’nın bölgedeki tecrübesi ve profesyonelliği üst düzeyde. Kamp çok geniş bir alana yayılış gösteriyor. 7200

ailenin barınmaya çalıştığı kampın genel hali içler acısı. İHH Arakan Bölge Sorumlusu Recep GÜZEL: “Dünyada gördüğüm en kötü mülteci kampı burası...” diyor ve ekliyor “Kampın durumu felaket…”

Dağıtımlar yine hiçbir kargaşaya imkân bırakılmaksızın büyük bir titizlikle profesyonelce yapılıyor. Kamyonların kamp içine girmesinin yol olmamasından dolayı, mümkün olmadığından, dağıtım yol üzerinde yapılmak zorunda. Kumanyasını alan Arakanlı Mülteciler kamp içerisine yaklaşık 1 km yolu sırtlarındaki yükle yürümek zorundalar. Ama onlar için hayati öneme haiz bu kumanyaya ulaşmak onlar için büyük bir mutluluk kaynağı. Yüzlerce metre kuyruk oluşuyor kumanyaları almak için. Kumanyalarını alan mülteciler sevinçle kampa doğru yol alırken, kamp içerisinden de yüzlerce Arakanlı mülteci dağıtım noktasına koşarak geliyor. Bütün bu telaş, bir aylık gıdanın temini için yapılıyor. Onların bizim gibi 3 öğün yemek yeme alışkanlıkları yok. Bir öğün buldular mı kendilerini nasipli sayıyorlar.

Kamp içerisine doğru ilerlediğimizde mihmandarlarımızdan biri Arakanlı Mültecilere bizim Türkiye’den gelen Müslümanlar olduğumuzu söylüyor. Yoksa içeri girme şansımız yok. Kampın belki de en orta yerindeyiz. Etrafımızda yüzlerce Arakanlı mülteci çocuk doluşuyor bir anda. Kimileri nasipli, üzerlerine giyebilecekleri bir parça kıyafetleri var parça parça olsa da. Kimilerinin ise üzerleri tamamen çıplak durumda. Ve hiçbirinin ayakkabısı yok. Hepsi çamur içinde yalın ayak yürümek zorunda. Bir ara Pakistan asıllı İngiltere vatandaşı bir aktivist olan Chakil çocuklarla birlikte tekbir getiriyor. Bu manzara tüylerimizi ürpertiyor. Ben de çocukların arasına girip onlarla birlikte bağırıyorum: “Allah-u Ekber, La İlahe İllallah!” Bütün kamp çocukların tekbir sesleri ile yankılanıyor.

Bir ara yanımıza ihtiyar bir Arakanlı mülteci sokuluyor. Selam veriyor. Aklımdan o dakika yanımıza sokulup bizden kendi dilinde bir şeyler talep eden herhangi bir mülteci kardeşimiz olduğu geçiyor. Çok geçmeden yanıldığımı anlıyorum, büyük bir mahcubiyet duyarak. Amca ekibimizden bir arkadaşımızın göğsüne yaslanıp sıkıca sarıldıktan sonra hıçkırıklara boğuluyor. “Sabren cemile, Allah Kerim” diyerek O’nu teselli etmek derdindeyiz. Lakin mümkün değil; gözyaşları durmuyor. Soruyoruz, neden bu kadar iç çekerek ağlıyor? Diyorlar ki: “Arakan’da Burmalı katil Budistler 5 oğlunu birden hunharca katletmiş, 65 yaşında ve şimdi kimi kimsesi yok…” Şimdi kimsesiz kaldım, diyerek ağlıyor. “Biz seninleyiz, senin çocukların biziz!” diyoruz. İyice aklaşmış sakallarını sıvazlıyorum. Birkaç kare alıyorum ve artık deklanşöre daha fazla basamıyorum. O ağladıkça bizim de gözyaşlarımız onunkine karışıyor, ekibimiz Arakanlı mültecilerle birlikte gözyaşlarına boğuluyor...

Birkaç dakikalık durgunluk sonrası mihmandarımız kalabalığı yararak yanımıza geliyor ve ısrarla onunla gitmemizi istiyor. Peşine düşüyoruz. Bir anda karşılaştığımız manzara bizi iyiden iyiye hüzne ve gözyaşına boğuyor. Bir adam henüz 20’li yaşlarının sonunda bile olmayan bir kadıncağızı kucağında taşıyor. Kadının ismi Noor ASHAH, kucağında kendisini taşıyan ise kocası Cafer MİAH. Evlerine yapılan saldırıda çıkan yangında çocuklarını kurtarmak pahasına ayak kemiğine kadar yandığını hissetse de evden ayrılmıyor. Maalesef çocuklarından 3’ü yanarak hayatını kaybediyor. Yanarak can veren çocukların yaşları ise 5’in altında… Olaydan sonra çocuklarının naşını dahi defnedemeden yanık ayağı ile günlerce yol yürüyüp NAF Nehrine ulaşıp Bangladeş’e kaçıyorlar kalan 2 çocukları ile birlikte. Kampın gayr-i resmi olması münasebeti ile hiçbir surette tıbbi müdahale imkânı bulamadıklarından günler boyu acı içinde kıvranmak zorunda kalıyor. Ekibimiz Arakanlı mülteci anneyi bölgedeki özel bir hastaneye kaldırıyor. Şükürler olsun acısı dindi diyoruz ama, birkaç saat sonra gelen haberle yıkılıyoruz: Hastanede yapılan müdahale sonucu doktorlar aşırı doku kaybı ve enfeksiyon riskinden dolayı ayak bileğinden kesilmek zorunda. Aklımdan yalnızca bir cümle geçiyor: “Allah Azizdir, intikam alıcıdır. Allah’ım sen mazlumların intikamını al!

Kamp içerisinde hangi Arakanlı mülteciye dokunsak hepsinin bir hikâyesi var. Ya kızları tecavüze maruz kalmış, ya çocukları yakılmış, ya kocaları hunharca katledilmiş, ya bir yakını işkence altında can vermiş, ya da… Tam anlamıyla dağılmış bir vaziyette kaldığımız otele dönüyoruz. Ekibimizden kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Ekip başkanımız, konvoyumuzu Hint Okyanusu sahilinde durduruyor. Nefes almalıyız. Boğulacağız. Sahile inip avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Sahilde de çocuklar var. Yoksulluk her yerde. Çocukların oyunlarına karışıyorum. Onların kahkahaları dalga seslerine karışıyor. Bir nebze olsun hafiflemek güzel…

***

Bir sonraki gün İHH’nın yine Aziz Nagar bölgesinde bir hayırsever vasıtası ile yaptırmış olduğu Arakan’lı 42 yetimin kendisine yuva bildiği DARUL İMAN YETİMHANESİ’ne gidiyoruz. Buradaki Arakanlı çocuklar hem öksüz hem yetim.  Demir büyük bir kapıdan içeri girdiğimizde Yetimler bizi ellerinde çiçeklerle adeta kortej eşliğinde karşılıyor. Bizim için demetlenmiş çiçekleri alıp her birini kucaklıyoruz. Kamplarda şeker ve balon dağıtımı ciddi izdihama sebep olacağından yanımızda getirdiğimiz balon ve şekerleri bu yetimhanede kendilerine dağıtıyoruz. Çocukların mutluluklarına diyecek yok. Kimisi küçücük ellerine gizlemeye çalıştıkları şeker ve balonlarla tekrardan sıraya giriyorlar. Ne var ne yok veriyoruz onlara. Bu yetimhanedeki tüm çocukların aileleri İHH’nın “Bir Yetimin Elinden de Sen Tut” adlı kampanyasına katılan Türkiyeli hayırseverler. Hepsinin üzeri pırıl pırıl. Ayakkabıları yeni. Hedefleri büyük. Türkiye’de okumak istiyorlar. Kimi mühendis olmak istiyor, kimi doktor. Kimi de bizim gibi insanlara yardım etmek istediğini söylüyor. Yetimhane; bir sınıf, bir yemekhane, mescit ve yatakhaneden ibaret. Ve bir de büyükçe bir bahçesi var. Her birini öpüyor, kokluyor ve yeniden yollara düşüyoruz. Yetimhanenin bulunduğu köye çok yakın bir köye geçiyoruz. Burada da İHH’nın yapımını üstlendiği bir cami var. Henüz temeli atılmış. Bu köyde cami olmadığından bu proje onlar için çok önemli. Köye girdiğimizde köy halkı bizi çiçeklerden yapılmış büyük kolyelerle karşılıyor. Her birimizin boynuna asıyorlar bu çiçekleri ve alkışlıyorlar. Sarılıyoruz kardeşlerimizle ve onlara da Türkiyeli Müslümanların selamını iletiyoruz. Burada bulunan ve bambudan yapılmış derme çatma mescitte öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek kılıyoruz. Selamlar ve el sallamaları eşliğinde bölgeden ayrılıyoruz. Otele geldiğimizde mihmandarlarımızdan birinden gelen bir telefonla heyecanlanıyoruz. Arakan’dan kaçıp Bangladeş’e geleli henüz 3-4 saat olan, Arakanlı mülteci bir gencin yanımıza getirileceğini söylüyor, telefondaki sesin sahibi… Kısa bir bekleyiş sonrası, mihmandarımız Reyhan, beraberinde genç bir delikanlı ile kaldığımız otelin lobisine giriyor. Delikanlının üzerinde yeni giysileri mevcut, saçları taranmış. Üzerinde bir yolculuk emaresi yok. Lakin yüz hatlarındaki belirgin gerginlik ciddi bir travma yaşadığının ipuçlarını daha ilk bakışta veriyor. Yanımıza gelmeye tereddüt ediyor. Biliyor ki Bangladeş Polisi tarafından yakalanırsa sınır dışı edilecek ve döndüğünde öldürülecek. Reyhan bizi Türkiyeli Müslümanlar olarak tanıttığında, rahatladığını gevşeyen yüz hatlarından anlıyoruz. Sımsıkı sarılıyoruz ve ona “bizden sana zarar gelmez” mahiyetinde İngilizce bir şeyler söylüyoruz. Reyhan’a mülteci delikanlı ile mülakat yapıp yapamayacağımızı sorup olumlu cevap alınca, soruları yavaş yavaş ve bazen hıçkırıklara boğularak cevaplıyor delikanlı. Biz ise soğukkanlılığımızı muhafaza etmeye çalışıyoruz.

Devam ediyor anlatmaya: “Hükümet Arakanlı genç insanların tutuklanmasını emretmiş. Anne ve babam: “Neslimizin devamı sana bağlı, biz buradan kaçamayız artık yaşlıyız, kaç ve kurtul” dediler. Bir karar vermek zorundaydım. Bir gece yol çıktım. NAF Nehrine ulaşmak için 8 gün aç bir şekilde yürüdüm. Polislerden, askerlerden ve Rakhineli Budistlerden saklanarak nehre ulaştım. Bir kayıkçıdan yalvararak beni karşıya, Bangladeş’e geçirmesini istedim. Yakalanırsam öleceğim dedim. O da hayatı pahasına kabul etti ve buraya geldim. Hayattan hiçbir beklentim yok. Anne ve babamın akıbetlerini bilmiyorum, onları görebilir miyim, onu da bilmiyorum.”

Dinlediklerimiz bizi şoka sokuyor. Kimsenin söyleyecek hiçbir sözü yok. Günlerdir zaten gece uykusu uyumayan ben bir geceyi daha uykusuz geçirmeye hazırlanıyorum. Artık onu daha fazla yormak istemiyoruz. Bizden ayrılınca, mülakatı anında Türkiye’ye ulaştırma derdine düşüyoruz.

***

Gecenin ilerleyen saatlerinde yeni bir mülteci grubun NAF Nehrini geçmekte olduğu haberini alıyoruz. Sahurdan sonra onları nehir kıyısında karşılamak ihtimalimiz doğuyor. Fakat Reyhan bunun çok tehlikeli olacağını, mültecilerin hayatını da riske sokacağını söylediğinden onları güvenli bir bölgede karşılamaya hazırlanıyoruz. Karşılama sonrası Türkiye’ye dönüş vaktimiz geldiğinden acele bir şekilde uçağımıza yetişmemiz gerekiyor. Bunun için planlanan vakitte yani gece 04.00’da yollara düşmemiz gerekiyor.

Nihayet hareket vakti geldiğinde ekibimizle son kez birlikte yollara düşüyoruz. Gün yeni ağarmak üzere iken yağmur ormanlarının yemyeşil manzaraları eşliğinde yeni gelen Arakanlı mültecilerle buluşacağımız noktaya doğru ilerliyoruz.

2,5 saati bulan bir yolculuk sonrası bir köyün içindeki bahçeli bir köy evine giriyoruz. Eve girer girmez karşımızda mülteci kadınları buluyoruz. Her birinin yüzünde peçe var. Peçe onlar için geleneksel bir örtünme şekli olduğu kadar, Bangladeş’te emniyetleri açısından hayati bir öneme haiz. Arakanlılar her ne kadar ten renkleri ile Bangladeş insanlarına benzese de, elmacık kemiklerinin çıkık olması münasebeti ile Bangladeşlilerden ilk bakışta hemen ayırt edilebiliyorlar. Bangladeş emniyet ya da istihbaratı tarafından fark edildikleri anda ise sınır dışı ediliyorlar. Bu ise onlar için felakete yeniden dönüş anlamı taşıyor. Geri gönderilen mülteci kadınlar sistematik olarak tecavüze uğruyorlar. Bunu bilen birçok Müslüman Arakanlı kadın, iffetlerine halel gelmesin diye, kendilerini gemilerden NAF Nehrinin soğuk sularına bırakarak yaşamlarına son vermişler. Şu anda NAF Nehri üzerinde 1200 civarında Müslüman Arakanlının naşının yüzdüğü söyleniyor.

Hemen acil yardım malzemesinin dağıtımına başlıyoruz. Yardım paketlerinde mutfak malzemesi, hasır, branda, kadınlar için 3 parçadan oluşan geleneksel kıyafet ve bir parça çocuk-bebek kıyafeti var. Aynı zamanda Bursalı hayırseverlerden topladığımız fitreleri de burada ilk elden dağıtıyoruz. Kadınların hemen her birinin kucağında bebek denecek çağda çocukları var. Yüzlerinden yorgunluklarının izleri okunuyor. Birçok bebek annesinin kucağında uykuya dalmış. Kim bilir neler düşlüyorlardır diye soruyorum kendime. Çocuklarım gözümün önüne geliyor. Birçok bebeğin uyurken resmini çekiyorum. Yine kendi kendime şöyle diyorum: Yüce Allah masumiyeti yalnızca bebeklerin üzerinde yaratmış olmalı… Hiçbir şeyden haberleri yok. Birçoğunun babası katledilmiş, birçoğunun babasının akıbeti belirsiz. Kucağıma bir kız çocuğu alıyorum, ismi Esma Nur imiş. O da bir yetim. Henüz 1 yaşında. Kocaman gözleri ile etrafını şaşkın şaşkın izliyor. Ve onun gibi niceleri…

Ve son görevimiz de tamamlamış oluyoruz. Artık geri dönüş vakti. Acele ile bölgeden ayrılıyoruz. Otele gidip eşyalarımızı toparlayıp Cox’s Bazar’dan Başkent Dakka’ya doğru uçuyoruz. Ve bir Cuma sabahı geldiğimiz Bangladeş-Arakan sınırından, yine bir Cuma akşamı Türkiye’ye doğru havalanıyoruz. Kalbime Arakanlı kardeşlerimize dair binlerce hatırayı, hüznü, heyecanı, korkuyu, öfkeyi, çocukların saflığını, kadınların iffetini, NAF Nehrinin üzerinde Arakanlı kardeşlerimizin naaşlarının yüzdüğü soğuk sularını ve gördüğüm her Arakanlı kardeşimin, her birinin kadın, çocuk, genç, yaşlı, kim varsa, bizi gördüklerinde “es-selamu aleykum ve rahmetullah” deyişlerini doldurdum. Gördüğüm manzaralar karşısında çoğu kez kendimi tutamadım, tutmadım. Döndüğümde ise sırtımdaki yükün ağırlığını tüm dostlarımın kalbine paylaştıracağım. Yoksa bu kadar hüzün ve öfke ile nasıl yaşanacağına dair hiçbir fikrim ve tecrübem yok. Son söz olarak, Akif Emre’nin yazdığı o muhteşem yazıya ve sorduğu çarpıcı soruya cevaben kendi adıma şöyle diyorum: ARAKANLILAR BİZİM HER ŞEYİMİZ OLUR!

NOT:

Arakan, Asya kıtasının güneyindeki Pasifik Bölgesinde, Myanmar’a (Burma) bağlı küçük bir toprak parçasıdır. Birleşmiş Milletler (BM) raporlarına göre; Arakan Müslümanları dünyada en fazla zulüm ve baskıya uğrayan toplumdur. 1942 yılından -dünya savaşlarının ardından İngilizlerin bölgeyi terk etmeye başladıkları seneden- günümüze kadar yarım milyondan fazla Müslümanın katledildiği tahmin edilmektedir. Budist çeteler ve Burma güvenlik güçleri tarafından zulme uğrayan Arakanlıların bugün dünya genelinde 4,5 milyon olduğu ve bunun yalnızca 1,2 milyon kadarının Arakan bölgesi sınırları içersinde tutulduğu, diğerlerinin ise değişik ülkelerde kaçak mülteci konumunda olduğu tahmin edilmektedir. Yine araştırmalara göre; Arakan topraklarında bol miktarda doğalgaz ve petrol yatakları tespit edildi. Amerika Birleşik Devletlerinin bölge üzerinde bir üs kurmak için görüşmelere başladığı biliniyor. (Editör)

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ