M.Murat BAYRAK
ilgili ayetler: 4/Nisa/59, 65; 33/Ahzab/36; 6/Enfal/46
İslam, sadece gönüllerde ve/veya bireylerde yaşanacak bir din olarak değil; bilakis bir toplum halinde yaşanacak bir din olarak vaz’ edilmiştir.
Bu toplum –ki nihai olarak takva toplumu olması hedeflenmiştir- hiyerarşik yapıya sahip bir kamu otoritesi, ince elenip sık dokunarak belirlenmiş ahlaki kurallar ve dünya ile âhiret arasında paylaştırılmış ceza ve mükâfatların oluşturduğu üçlü sacayağı üzerinde var olur ve varlığını sürdürür.
Bu toplumun hayatiyetini salimen sürdürebilmesi için, hiyerarşik katmanda yer almayan ama “Peygamber as ın vârisleri” olarak nitelendirilmiş âlimlerce yürütülen informel bir itaat mercii de mevcuttur.
….
Takva toplumu, iman ve islam üzere kurulduğundan, bu toplumun her “şey”inde dinin bir rengi bulunur. Her zerresine “Allahın boyası”ndan bir tonun sindiği bu toplumda ilk ve mutlak itaat mercii, Allah cc’dür.
Müslüman bireyden beklenen ilk ve en üst düzeyde itaat, Allah cc’ye itaat etmesidir. Bu, mutlak ve seçme hakkı olmayan bir itaattır. Kendi anlayışına, yaşam tarzına, düşüncesine, bakış açısına hatta yaşam ve ölüm tercihine bağlı olmaksızın, kayıtsız ve şartsız bir itaat istenmektedir.
Bir şekilde bir başka itaat mercii ile çelişki oluştuğunda tereddütsüz Allah cc’ye itaat etmeyi seçmesi ve başka otoriteleri red etmesi[1]; direkt imana bağlı bir ameliye olarak addedilmiştir[2].
Duygu ve düşünce olarak bir başka mercinin itaat mercii olabileceğine inanmak, imandan çıkmak olarak nitelendirilmektedir[3]. “Zaruret” hallerinde yapılan bir “itaat sapması” durumunda ise Allah cc’nün af edici olduğu vurgulanmaktadır.
….
İsteklerini, emir ve yasaklarını vahiy aracılığıyla kullarına bildirmiş olan Allah cc, vahiy zincirini Kuran-ı Kerim ile tamamlamıştır. Böylece Allah cc’ye itaat etmek isteyenler, bu itaatin kapsamını açık ve net bir biçimde bulabilecekleri bir kaynağa sahip olmuşlardır.
Bu nedenledir ki, Allah cc’ye itaat, zaman ve mekanla sınırlı olmaktan çıkmış ve kıyamete kadar her müslümanın üzerine bir görev olarak yazılmıştır.
….
Rasulullah'a itaat, aynen Allah cc’ye itaatte olduğu gibi imanın bir gereğidir. Bu itaat da mutlak bir itaattır ve seçme hakkı yoktur.
Bu itaatin mutlaklığı ve seçme hakkı olmadığının en önemli delili, Kur’an-ı Kerimdeki Allah cc’ye itaati emreden ayetlerin hemen tamamında ilahi emrin: “Allah ve Rasulüne itaat edin” şeklinde gelmesidir. Allah cc, kendisine itaat ile Rasulüne itaati bir tutmuş, mükafat ve cezasını da bir olarak va’detmiştir. Allah ve Rasülüne itaat etmek, -biri diğerine tercih edilmeksizin- merhamet olunmanın şartı olarak bildirilmiştir[4].
….
Rasulullah sav e itaatin bir önemli boyutu daha vardır: Bu itaat, Allah cc’yü sevme iddiasının doğal ve olmazsa olmaz bir neticesidir[5].
Sevgiden kaynaklanması şartına bağlanan Rasul sav’e itaatin, gönülden razı olarak, hiçbir sıkıntı duymadan olması istenmektedir. Şayet, Rasul as ın bir hükmüne itaat, bir müslümanın gönlüne ağır geliyorsa, o noktada çok ciddi bir imanî problemin olduğu vurgulanmaktadır[6].
Bir yandan imana öte yandan da Allah ve Rasulünü sevmeye bağlı olan Rasûlullah sav’e itaat konusunda Sahabe-i kiram, son derece hassas ve rikkatli davranmışlardır.
Rasulullah sav’in bedenen aramızda olmamasına rağmen, sünnetleri ve İslam Hukukuna geçmiş hükümleri, bizim itaat etmemiz için elimizde mevcut bulunmaktadır. Rasulullah sav’e ait olduğu söylenen bir emir bize ulaştığında ilk tepkimiz, “O söylemişse başım-gözüm üzere” olmalıdır. Bu güzel ve ahlakî tepkiden sonra gerek duyuluyorsa gelen haberin sıhhati tetkik edilmeli, ilim ehline başvurularak doğrusu öğrenilmeye gayret edilmeli; birilerinin Rasulullah sav adına itaat mercii olmasına meydan verilmemelidir.
….
Allah'ın emirleri ve Rasülün sünneti, hükümlerin tesbitinde nihai otoritedirler. İslam, bu özelliğiyle diğer bütün sistemlerden ayrılır. Çünkü diğer sistemlerde nihai otorite yine insan olmaktadır.
Bir müslümanla bir müşriği/demokratı ayıran fark, ikincisinin kendisini mutlak olarak özgür hissetmesi, birincisinin ise mutlak otoriteyi Allah ve Rasulüne verip, Allah ve Rasulünün serbest bıraktığı konularda kendisini özgür hissetmesidir.
Alimlerin doğal itaat mercii olarak görülmeleri de bu temel farklılığın tezahürlerinden biridir: Alimlerin itaate layık olmaları, onların “Allahtan en çok korkanlarımız” olmaları ve Allah ve Rasulünün emir ve yasaklarını, yani dinin belirlediği itaat sınırlarını en iyi bilenlerimiz olmalarındandır.
….
Emir sahiplerine[7] itaat, yine Kuran-ı Kerimde yer alan ve bu yüzden de dini anlam taşıyan bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yani müslümanın emir sahibine itaati ile bir başkasının kendi usulünce emir sahibine itaati arasında ciddi bir fark bulunmaktadır: Müslüman için bu itaat, sadece siyasi/kültürel/askeri bir bir uygulama değil; doğru olması halinde uhrevi mükâfatı ve yanlış olması halinde uhrevi cezası olan bir eylemdir. Bir başka deyişle müslümanın emir sahibine itaati, Allah ve Rasülüne itaatin bir tezahürüdür ve o hassasiyetle ifa edilir. Diğerleri için ise böyle bir durum sözkonusu değildir.
….
Emir sahiplerine itaatın iki temel şartı vardır: Emir sahiplerinin bizden -müslüman- olmaları ve verdikleri emirlerin Allah ve Rasulunun emirlerine ters olmaması.
Emir sahiplerinin bizden olmaları, bizim en iyimiz olmaları anlamında değildir. Küfre girmediği sürece, fısk, fücur üzere dahi olsa, emir sahiplerinin “Allah ve Rasulünün emirlerine ters olmama” şartını gerçekleyen emirlerine uymak gereklidir.
Bu emirler, bizim menfaatlerimize, anlayışlarımıza, yaklaşımlarımıza ters olabilir. Müslümanın yapması istenen, emir sahibinden gelen bir itaat isteğinin, kendi doğru ve yanlışlarına göre tasnif edilerek uygulamaya alınıp alınmaması değil; Allah ve Rasülünün sınırları içinde olup olmadığını kontrol etmesi; sınırların içinde ise tereddütsüz o emrin gereğini yerine getirmesidir. Bu emri yerine getirirken ibadet ettiğini unatmamalı, gerekli fedakarlığı göstermeli ve ecrini –başka kimseden değil, hatta emir sahibinden hiç değil- yalnızca Allah cc’den beklemesi gerektiğini bilmelidir.
Allah ve Rasulünün emirlerine muhalif emirler veren bir emir sahibi, red edilmeyi hak etmiş demektir. Çünkü itaat, yukarda bahsettiğimiz gibi, siyasi/kültürel/toplumsal/askeri bir olgu değil; sevap/günah düzleminde ifa edilen bir ibadet hükmündedir ve müslümanlar ibadetlerinde son derece hassas olmak durumundadır.
….
Müslümandan beklenen itaat bilinç ve uygulaması, bir müslümanın ibadet hayatıyla iç-içedir: namazı, orucu, haccı, infakı, sadakası, itaati,… bunların hepsi ifasıyla sevap kazandıran ve terkiyle/reddiyle günaha götüren dini vecibelerdir.
Bu nedenledir ki, bir Müslüman, Allah ve Rasulünün yolunda gitmeye devam eden ve kendisini iman takva yolunda yürüten bir emir sahibinin emirlerini red edemez, önemsemezden gelemez. İhmal edilebilir, yok sayılabilir bir emir olarak telakki edemez.
Aynı hassasiyetle, kendisini iman ve takva yolundan uzaklaştıran, Allah ve Rasulünün sınırları dışına götüren emirlere de itaat etmesi beklenemez.
[1] Müslümanın red anlayışı ile ilgili bkz: http://rahle.org/mmurat-bayrak-yazarinin-red-mantigi-bakara-256-nisa-60-yazisi-406
[2] Bkz. 4/Nisa/59. ayeti kerimede hem iman edenlere hitap edilmekte, hem de Ahirete ciddi bir vurgu yapılmaktadır.
[3] Bkz. 24/Nur/47
[4] Bkz. 3/Ali İmran/132. ayrıca bkz: 4/Nisa/13-14
[5] Bkz. 3/Ali İmran/31.
[6] Bkz. 4/Nisa/65
[7] Bkz. Ali Ünal, Kuranda Temel Kavramlar, Emr Maddesi