Ben ve Öteki - rahle.org

Ben ve Öteki - rahle.org

Ben ve Öteki


Facebookta Paylaş
Tweetle

Emre Yavuz

“Öteki cehennemdir” der Sartre, 20 yy Avrupası iki savaş sonrasında ortak bir ideale girme çabasında iken. Bu söz her ne kadar varoluşçu bir düşünürün insanlara dair bir yorumu gibi görünse de, aslında bugün de Batı ve Doğu, Hristiyan dünyası-İslam dünyası gibi ayrı ve zıt tanımlamaların da temelini veciz bir şekilde dillendirir. Devlet, toplum, medeniyet veya kişi; ötekine dair her türlü düşüncenin kesin yargılarla çabucak mahkum edildiği bir zaman dilimindeyiz. İletişim kanallarının bu kadar zengin ve kolay hale geldiği bir zaman diliminde, iletişime geçmek ve anlaşabilmek için kullandığımız her türlü araç, kamplaşmaları ve fanatizmi körükleyen birer katalizör haline dönüşüyor. Ortak duygu ve düşüncelerin de hızla çözülmesiyle birlikteliğin dinamikleri daha ziyade ortak düşmanlar üzerinden yapılıyor.

“Öteki” kelimesinin zihinlerdeki karşılığının ne olduğuna bakarak, düşüncelerin sağlığına kanaat getirmek ve buradan tekrar yola çıkmak doğru olanı. Öteki deyince düşman, canavar, yok edilmesi, uzaklaştırılması gereken varlıkların daha çok akla gelmesi maalesef cari durumu kabaca özetliyor. Öteki deyince bir tehdit unsuru tahayyül etmekten ziyade, farklılığı ile “ben”i zenginleştirecek bir varlık düşünmek gittikçe daha az akl-ı selim sahibinin payına düşüyor. “Ben” kelimesini tekrar düşünerek yola çıkmak gerekiyor: “Ben” diyebilmek için işaret etmek zorunda olduğum bir “Sen”i tekrar düşünerek. Ötekinin olmadığı bir yerde, işaret edebileceğim “ben”in de kalmayacağını idrak ederek. Ötekinin katlanmak zorunda olduğumuz bir varlık olmaktan ziyade benliğimizin oluşması için her daim gereksinim duyduğumuz bir unsur olduğunu hatırlayarak. Çocuklarda benliğin oluşmasında babanın rolü, ilköğretimde arkadaşlarının rolü, evlilikte karı kocanın birbirine karşı rolü, ezeli futbol rakiplerinin birbirlerine karşı rolü, milletlerin birbirine karşı rolü, müminin kafire karşı rolü… Düşman veya dost olsun, ötekine muhtacız. Dışarıdan bir gözle kendimizi görmek, ne olmadığımızı bilmek, eksiğimizi görmek, duygularımızı tartmak için ötekine muhtacız. Kendimizi tekrar tanımlamak, yeni yollar aramak veya üzerinde bulunduğumuz yoldan vazgeçmek için ötekine muhtacız.

Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;

Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!..

Kendini aramaktan vazgeçmeyen adamlardan Necip Fazıl Kısakürek böyle yazmıştı. Ötekine dair algıları zayıflayan ve bunun sonucunda artık kendilik duygularını da yitirenlere şizofren denilmesi de bu gereksinimi açıklamaz mı?

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat Suresi 13. ayet)

Öteki hep olacak. Buna karşı da insan, dostu olsun düşmanı olsun sürekli ilişki içinde olacak. Öteki ile ilişkilerde kendi konumunu belirleyecek ve buna göre de kendisi ve toplumu için bir hayat tarzı oluşturacak. Öteki ile ilişkilerde esasları yeniden gözden geçirebilmek için mevcuttaki sorunları baştan ele almak ve buradaki hataları tekrar yapmamak için bu noktaları sürekli göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sorunlardan bir tanesi kendisine yakın veya çok uzak görüşlerden olsun kişi veya toplumların diğerlerini adeta şeytanlaştırarak iletişimi koparacak hale gelmeleri, diğeri ise kişilerin veya toplumların globalleşme adı altında sürekli pompalanan ekonomik, kültürel ve siyasi etkenler ile farklılıklarını ve kimliklerini yitirir hale gelmeleri. İki durum birbirinin zıttı gibi görünse de aslında idealin ifrat ve tefrit noktalarını oluşturuyor. Kişi ve toplum düzeyinde karşılaştığımız sorunların temelinde de öteki ile ilişkilerimizde kaçırdığımız dengeler yatıyor. Bush’un 11 Eylül saldırılarından sonra “Ya bizimlesiniz ya da teröristler ile berabersiniz” demesi, bir gettoda yaşayan annenin çocuğunu diğer mahallelerdeki insanlara asla yanaşmaması için verdiği telkinler, farklı türden cemaatlerin veya her yaştan arkadaş gruplarının gruba yeni katılan üyeleri diğer gruplar hakkında kesin yargılar ile ön bilgiler ile donatmaları, Hollywood filmlerinde sözümona özgürlük savaşçılarının, mazlum halkları oranın barbarlarından ve zalim yöneticilerinden kurtarmaları hep ötekine dair sorunlu anlayışların tezahürleri değil midir? Diğer yandan dünyanın değiştiği, insanların artık özgürce yaşayarak her türden dogmatik kuralların tahakkümünden kurtulması gerektiği, eskiden kalma inançların ve aidiyetlerin bir anlamının olmadığı, yeni üst kimliklerin oluşturulması gerektiği, iyi ve kötünün mutlak tanımlarının olmadığı, yeni şartlara göre insanların ortak iyiye ve doğruya el ele gidebilecekleri düşüncesi de demokrasi ve globalleşme şemsiyesi altında dünyanın her tarafına empoze edilmeye devam ediyor. Sonuçta inançlarını özümseyememiş, hayatına aksettirememiş, kör bir bağnazlıkla var olabilen bir çok farklı grubun ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Veya inanç esaslarına bağlılığını yitiren, kendisine ve medeniyetine yenilmiş gözüyle bakan, özgüvenini yitirerek başkalarını taklit ederek çıkış yolunu aranıyor.

Pratikte yapılması gerekenler günün ve coğrafyanın şartlarına göre değişiklik arz etse de teoride yapılması gerekenleri en başta söyleyebilmek gittikçe daha önemli hale geliyor. Batı dünyasından doğuya ve özellikle İslam dünyasına dair yapılan tanımlara karşı sürekli mevzi alma durumunda kalmak, esas misyonu ve kimliği kaybetme tehlikesini beraberinde getiriyor. Kendini baştan tanımlayamayan her kişi veya millet, başkalarının tanımlarını üzerinden kendisini tanımlama veya onlarla sürekli mücadele ederek esas kimliğine dair inşa sürecinden geri kalma problemleri ile baş başa kalıyor. Elbette yanlış tanımlara karşı cevap verilmesi gerekir ancak sürekli ne olmadığını anlatarak kişi veya toplum kendisine ilişkin olumlu bir imaj oluşturamaz. Esas olan kendi tanımızı temel ilkelerimizden yola çıkarak yapmak ve bunu ilan etmek, ve ilaveten buna uygun eylemlerle de kendimize ilişkin beyanımızın teyidini vermektir.

 

Öteki olmaktan ve ötekilerimizin olmasından korkmamalı. Öteki ile birlikte olmaktan, müzakere ve mücadele etmekten çekinmemeli. Öncelikle müzakere ederek muhatapları o koca öteki dehlizinden çıkarmalı. Cemil Meriç’in “toplumlara giydirilmiş deli gömlekleri” dediği ideolojilerin insana ve topluma dair tanımlarından uzaklaşıp, tanım dünyamızı tekrar inşa etmeli. Kur’an’da bize ve diğer topluluklara verilen tanımlar ile yola çıkmalı ve bu kavramlar ile dünyayı tekrar tanımlamalı. Bununla yetinmeyip, iyiye, doğruya ve güzele talip olmanın gereğini fiiller ile de ispat edip kendi tanımımızı daha belirgin hale getirmeli. Özetle ne olmadığı ve neler yapmadığı ile değil, ne olduğu ve neler yapabildiği ile tekrar mevzi almalı. Mevziyi, yani dünyaya, insana, topluma nasıl baktığımızı ve bunlar için neyin iyi neyin kötü olduğuna dair dünya görüşümüzü. Mevziyi kaybetmek, mevzuyu kaybetmektir çünkü.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ