Söyleşi / Abdurrahman ARSLAN - rahle.org

Söyleşi / Abdurrahman ARSLAN - rahle.org

Söyleşi / Abdurrahman ARSLAN


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

156. sayımızda “rikkat” kapağı ile çıktık hocam, 57’ de “hikmet” kapağı ile çıktık; 58’i de “düşünce” olsun diye kararlaştırdık. Bu konuda da sizle röportaj yapalım dedik.

Yani bence sınırlarının iyi çizilmesi gereken bir şey, tanımlanmaya muhtaç bir şey. Başlık bana öyle geldi. Çünkü düşünce kimlikli değildir, her düşüncenin kendi kimliği vardır. Sadece düşünce üzerine konuşmak biraz beni de aşan bir şey.

Ama mesela her zaman söylediğim bir söz var: “Söylenen her söz içinden çıkan kalbin libasını taşır.” Bu çok sevdiğim bir sözdür. Ataullah İskenderî’nin sözü. Bence düşünceyi bu kadar güzel ifade eden başka bir cümle yoktur. “Söylenen her söz içinden çıktığı kalbin libasını taşır.” Dolayısıyla hiçbir düşünce tarafsız değildir. Eğer biraz modern tabirle de konuşursak; kalp aslına bakarsanız hiçbir düşünce ve iktidardan bağımsız değil. Kendine göre bir iktidar biçimi taşır yani. Müslümanların tabii ki düşüncelerinin Allah’ın iktidarını içeriklendiren bir düşünce olması beklenir. Ama bence bundan biraz uzağız. Günümüzde giderek de uzaklaşıyoruz. İslam’ın iktidarından çok modern hayatın bize yükledikleriyle ilgili bir iktidar taşıyoruz. Bu da enine boyuna düşünmemiz gereken bir şeydir.

Aklı nasıl tanımlayabiliriz? Aklın kimliğinden söz edilebilir mi yoksa akıl nötr müdür?

Bence Müslümanların akıl hususunda akılları çok karışık. Özellikle de bizim teologların aklı çok çok karışık. Modernliğin aklını ödünç alarak, babalarının malı olduğunu zannederek kullanıyorlar onu. O akılla İslam’a bakıyorlar. Ve İslam’ı kirletiyorlar bence. Haşa İslam kirlenmez de, yaptıkları bir kirletmedir.

Tekrar sorunuza dönelim; akıl nötr değildir. Nötr diye bir akıl yoktur. Aklın kimliği de yoktur. Ondan dolayı nötr değildir. İnsan bedenindeki bütün organların bir kimliği vardır. Deyim yerindeyse kimliksiz olan sadece akıldır. Çünkü akıl hangi sosyal, siyasi, dini ne derseniz deyin, hangi değerlerin dünyasında iş tutuyorsa o değerlere göre doğru ya da yanlışa ilişkin bir şey söyler. Ondan dolayı da o her şeyle muhataptır. Ama mesela insan bedenindeki ciğer öyle değildir. Onun görevi kanı temizlemektir. Başka bir şey yapmaz. Ama akıl öyle değil. Onu hangi sosyokültürel ortamda besliyorsanız o ona göre konuşur. Size ona göre doğru ya da yanlışa ilişkin bazı kararlar vermenizi sağlar. Bu bir.

İkinci husus, Gazali’yi de devreye sokarsak 1300 sene önce Müslümanlara aklın iki şeye bağımlı olduğunu söylüyor ki bu Batı epistemolojisinde rastlayabileceğimiz bir şey değil. Diyor ki akıl ruha ve nefse bağımlıdır. Çünkü Batı epistemolojisinde hem bu ikisinin yeri yok hem de bağımsız bir akıl üzerinden modernist kendini düşünüyor. Bugün bizim teologlar da böyle düşünüyor yani bağımsız bir akıl olduğunu düşünüyorlar. Ben o yüzden onlara biraz zavallı gözüyle bakıyorum. Akıl bağımsız değildir. İstese de bağımsız olamaz.

Evet, bu aklı reddetmek değildir. Bu son dönemlerde edindiğimiz kötü bir alışkanlık var. Tek bir akıl kavramına sahip olduğumuz için akla yönelik bir şey söylediğimizde Müslümanlar bunu aklı hiçe saymak, aklı iptal etmek gibi algılıyorlar. Bu bence Müslümanların cehaletinden kaynaklanıyor. Burada İslam’ın akla ne kadar önem verdiğini anlatıyorlar. Elbette ki öyledir. Mutasavvıflara göre ilk yaratılan şey akıldır. Elbette ki aklı olmayan sorumlu tutulmamıştır. Bunu herkes biliyor, bunu konuşmuyoruz zaten. Bunları konuşacaksak eğer bir İslam düşüncesinin oluşması için çok zaman var demektir. Ama ben bu tür şeyleri geride bıraktığımızı düşünerek konuşuyorum. Ama bizim ilahiyatçılar daha o döneme gelmediler maalesef.

Elbette ki akıl çok önemlidir. Ama hangi akıl? Biz Kur’an’da da bize bildirildiği gibi bir fiiliyattan bahsediyoruz. Akletme fiilinden bahsediyoruz. Bir cisim olarak değil bir fiil olarak. Akletmek aklın faaliyetlerinin Allah katında en muteber olanıdır. Yoksa akıl sürekli faaliyette bulunur. Eskimo’nun aklı da bir şey der, Taocunun aklı da, dinsizin aklı da faaliyette bulunur. İnsanda akıl sürekli bir faaliyette bulunur. Aklı muteber kılan faaliyeti akletme olarak Kur’an bize tanıtıyor. Tabi ki bu öyle durup dururken aklın gösterdiği bir faaliyet değildir. Aklın neyle beslendiği ile ilgilidir. Akıl bir kere akletme faaliyetinde bulunabilmesi için onun her şeyden önce vahiyden hareket etmesi gerekir. Vahiyle beslenmesi gerekir. Vahyin içinde sosyalleşmesi gerekir. Bu böyle değilse akıl bize doğruyu söylemez. Bugünün Müslümanının aklının doğruyu söylemediği gibi. Dolayısıyla bence Müslümanların bugün aklı modernliğin içinde kirlendiği için fazla akledememektedir. Kısmen akletmektedir yani.

Kirlenmiştir bu akıl. Bu aklın Kur’an’ın manasına uygun şekilde akledebilmesi için bence onun kirlilikten kurtulması gerekiyor. Ama çağdaş Müslüman yaşadığı bu sosyal gerçekliğin içerisinde aklının kirlendiğinin çok farkında değil. Zannediyor ki, çok çok ucuz bir düşünce ile Müslüman olunca akletmiş oluyor. Ben Müslümanım, o zaman demek ki aklediyorum ya da ben Müslümanım o zaman dünyaya Müslümanca bakıyorum. Müslüman olmak dünyaya Müslümanca bakmanın garantisi değildir. Zaten çağdaş dünyanın problemi de budur. Hangi akılla dünyaya bakacağız sorusu çağdaş dünyanın sorunudur. Müslümanca bir akılla dünyaya nasıl bakabilirim, bu da bizim sorunumuzdur. Çünkü Müslümanca bir aklı inşa etmek için bir sürü şeyin üzerinde kafa yormamız gerekiyor. Bu öyle sıradan bir şey değil. Teologların ya da her gün televizyonlarda din, iman, kitap, Kur’an, tefsir satan hokkabazların yaptığı gibi değil. Sizin aklınız eğer bu yaşadığımız sosyal gerçekliğin içinde sosyalleşmişse bu gerçekliğe göre Kur’an’ı yorumlarsınız. Ki bugün öyle yapılmaktadır. Ama bu gerçeklik İslam’ın hakikatine uygun şekilde kurulmuş bir gerçeklik değildir. İslam’ın hakikatine göre bir gerçeklik nasıl kurulur? Öyle haramların helallerin karman çorman olduğu, harman olduğu bu kamusal alanda nasıl dünyaya Müslümanca baktığımızı iddia edebiliriz ki? Çünkü neticede bizim aklımız da orada sosyalleşiyor. Onun içinde yaşıyoruz.

Hocam bir de Dinin öngördüğü aklı nasıl tanımlayabiliriz? Modern akıldan ayrılan yönleri nelerdir?

Bir önceki soruyu tekrar edebilir misiniz?

Aklı nasıl tanımlayabiliriz? Aklın kimliğinden söz edilebilir mi yoksa akıl nötr müdür diye sormuştuk.

Çağdaş Müslümanlar en başta modern eğitimden hareket ederek edindikleri bilgiyle kendilerine ait olmayan bir akıl inşa etmektedirler. Çünkü modern bilginin inşa ettiği bir akıl sahibiyiz. Ne kadar Müslüman olsak da Müslümanca düşünmeye çalışsak da. Ama bizim aklımızın temel varsayımları öğrendiği eğitimden geliyor. Onun için dikkat edin bakın üniversite eğitimi görenler genel olarak pozitivizme yaklaşan bir İslam yorumu yapmaktadırlar.

İlahiyatlar da dâhil mi?

İlahiyatlar en başta. Ama diğerleri de öyle. Aşağı yukarı aynıdır, çok farklı değiller, gördükleri eğitimden dolayı. Genel olarak öyle düşünüyorum.

Sorumuza geri dönecek olursak Hocam, dinin öngördüğü aklı nasıl tanımlayabiliriz? Modern akıldan ayrışan yönleri nelerdir?

Dinin öngördüğü akıldan çok şöyle diyelim, vahyin içinde kendini inşa etmiş bir akıl. Tabii bu da Müslümanın çabasıyla olabilecek bir şeydir. Ben Müslümanım dediğinizde, öyle inandığınızda o iş kendiliğinden birdenbire hallolmuyor. Elbette ki bu bir eğitim süreci gerektiriyor. Ben bu eğitimin ancak medresede olabileceğine inanıyorum. Onu savunuyorum. Ben Müslümanın aklını inşa edecek bilginin de medrese kanalıyla elde edilebileceğine düşünüyorum. Medresenin usul geleneği içerisinde üretilmiş bir bilgiden bahsediyorum. Çünkü bu bilginin ontolojisi de farklıdır. Kendisi epistemolojik bir mesele olarak önümüze geliyor. Ama temel kabulü, dayandığı ontoloji farklıdır. Bu bence modern akıl ve modern bilgiden farklı bir özellik taşıyor. Çünkü modern aklın ontolojisinde “metafizik” yoktur. O tabiata dayanarak bilgi üretir. Ontolojisi de tabiattır. Böyle olunca da doğrudan doğruya kendisinin saf bir akıl olduğunu varsayarak tabiatla ilişkiye girip oradan bizim bilimsel bilgi dediğimiz bilgiyi elde etmek istemiştir. Her ne kadar bu teori bugün çökmüş olsa da nihayetinde modernliğin aklı bu temel üzerine kuruludur. Kendisini doğru ve yanlışa ilişkin kararı verebilecek bir otorite olarak görmüştür. Ve tabiatı da kendi kapasitesinin ışığında okuyarak bilim denilen hayatımızı aydınlatacak bilgiyi üreteceğini varsaymıştır.

Bu aşağı yukarı 1940-1950’lere kadar bu kabul üzerinden geldi. Onun için pozitivist bilgi ya da bilimsel bilginin doğruluğunu yanlışlığı konuşulmadı, tartışılmadı. Bir anlamda dinin üzerinde de bir hegemonya kurdu. Hatta ve hatta Müslümanlar da -bugün bile halen öyledir- Batı’da vakti geçmiş olsa bile halen o bilginin ışığında İslam’ı yorumlamaktadır. Televizyondaki, etraftaki programlara bakıyorum genel olarak öyle olduğunu gözlemliyorum. Modern akılla ya da modern aklın ürettiği bilgiden kalkarak İslam üzerinden konuşulmaktadır. Bunun bilinen kimi örneklerini teoloji fakültelerinde görüyoruz. Mesela din sosyolojisi, din psikolojisi üzerinden İslam’a bakmak gibi. Bunu aşağı yukarı ülkemizin her yerinde görmek mümkündür.

Bir de modern akla baktığımız zaman; modern akıl kendisinin üzerinde hiçbir hegemonya kabul etmez. Modern insan da böyledir. Zaten artık insanla aklı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü nihai otorite akıl olduğunda ister istemez insan da hakikatin kaynağına gelip oturuyor. Yani hakikatin kaynağını değiştiren bir süreç. Dolayısıyla modern akıl da hakikati bulmanın eldeki tek imkânı olmuş oluyor.

Yani hakikatin ölçüsü kitap olmaktan çıkıyor.

Kitapla ilişki kesildi zaten. Mesela Hristiyanlığın aklı imanla kitabın üzerine oturtur kendini. Bu Rönesans’tan sonraki değişimle akıl ve tabiatın üzerine oturmuştur. Böyle olunca da tabi ki burada doğruyu bildirecek tek otorite akıl olarak kabul edilir. Hatta bu aklın saf olduğu, hakikati doğrudan doğruya bir MR makinesi gibi çekip bize bildireceği varsayılmıştır. Röntgen cihazı gibidir. Hakikatin resmini çekip bize bildirecek.

Bu üretilen bilgi evrensel de aynı zamanda!

Tabi ona evrensel de diyecektir. O evrenselliği de Hristiyanlıktan alacaktır, bize satacaktır. Müslümanlar da bundan etkilenerek İslam’ın da evrensel olduğunu söyleyecek kadar cahilce davranışlarda bulunacaklardır. Ama neden İslam evrenseldir sorusuna cevap veremeyeceklerdir. Bir kere öyle bir ihtiyacımız yok bizim. Bir şey kendisinin evrensel olduğunu iddia ediyorsa bir ihtiyaca binaen söylüyordur, durup dururken söylemez. Tabi bu Hristiyanlığın kendi dünyası içindeki sorunlarıdır.

Akıl hakikati arayan eldeki tek imkândır, Rönesans sonrasının Batılı insanı için. Oysa bizim hakikat arama diye bir sorunumuz yoktur. Bizde hakikat verilidir. Vahyi dinlerde hakikat verilmiştir. Biz bu hakikatin çerçevesi içinde düşünürüz. Akıl bu verili hakikatin dünyası içinde düşünür. Yoksa modern akıl hakikati arayandır. O hakikatin verildiğini kabul etmez. Ve hakikati bulacak otoritedir aynı zamanda. Dolayısıyla burada verili bir hakikatten kalkarak akıl bu hakikatin penceresinden ya da gözlüklerinden dünyaya bakar. Dedik ya tarafsız, saf bir akıl yoktur. Her zaman taraflıdır. Hiçbir şey olmasa bile nefsin aleti olarak iş görür. Ya da yaşadığı sosyokültürel önceliklere göre düşünür. Mesela kapitalizm olmasaydı acaba modern akıl bu şeyleri bu kadar çok düşünebilir miydi? Bunları düşündüren biraz da içinde bulunduğu sosyokültürel ortamın kendisidir yani.

Dolayısıyla bize göre akıl vahyin çerçevesi içerisinde düşünerek, dünyaya o gözle bakan bir varlıktır. Bir diğeri ise hakikati bulmak için çaba sarf eden bir akıldır. Dolayısıyla bu anlamda aklın özgür olması istenmiştir. Fakat o özgür olma işi dinden bağımsız olmayı da içerir.

Peki, “Düşünüyorum öyleyse varım”2 sözü dünyaya ne söyledi?

Dünyaya çok şey söyledi fakat bugün dönüp baktığımızda söylediklerinin ne kadar çürük şeyler olduğunu da görüyoruz. Zamanı içinde düşündüğünüzde bilhassa Batı için önemli şeyler söylemişti fakat bizim için hiçbir önemi yoktu. Dolayısıyla bizim için bu başından beri sapık bir düşünceydi. Fakat buna rağmen biz dünya ahalisi aşağı yukarı 400 yıldan beri bu düşüncenin de içinde bulunduğu bir düşünme biçimi tarafından şekillendirildik. Geldiğimiz nokta da çok iç açıcı değil. Şimdi bu düşünceye yakinen bakarsak “Düşünüyorum o halde varım” derken ortaya ne çıktı? Eğer deyim yerindeyse Hıristiyanlığın “credo”sundan3 “cogito”ya4 geldi. Bu haliyle Hristiyanlığın seküler bir varyasyonu oldu. Fakat oradaki temel özellik şudur: İnsan kendi varlığını düşünceden türetti. Bu formülasyonun kabul edilemez tarafı budur. Bu eski Greklerden beri gelen tarihi bir kaynağa muhtaç olmadan bir şey yapma arzusunu da ifade eder. Çünkü burada artık insan hiçbir şeye muhtaç değildir. Bir diğeri diyordu ki sen yaratılmışsın. Bir başkasına muhtaçlık ilişkisi kuruyordu. Oysa burada öyle değil, varlık kendisini hiçbir şeye bağımlı olmadan var etmektedir. Böyle olunca da hiçbir şeye bağımlı olmadan bir dünya kurabileceğini düşünür.

Tüm değerlerden; manevi, kutsal değerlerden bağımsız bir şekilde…

Descartes’in metafizik yönü var.  Biliyorsunuz o diyordu ki akıl bazı kurallarla birlikte gelir dünyaya, biz düşüncelerimizi o kurallara göre şekillendiririz. Buna son noktayı koyan John Locke5 oldu. Hayır dedi bizim bilgilerimizin kaynağında sadece deney vardır ve akıl.

Tabula rasa yani…

Ama zaten biliyorsunuz Aydınlanma insan haklarını tabula rasa kabul etti. Locke’un da söylediği oydu. Öbür türlü insan başka bir metafizik kaynağa bağımlı olacaktı. Ondan dolayı da John Locke’la beraber insan bir bakıma birey oldu. Kimseye muhtaç olmayan bir varlığa dönüştü. Artık her şeyin kaynağında kendisi vardı. Zaten kendi varlığını kendisini ispat etmişti. Böyle olunca da tabi ki aklıyla bütün dünyayı bağımsız bir şekilde kurabileceğine inandı. Modern düşüncenin önemli karakteristik özelliklerinden birisi de otonom peşinde koşmasıdır. Biz buna özdeşlik diyoruz. Bu Tanrı karşısında da özdeşliği içerir. Mesela birey Tanrı karşısında özdeş bir varlıktır. Eğer Tanrıya karşı sorumluysa bu birey olamaz. Çünkü o özgür şekilde davranamıyor demektir. Bir toplum da böyledir. Hatta demokrasi de böyledir. İnsanın kendi kaderini kendi eline almasıdır demokrasi. Demokrasi sadece bir yönetme biçimi değildir. Bizim cenah bunu anlamak istemiyor. Demokrasi insanın kaderini, geleceğini kendi eline almasıdır. Onun hakkında karar vermesi,  hüküm vermesidir. Bu başka bir şeydir yani. Burada artık insan hiçbir şeye muhtaç değildir. Bir diğeri diyordu ki sen yaratılmışsın. Bir başkasına muhtaçlık ilişkisi kuruyordu. Oysa burada öyle değil, varlık kendisini hiçbir şeye bağımlı olmadan var etmektedir. Böyle olunca da hiçbir şeye bağımlı olmadan bir dünya kurabilirim diye düşünmektedir. Hiçbir zaman geleceği hakkında, kendisinin yönetilmesi hakkında harici bir otoritenin olmasını istemiyor.

Şöyle diyebilir miyiz hocam: Kendi hayatından Tanrı’yı çıkartarak kendini özgür kılıyor. Tanrıyı yok saydığı için de dünyaya müdahalesinin olmadığını varsayıyor. Bu şekilde tabiatı, doğayı, evreni de kendisinin hizmetkârı, dönüştürebileceği, istediği gibi hükmedebileceği bir şey gibi mi algılamaya başlıyor?

Burada bir egemenlik kavramı ortaya çıkıyor. İnsan tabiata egemen olduğunda tam özgür olacağı fikri hâkimdir. Bunu kim sağlayacaktı bilim sağlayacaktır. Bacon’la6 birlikte tabiata hâkimiyet fikri doğuyor. Tabiatı sıkıştırınız o size sırlarını verecektir diyor. Demek ki sırlarını öğrendiğimizde tabiatın üzerinde egemen olacağız. Öyle olunca da insan tam özgür olacak. Tabiat kuvvetleri karşısında da özgür olacak. Bu fikirden hareket ediyor. O zaman bu düşünme biçimimiz ve bu aklın ürettiği bilgi evrenseldir diyorlar. Tabi bunu Katoliklikten çalıyorlar. Evrensellik kavramı Katolikliğe aittir. Onun da kendine göre sebepleri var. Hristiyanlık başlangıçta kendini Katoliklik olarak tanımlamamıştır. Katoliko zaten evrensel demektir. Başlangıçta Hristiyanlık kendisini böyle tamamlamıyor. Sonra bazı sebeplerden kendini Katoliko olarak tanımlıyor. Yani biz evrenseliz diyor, herkese açığız. Buradaki amaç odur. Çünkü mesela Yahudilik herkese açık değildir, Katoliklik kendini bundan ayırmak istedi. En baştaki sebeplerden biri budur. İkincisi de kendini pagan Romalılardan ayırmak istedi. Onun için Hıristiyanlar dedi ki Biz Katolikiz. Yani biz evrenseliz, kim isterse gelip bizim dinimize girebilir. Çünkü Yahudilik vahyi dinlerin bütün insanlığa açık olan mesajını ırkla dini özdeşleştirerek tarihte ilk defa kırılmaya uğrattı. Bir bakıma Hristiyanlık bunun da tamiridir. İslam zaten böyle. Ben onun için İslam evrenseldir diyene hayır diyorum. Ben bunu İslam’a hakaret olarak görüyorum. Kim istedi de Müslüman olamadı ki. Bizim dinimizin öyle bir şeyi yok. Bu Batılı kavramlarla konuşmaktır.

Emperyalizm evrensellikle beraber geliyor. Biz bugün evrenselliği emperyalizmden bağımsız düşünebilir miyiz? İnsan evrenseldir, akıl evrenseldir, modern bilgi evrenseldir. Bu nedir? Bütün bilgi türlerini yok etmektir. Bu emperyalizm değilse nedir peki? Tahakküm değil de nedir peki? Evrensel kavramı öyle masum bir kavram değil. Nitekim Hint dünyasında, Çin’de, Aztekler’de, bu evrenseldir o halde siz buna uyacaksınız, başka şansınız yok denilerek bir şeylere mecbur bırakıldılar. Aynı şekilde mesela Güney Amerika’nın da dilleriyle dinlerini niye değiştirdiler? Evrensel değerler uğruna…

Peki, hocam 2017’de Müslümanlar modern aklın hegemonyasından kurtulup kendi özgün düşüncelerini üretebilmek için ne yapacak?

Doğrusunu isterseniz bende bir formülasyon yok. Ama bir kere Müslüman aklın kirlendiğini kabul etmemiz gerek. İçinde yaşadıkları gerçeklikten dolayı. Şimdi burada bir şeyin üzerinde durmamız lazım. Her hakikat telakkisi kendine ait bir sosyal gerçeklik inşa eder. Bu diğer hakikat telakkilerinin kurmuş olduğu sosyal gerçeklikten bütünüyle farklı değildir. Ama mahiyet itibariyle de farklıdır. Mesela modernlik kendi hakikat telakkisine bağlı kalarak bir sosyal gerçeklik inşa eder. Bizim bugün kamusal alan dediğimiz, hatta aile anlayışımız, kadın anlayışımız, erkek anlayışımız bile aslında bu gerçekliğe göre tanımlanmıştır. Müslüman bugün bu dünyaya adalet yerine eşitlikçi bir gözle bakıyorsa bu gerçeklikten dolayı bakıyordur. Ama bunun çok farkında değiliz. Dolayısıyla da dediğimiz gibi her hakikatin kendine ait bir sosyal gerçeklik inşası ve kendine ait de bir doğru tanımı vardır. Hiçbir doğru tanımı bir hakikatten bağımsız değildir. Bugün Müslüman akıl ve Müslüman kendisinin hakikatine uygun olmayan bir toplumsal gerçeklik içinde yaşamaktadır. Ve zihin de bu toplumsal gerçeklik tarafından şekillendirilmektedir. Hatta bizim ideallerimiz geleceğe ait planlarımız da bu gerçeklik tarafından şekillendirilmektedir.

Bunun dışına çıkmak…

Evet, kolay değil ama imkânsız da değil elbette ki. Şu içinde yaşadığımız gerçekliğin, onun dinamiklerinin İslam’ın sunduğu bir gerçeklik olmadığını anlamamız lazım. En basitinden bu gördüğümüz kamusal alanın dinamikleri İslam’a ait değil. Bundan dolayı da mesela Müslümanlar başörtüsü üzerine bu kadar laf ederlerken neden İslam’a ait bir kamusal alanın imkânları üzerine düşünmediler? Şimdi başı örtülü bir kızın pilot olmasıyla övünüyorlar da, bence hiç övünülecek bir şey yoktur. Başka şeylerle övüneceğiz biz. Başı örtülü jokey, başı örtülü karateci, başı örtülü pilot ve buna benzer bir sürü şey… Bunlar bence övünülecek şeyler değil. Ama bugün Müslümanlar ötekinin yerine geçmek istediklerinden dolayı çünkü ötekinin sosyal gerçekliği içerisinde yaşıyorlar, onun ideallerini de kendi idealleri olarak görmeye başlayıp hep öyle olmak istediler. Ama bu ötekine benzemektir. Bu bir kişilik erozyonudur. Dolayısıyla bu anlamda marifet başı örtülü pilot olmak değil marifet belki de bir ev hanımı olup İslam’ın politik kültürünü evde üretmektir. Öbürkü sadece öteki ile girdiğiniz bir yarıştır. Sizin hiçbir zaman ilkelerinizi sizin dininiz belirlemez. Yarışa girdiğiniz unsurlar belirler. Müslümanlar sürekli onların peşinden koşmakta. Bizim ortaya koyduğumuz bir ilke, ayağımızı basacağımız bir sabite bulunmamakta. Bizim sabitelerimiz sürekli öteki tarafından belirlenmekte ve o anlamda sürekli değişmektedir. Dolayısıyla burada bu sosyal gerçeklik için Müslümanların zihni kirlenmişse ki kirlenmiş, o halde bu zihni biz nasıl temizleyeceğiz? Bu bizi, kendi yakın geleceğimizi şekillendirme hususunda da İslam’dan uzaklaştırıyor. Ben öyle görüyorum.

Muhtemelen bu İslami bir bilgiyle olur. Ben de o yüzden Müslümanların Kur’an ve sünneti anlama biçimlerini değiştirmeleri gerektiğini söylüyorum. Çünkü bu sosyal gerçekliği meşrulaştırmak için Kur’an ve sünneti, farkına varmadan, kullanıyorlar. Her şeyde bu sosyal gerçeklik içerisinde yer alırken, sürekli 30-40 yıldır benim gördüğüm, Kur’an ve sünnet diyorlar. Diyorlar da ne oluyor… O zaman biz bu bakış açımızı bu anlama biçimimizi değiştirelim. Problem Müslümanın aklıyla ilgili…

Einstein’ın şu minvalde bir sözü vardı: Problemlerimizin doğmasına sebep olan yaklaşım tarzlarımızı değiştirmeden o problemleri çözemeyiz.

Olan odur, biz o bakış açımızı nerde değiştireceğiz. Bizden istenen politik ortama göre değiştirmemizdir. Mesela bakın, Müslümanların gündeminde İslam’ın ahkâm ayetleri yoktur artık. Diğer ayetler vardır. Onlar için özgürlük vardır. Bu tesadüf değildir.

İnsan aklının faaliyette bulunabilmesi için temel bir kabule ihtiyacı vardır. Aynen Arşimet noktası gibi. Bir kabulden hareket ederek bir şeyler üretir akıl. Kendi başına bir şey söyleyemez, bir sebebe dayanacak. Dolayısıyla da insanımızın eylemi de böyledir. Rasulullah (sav) buyuruyor ya “Ameller niyetlere göredir.” Niyeti Kur’an da bilgidir. Eğer biz gerçekten kirlenmiş bir sosyal gerçeklikten ve bunun da kirlettiği İslami akıldan bahsediyorsak o zaman bunun temizlenme yolu muhtemelen kendi hakikatimize uygun bir bilginin üretimidir. Ki o bilgi üzerinden kendi hakikatimize ait bir gerçeklik inşa edelim. Bir aile ilişkileri, bir toplumsal ilişki, cemaat ilişkileri… Bunlar kirletildi maalesef. Tabii ki bu kolay değil. Bu üniversitelerde, teolog mekteplerinde üretilemez. Teoloji mekteplerinin gücü buna yetmez. Zaten o da İslam’ın hakikatinin bilgisini bir bakıma deforme ederek üretiyor. O yüzden orda bir kurtuluş yoktur. Öyle düşünüyorum en azından.

Hocam biz ötekiyken aklımızı koruma konusunda daha dikkatli ya da Müslümanlığımıza ve genelde kendi değerlerimize sarılma noktasında daha hassastık. Şimdi öteki değiştiği için mi bozulma daha kolay sanki?

Şimdi öyle zamanlarda sosyal organizmalar ve kişiler kendini nefsi müdafaa haline çeker. Korunma mekanizmaları kurar, hariçten gelen şeylere karşı. O yüzden fisebilillah kendini, zihnini ve hayatını her şeye açmaz. Ama siz onun ortadan kalktığına inandığınızda o zaman kendinizi bütünüyle açarsınız. Aklınızı açarsınız, hayatınızı açarsınız, özel hayatınızı açarsınız. Evdeki hanımlarınız, çocuklarınız açar. Ondan sonra da dışarıdan gelen her şey sizi yavaş yavaş istila etmeye başlar.

Abdülhamid tipi modernleşmenin7 daha işlevsel daha fazla sonuç getiren bir model olduğunu ifade ediyorsunuz. Bundan dolayı sanırım, bu adam artık “öteki” değil, bizden deyip açıyoruz kendimizi ve bu da dönüşümü kolaylaştırıyor.

Bence Abdülhamid tipi modernleşme haklı çıktı. Özal’dan beri sürüyor. Şimdi bence bunun en açık örneklerini görüyoruz. Dinin içinde modernlik üretiliyor. Dün, din dışından gelen bir müdahale vardı, din kendini koruyabiliyordu. Ama şimdi öyle değil. Maalesef müdahale şimdi içeriden geliyor. Bizzat dindarın kendi eliyle yapılıyor. Zaten tarihte dinlerin, ahlak sistemlerinin, hukuk sistemlerinin dışarıdan bozulmadığını görüyoruz. İçeriden bozulur. Toplumlar hariçten gelen her türlü müdahaleye karşı kendini korur. Moğol istilası da gördük yani. Ama hiç kimse dininden şüphe etmedi. Yine ona sarılarak dirildi. Bugün ama öyle olmuyor.

Bence Abdülhamid modernleşmesi sürecini yaşıyoruz. Kemalist modernleşme, II. Mahmut’la başlayan bu modernleşme çizgisi tasfiye oldu, tarih dışı oldu. Edildi değil, oldu. Çünkü postmodern dönemde o tarz bir modernleşmenin yaşama şansı yoktu. Yoksa Müslümanlar Kemalizm’i tasfiye etmediler, siyasal olarak, modernleşme olarak. Kendiliğinden tasfiye oldu. Dünyadaki genel politik değişim onları tasfiye etti. Lenin’i tasfiye etti, Mao’yu tasfiye etti, bütün kurucu ideolojilerin liderleri tasfiye oldu. Ve olmaktadırlar. Bazı yerlerde duruyorlar tabi kısmen. Onlar da çok uzun ömürlü olmayacaktır, günümüzdeki süreç karşısında. Dolayısıyla bu yeni bir akım. Siyasi birçok şeyi tasfiye etti. Şimdi ne oldu; bu tasfiye sırasında Müslümanların da bir bakıma önü açıldı. Aslında Müslümanların önünü kesen modernlik değildi. Kemalizm tipi bir modernleşmeydi. Müslümanlar önleri açılınca bunu, Müslümanlığın modernlik karşısındaki zaferi zannettiler. Ne kadar da ilkel bir düzeyde düşündüğümüzü bir düşünün. Mesela modernlik hiçbir zaman kadının başörtüsüyle onla bunla ilgilenmedi. Yavaş yavaş zaten kadını kamusal alana çeker, iş yerine çeker, çalışmaya çeker. Kapitalizme emek lazım. Şimdi olmasa bile en geç 10 yıl sonra kadın zaten gelecekti kapitalizme. Kapitalizmin emeğe ihtiyacı var. Kaçınılmaz bir şeydi. Dünyanın birçok yerinde böyle olmuştur. Bundan kaçınabilmek için şuurlu olmamız lazımdı. Ayaklarımızı muhkemlerde sabit tutmamız lazımdı. Hadiste dendiği gibi “Herkes koşuyorsa bizim yürümemiz lazım, herkes yürüyorsa bizim durmamız lazım, herkes duruyorsa bizim oturmamız lazım.” Belki o zaman bir direnç ortaya koyabilirdik. Eğer sorun bizim dinimizi yaşamamız meselesi ise ki esas sorun budur o zaman muhtemelen böyle yapmamız lazımdı.

Biz ise onlar koşuyorsa biz daha hızlı koşalım diye düşündük sanırım.

Evet, çünkü biz kendi hakikatimizden hareketle bir gelecek tasarlamıyoruz. Öteki üzerinden tasarladığımızdan dolayı herkes koşuyorsa biz onlardan daha hızlı koşmaya çalışıyoruz.

Çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmak gibi.

Aynen öyle. Bu İslam’ı yarıştıran bir kulvardır. İslam, haşa, yarıştırılmaktan yorgun düştü Müslümanların elinde. Tüm bu süreçlere katıldığınızda sizin değişmeyen hakikatiniz, değeriniz kalmaz. Her şey değişime açılır. Oysa İslam’ın yarısı değişmezlik üzerine kuruludur. En basitinden biz 5 vakit namazda Fatiha’yı okuyoruz. Modernlik değişmezliği de tekrarı da sevmez, kabul etmez. Bunun en güzeli dizilerdir. Televizyondaki şeylerdir. Üst üste aynı diziyi izleyebilir misiniz, izlediniz mi ya da izler mi insanlar? Zihin buna alışmış. Zihni böyle şekillendirmişler. Zihin değişim istiyor. Şimdi bir Müslümanın zihni döndü İslam’ı da tenkit eder biçimde İslam’da da değişim istiyor. Aklı daha doğrusu. İki zihinli bir akıldır Müslümanın aklı. Bir tarafında İslam var, öte tarafında modernlikten elde ettiği “kazanımlar” var. O iki zihinli bir akıl olarak devam ediyor. Onun için sıkıntılıdır.

İslam düşüncesi kavramı ne zaman ortaya çıkmıştır hocam?

Zannediyorum bu fazlasıyla tartışmaya açık bir kavramsallaştırmadır.

Asr-ı Saadet’te İslam düşüncesi var mıydı?

Yoktu. Bizim modernlikle karşılaşmamızla birlikte ifade edebileceğimiz bir kavramdır. Onun için müphemdir. Sınırları belli değildir. Bazıları İslamcı düşünce diyor, bazıları İslam düşüncesi diyor. Modernlikle beraber Müslümanların düşünme geleneğinde bir kopuş oldu. Tarihsel süreç ile Müslümanların hakikati anlama ve onun içerisinden düşünce üretme gibi bir “düşünce geleneği” vardı. O modernlikle kırılmaya uğradı. Biz bundan sonraki döneme İslam düşüncesi diyoruz. Bundan öncekilerin böyle bir kaygıları yoktu, böyle bir kavramsallaştırma da yapmadılar.

İslami ilimler fenni ilimler kavramsallaştırması gibi mi hocam?

Biliyorsunuz Gazali akli ilimler, dini ilimler diye ayırıyor. Ama bu bugünkü anlamlardaki bir ayrıştırma değil. Biz bugünkü akılla onu anlarsak seküler bir ayrışma yapmış gibi oluruz. O günün bağlamı farklıdır. Çünkü Gazali ve çevresi için akıl problemi yoktu. Aklı problem haline getiren felsefecilerdir. Onun için Gazali onlara itirazda bulunuyor. Bunlar biliyorsunuz; İbn-i Rüşd, Farabi filan. Nedir bunların özelliği; Batı’nın iki büyük filozofu Aristo ve Eflatun’un düşüncelerinden kalkarak bir bakıma İslam’ı meczetmeye çalışmışlardır. Onun için bu düşünce geleneğine bizimkiler felasife diyorlar. Filozofluklar anlamında söylüyorlar. Bunlar bazı kabullerinden dolayı da tekfir edilmişlerdir. Ya da tekfir edilinebilir diye ikazda bulunmuşlardır. Ki bence çok da haklıdırlar. Bu filozofların söylediği gerçekten çok itikadi mevzularla ilgilidir ve kabul edilebilir şeyler değildir. Mesela İbn-i Sina büyük doktor olabilir ama bence düşünce olarak sapkın düşünceleri vardır. Onların Müslümanlara söyleyeceği hiçbir şeyi yoktur. Onlar Eflatun’un Aristo’nun kötü kopyalarıdır. Farabi’nin Medinetül Fazıla kitabına bakınız, Eflatun’un Cumhuriyet’inin başka bir kopyasıdır. Orda filozofun yerine İslam’ın ilim ehli geçmiştir. Ya da Hayy bin Yakzan’a bakarsanız orda da akılla Allah’ı bulma çabasını görürsünüz. Mesela 13. asırda da İngiltere’de Newton da o ekolden birisidir. Biz İncil olmadan da Allah’ın ne demek İstediğini tabiatta bulabiliriz diye bir akıl var. Buna tabiat teorisi diyorlar. Dolayısıyla orijinal olduğu söylenemez. Yani bence Gazali İslam düşüncesini ayakları üzerine yerleştirdi, diğerleri İslam düşüncesini başı üzerine yerleştirmişti. Gazali’nin eleştirisi onların temsil ettiği akla eleştiridir. Aklı hor görmek değildir. Bizim de bugün Eski Grek’ten gelen modernliğin kullandığı ve az önce sizin de söylediğiniz gibi sözüm ona evrensel ilan ettiği akla itiraz etmemiz gerekiyor. O akıl akleden bir akıl değil. Onun ontolojisi farklıdır. Dolayısıyla onun epistemolojik faaliyeti İslam’ınkinden farklıdır. Onun bilgisi ile Müslüman aklın bilgisi bu anlamda farklıdır. Kaynak itibariyle de farklıdır.

Biz bu sorunla yani modernleşme ya da akılla alakalı sapkın düşüncelerin oluşturduğu sorunlarla ilk defa bugün karşılaşmadık. Gazali’den önce de karşılaştık, Hz. İbrahim döneminde de karşılaştık.

Hz. İbrahim dönemini de yine konuşalım ama bence İslam dünyası bu düşünce biçimiyle tarihte ikinci defa karşılaşıyor. İlk karşılaşma 7. asırdan itibaren olan, filozoflarda kendini gösteren eski Grek düşüncesinin temsilcileri olan filozoflarla oldu. Fakat oradaki karşılaşma zihinsel düzeyde bir karşılaşmaydı. Onu bugünden ayıran bence en temel özellik karşılaşmanın zihin düzeyde olmasıydı. Yani hayat tarzı, kent mimarisi, eğitim vs değildi. Sadece entelektüel olarak karşılaştılar. Fakat bugün biz bu düşüncenin inşa ettiği bir dünyada, bir şehirde, bir evde yaşıyoruz. Onun şekillendirdiği bir eğitimden geçerek geliyoruz. Dolayısıyla bu düşünceyle hesaplaşmak kolay değil. Bugün de modernliğin temel vasfı yine eski Grek düşüncesine dayanır. Tarihten Eflatun’u çıkardığınızda geriye modernlikten fazla bir şey kalmaz. Tabi başlangıç itibariyle.

En başta Eflatunculuk’u çıkardığınızda muhtemelen ya Hristiyanlıktan hiçbir şey kalmaz ya da Hristiyanlığın orijinal haliyle karşılaşırız. Çünkü Eflatunculuk Hristiyanlığı ilk deforme eden düşünceydi, 5. Asırda Augustinus8 ile beraber. Daha sonra Aristoculuk deforme ediyor, Thomas Aquinas’la9 beraber, 13. asırdan itibaren. Dolayısıyla bugün biz modernliği kuran eski kadim Helenik düşünceyle ikinci defa karşılaşmaktayız. Ama bu düşünce kendini o kadar sistematik hale getirdi ki bilhassa teknolojinin önderliğinde bütün dünyada kendini kabul edilir hale getirdi ve bütün dünyayı da buna göre şekillendirdi. Yani icat ettiği teknolojilerle falan filan. Dolayısıyla bir bakıma bizim içinde yaşadığımız sosyal gerçeklik bu hakikatten neşet ederek inşa edildi. Tabi bunu aşmak çok kolay değildir. Ama aşılamaz da değildir. Çünkü zaten kendisi de kendi içinde bir çökme yaşıyor günümüzde. Sorun o çökme yaşadığı halde Müslümanların onu giderek içselleştirip sahiplenmesidir. Beni en çok korkutan da budur zaten. Batı çöküyor diyorlar ama Müslümanlar oradan aldıkları bir bayrakla işi götürmeye çalışıyorlar, götürdüklerinin çok farkında olmadan. Çünkü Müslümanların idealleri, yapmak istedikleri, kuvveti tanımlama biçimleri diğerlerinden kopyalanmış. Bakın bugün Müslümanlar kuvveti nasıl tanımlıyor? Teknoloji ya da ekonomi olarak tanımlıyorlar, o tanımın içinde Allah yoktur. Akla geldiğinde “tabi Allah da vardır” diyorlar. Ama o tanımın içinde Allah yoktur. İşin kritik kısmı da burası. Zaten modernlik de böyle gelişiyor. Allah’ı yok sayarak gelişmiyor ki, tam tersi hatta…

“Ben Müslümanın aklını inşa edecek bilginin de medrese kanalıyla elde edilebileceğine düşünüyorum.” dediniz hocam, biraz açar mısınız?

Okul, Batı’dan gelen bir kavramdır. Medrese de bilgi ve eğitimin kurumsal dünyasıdır. Tabi ki burada medresenin bulunduğu binadan bahsetmiyoruz, içerikten bahsediyoruz. Okul, modern bilginin insana aktarım araçlarından birisidir. Bilgi insana iki türlü aktarılır. Biri bu eğitim dediğimiz yolla aktarılır. Burada bilgi öğretmenler tarafından aktarılır… Bilginin bir diğer aktarım yeri de evdir. Orada bilgi yaşanarak aktarılır. Bilgi, sözlü olarak aktarılmaz. Evdekiler, evin yaşlıları o bilgiyi, mahremiyetten tutun da ibadete kadar yaşarlar. Yaşadıklarında da çocuklara bunu aktarmış olurlar. Ama çocuklar bunu bir yaşam biçimi olarak görüp algılarlar ve öyle öğrenirler.

Tabi ki ulus devletin eğitimi bedava ve bütün toplumu kuşatacak şekilde yapması tesadüf değildir. Çünkü Ulus devlet daima ideolojik bir devlet olduğu için; bir bakıma kendine sadık vatandaşlar yetiştirmek ister. Daha doğrusu şöyle diyelim ulus devlet insanı vatandaş yapmaya çalışır. Mesela modernleşme süreçlerinde İslam dünyasında devletlerin başarısız olduğu şeylerden birisi de Müslümanları vatandaşa dönüştürememiş olmalarıdır. Bunda da İslam’ın direnci ile karşılaşmışlardır.

Tabi insanları vatandaşa dönüştürmeye çalışan bu eğitim, bu bilgi bize bir de meslek kazandırmıştır. Bütün meslekleri de devlet tekeline almıştır. Mesela bugün marangoz olsanız hemen sizden diploma isteyecekler. Ya da devlet okullarından birinden çıkmak gerekecek marangoz olabilmek için. Bizim eski usta çırak ilişkisi şeklindeki zanaatın aktarımı buna mağlup olmuştur. Bu da bir eğitimdir. Bu eğitimi kendi tekeline almıştır. Ulus devletin karakteristik özelliği her şeyi kendi tekeline almasıdır, buna din de dâhildir. Bugün Türkiye’de yaşadığımız trajedi budur. Bu bilginin ana kaynağı üniversitedir. Modernliğin önemli şeylerinden birisi de bilginin kaynağını değiştirmiş olmasıdır demiştik. Tabi bilginin kaynağı değişince, kilisenin elinden çıkıp üniversitenin eline geçti. O yüzden ne kadar üniversitenin bağımsızlığından bahsetsek bile nihayetinde pozitivist bilgiyi üreten mabed üniversitedir. Ulus devlet de pozitivist bilgi üzerine kurulmuş bir ulusal yapıdır. Öyle bir siyaset güder. Sorunlarını da bilimsel bilgiye göre, onun sonuçlarına göre çözmeye çalışır. Bu hukuki anlamda da böyledir, başka alanlarda da böyledir. İslam’ın hayatında ya da İslam toplumunda ise bilgi meselesi medresede üretilmiş bilgi ile çözülür. Bundan dolayı da üniversitede üretilen bilimsel bilginin üretim yöntemine, amacına, temel kabullerine baktığımızda İslam’la uyuşmayan şeyler görürüz. Mesela bağımsız bir akıl kavramından hareket ediyor. Aklın bütün ahlaki dini değerlerinden arınmış olması gerektiğini savunuyor. Böyle bir yöntem kullanıyor. Niye? Çünkü iki tür bilgiden bahsediyor: Kanaat ve düşünce. Kanaatin sübjektif olduğunu söylüyor. Yöntem sayesinde de objektif bir bilginin elde edilebileceğini söylüyor. Ki bunun çok büyük bir aldatmaca ve yalan olduğu postmodernizmle birlikte ortaya çıktı.

Medrese ise kendisine ait bir usulle bilgi üretir. Onun için mesela bizde dikkat ederseniz fıkıh usulü vardır, tebliğ usulü vardır, hadis usulü vardır. Bütün bunlar kendine ait bir özellik taşır. Bu Batı’daki metod dediğimiz şeyle karıştırmamak lazım. İkisinin ilkeleri farklıdır. Felsefesi farklıdır. Üretildikleri kaynak da farklıdır. Biri nesnellik peşinde koşar, diğeri ise hakikat peşinde koşar. Dolayısıyla bilgiyi algılama biçimleri de farklıdır. Medrese bu anlamda bilgi geleneğimize, yani peygamberler tarihinden tevarüs eden bilgi geleneğimize en sadık şekilde bilgi üretmemize imkân veren araçlara ve ufka sahiptir. Bundan dolayı hem Batı’nın bilgi biçiminin bize vereceği zararlardan hem de Batı’ya ait herhangi bir yöntemle üretilecek bilginin zararlarından sakınabilmemiz için bence medresenin, usul içerisinde ürettiği bilgiden hareket ederek bilgi üretmeliyiz. Bu bizim ilim geleneğimizle olan kopukluğu da gidermemize vesile olabilir. Ama tabi medresenin de kendi içinde ciddi sorunları vardır. İnsanlar genel olarak medrese bitti diyorlar ama ben buna katılmıyorum. Medrese bir kurum olarak bitemez, bitmez, bitmemiştir de. Bunun eğitiminde seviye düşmüş olabilir. Siz onu yükseltebilirsiniz. Başka Müslüman ülkelerden hoca transferi yapabilirsiniz. Batı’nın büyük üniversiteleri öyle yapar. dışardan hoca transfer eder. Bol maaşlı, 2-3 sene onları profesör olarak bulundurur. Onlar çocuklara ders verirler. Müslümanlar da böyle yapabilirler diye düşünüyorum. Bilgi üretme geleneğimizi yeniden canlandırabiliriz diye düşünüyorum.

Hocam modernizmle bu toprakların karşılaşmasının tarihi belki birkaç yüzyıl ama medresenin kaldırılışı yüzyıl oldu. O süreçte medresenin nasıl bir itirazı oldu? Ya da oldu mu?

Ayrıca tarafsızlıktan bahsedemeyiz demiştik ya konuşmanın başında “bilgide de tarafsızlıktan bahsedemeyiz, medreseler iktidarın yanındadır” cümlesi yanlış olur mu?

Bir kere iktidarın yanında olmakla modernliğe karşı olmayı birbirinden ayıralım. Medreselerin bir kısmı iktidarın yanında olmuştur doğru. Ama bu medreselerin modernlik karşısında İslam’ı savunmadıkları anlamına gelmez. İslam düşüncesinin bence çok siyasal bir ufuk içinde değerlendirdiği şeylerdir bunlar. O yüzden katılmıyorum. İslamcı düşünce, siyaseti bugün olduğu gibi öne çıkardı. Oysa başlangıçta İslam düşüncesi ya da İslamcı düşünce ya da anti-modernist düşüncemiz çok siyasi ufuklu değildi. Hayatın pratiği ile ilgileniyordu. Eğer o dönemin insanlarının yazdığı Sebilürreşad’dan tutun da birçok şeye kadar baktığımızda orda öyle bir itiraz görürsünüz.

Bence siyasetin bu kadar ağırlık kazanması halifeliğin kaldırılması ile başlıyor. Bu süreçle birlikte Müslümanların bütün sorunları siyasal bir sorun olarak görülmeye başlıyor. Bunun bir haklı tarafı var. Ama bir tarafıyla da çok yıkıcı bir şey. Dolayısıyla Müslümanlar durup dururken Muaviye’den itibaren, o hadisin de bildirdiği gibi Muaviye’nin yaptığı kötü uygulamalardan kalkarak bütün bir ümmetin tarihini siyasal okumaya tabi tuttular. Muaviye’den sonraki bütün tarihi bir bakıma anlamsız kıldılar. Bu büyük bir haksızlıktı bence. Çünkü bu Müslümanların tarihteki tecrübelerini sadece Batı’dan öğrendikleri siyaset kavramının ışığında eleştiriye tabi tutmaktı ki bence buna hakları yoktu. Çünkü siyaset kavramının kendisi bile Müslümanlara ait değil. O politika kavramının karşısında gelmiştir. Her ne kadar “seyis” kökünden türetilmiş olsa bile modern anlamda bu onu karşılamaz. Oysa Müslümanların bir de “sosyal tarihi” vardır. Acaba bu Müslümanlar tarihte, Muaviye’yi de katarak konuşursak, doğarken, ölürken, alırken, satarken, yerken, içerken, isim koyarken, insanlarla ilişki kurarken hangi kriterlere uyarak yaptılar bunları? Büyük ihtimalle İslam’ın kriterlerine uydular. Eğer uymamış olsalardı bugüne kadar Müslümanlığı bulamazdık. Demek ki siyasal okuma önemliydi ama hayatımızın hepsi olmamalıydı. Bakınız, bugün de Müslümanlar siyasete o kadar çok eğilim gösteriyorlar ki ne kadar değiştiklerinin bile farkında değiller. Daha doğrusu çürüdüklerinin farkında değiller. Bu bence yanlış bir şey. Bu İslam’ın siyaseti ya da iktidarı yok saydığı, kabul etmediği anlamına gelmez. Onun için diyorum ki yeni bir ufka ihtiyacımız var. Hayatı kurmak için siyaseti de önceleyen bir ufka ihtiyacımız var. Yakın zamana kadar Müslümanlar din, siyaset ayrışmaz diyorlardı. Bugün siyasetin kendi başına bir misyonu oldu. Din geride kalmıştır. Müslümanın böyle bir siyaset algısına sahip olması kabul edilebilir mi? Bu başlı başına laikliğin kendisidir. Olacak iş değildir bence. Nerden geldik buraya bilmiyorum.

Medresenin nasıl bir itirazı oldu sorusundan…

Doğrudur medrese büyük oranda iktidarın yanında olmuştur. Bunu Gazali’nin görev aldığı medreseye kadar götürmek mümkündür. Bu kendi içinde eleştirilebilinir. Muhtemelen bazı medreselerde de bu kadar iktidar yanlılığı yapmayanlar da olmuştur. En azından âlimlerimizin bir kısmı yapmamıştır; Ebu Hanife’den tutun da İmam Şafii’ye kadar. Ama bu bizim kendi içimizdeki meselemiz. Modernliğe itiraz açısından bakılınca medrese başından itibaren itiraz kaydı koymuştur. İtiraz iki şekilde yapılır. Ben bunu biraz çadıra benzetiyorum. Ortada bir çadır var, içinde ulema var. Deyim yerindeyse bir bakıma İslam’ı fikren temsil edenler. Bir de bizim gibiler var çadırın dışında, yeniçeri gibi. Bizim İslam’ı müdafaamız dışarıdan gelen saldırılara “İslam bu değildir” diyerek elimizde kalkanla yapmaktır. Bu hariçten gelen tehditlere karşıdır. Bizim gördüğümüz eğitim bize başka bir imkân tanımıyor. Fakat çadırın içindekiler bizim yaptığımız gibi “İslam bu değildir” demiyor. O öyle bir müdafaa yapmıyor. O İslam’ı anlatıyor. İyi anlama gerekir, orda bir müdafaa yoktur. Ama o İslam’ı anlatarak İslam’ı müdafaa ediyor. Edward Said’in çok güzel bir kavramlaştırması var, hoşuma giden: “Onlar içerden konuşuyorlar.” Mesela ben bunu İmam Humeyni’de gördüm. İçeriden konuşuyordu sürekli. Dışarıdakilerine dediği önemli değil. Ama biz dikkat edin bakın cumhurbaşkanı bile sürekli olarak dışarıya söz söylüyor. Müslümanlara anlatacak söz yok. Müfessir geçinenlerimiz bile sürekli dışarıya karşı konuşuyorlar. İçerden konuşan yok. Buradan bir şey çıkmaz. Çünkü bizim o çadırın içindeki bilgiye ihtiyacımız var. Bizimki nefsi müdafaadır doğru ama çadır olmasa biz bir hiçiz. Çadırın içi İslam’ın muhkemlerini anlatır. Çünkü medrese Müslüman bir toplumun tarihsel akışı içerisinde karşılaştığı sorunları İslam’a göre çözecek bilgiyi üretir. Üniversite de böyledir Batı’da. Batı’da mühendislik dalları 1760’larda girmiştir üniversiteye. Ondan önce yoktur. Cambridge, Oxford Üniversitelerine bakarsanız hep beşeri bilimler okuturlar. Çünkü bir toplumun tarihsel akışı içerisinde karşılaştığı sorunları o beşeri bilimler ile çözecektir. Kimse iyi mühendis olmak için gitmez Oxford’a, iyi felsefe, siyaset, hukuk okumak için gider. İlk defa mühendislik okullarının üniversiteye girişleri, Londra Üniversitesi’ne girişleri 1760’da olmuştur.

Medresenin görevi bize gökdelen yapmak değil, tank, top yapmak değil. Medresenin böyle bir görevi yoktur. Medresenin görevi benim Müslümanlığımı korumaya çalışmaktır. Sorunlarımı İslam’a göre çözmeye çalışarak ama. Biz bugün sorunlarımızı İslam’a göre çözmüyoruz ki. Çözseydik zaten hepimiz birer fakih olmazdık. Modern mantıkla çözüyoruz, hepimiz de birer fakihiz. Müslümanlar cemaat olabiliyorlar mı? Olamıyorlar, olamazlar da zaten. Çünkü bir cemaat olmak için bir fıkha ihtiyaç var. Fıkıh olmadan bu olmaz ki. Fıkıh da bir fakihle olur. Bu Amerika’daki pis herif, ben bir seferinde duymuştum da cemaatten birisi geliyor çocuğu olmuş ismini soruyorlar. Cemaat olmak budur. İsmini bile soruyor, ismi bile ondan sonra koyuyor. Bu öyle sıradan bir şey değil. Dese sen bana ne karışıyorsun, ben kendim karar veririm, olur mu? Birileri bazen bizim tasavvufçuları da biraz kastederek diyor ki “Ağabey orda bir insan aklı yoktur ki hep boyun eğme filan”. Bu kadar basit mi hakikaten. Hakikaten bütün bunlar sürü mü, köle mi? Tabi ki sorunları var, hatta çok ciddi sorunları var ama siz böyle dediğinizde bizim cemaat olma imkânımızı elimizden alıyorsunuz. Bizi bitiriyorsunuz. Bizi toplum yapıyorsunuz. Toplumdan bir şey olmaz ki. Güdülür toplum, güdülüyor da zaten. Baksanıza hepimiz güdülüyoruz, Müslümanım diyerek büyük iddialarla bu sokakları dolduranların hepsi güdülüyor.

Sonuç olarak günümüzde Müslümanların başka çaresi yok. Ya tekrar eve döneceğiz, İslam’ın politik kültürünü evde üreteceğiz. Ya da şu an devam etmekte olan sistemin bence gres yağı olacağız, bunun üçüncü bir şıkkı yoktur. Varsa çıksın ve söylesinler. Batı’da da böyle oldu bu. Hiç isteyerek yapmadılar. Örneğin isteyerek çocukları kreşlere koymadılar. Yatılı okullar çocuklar iyi okusunlar diye kurulmadı, anne baba çalıştığı için sokakta kalmasınlar diye yatılı okullar icat edildi. Bizim bunlardan haberimiz var mı, yok. 4 yaşındaki çocuğu anadan koparan devlet, sonra dedi ki çalışan başörtülü kadına haklar veriyoruz. Vermesin.

Hocam Allah razı olsun.


 

1 Abdurrahman Arslan: 1947 yılında Van’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini aynı şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Yazıları Kitap, Bilgi ve Hikmet, Gelecek, Umran, İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Rıhle, Özgün Düşünce, Nida ve Bilge Adamlar dergilerinde yayınlandı. Serbest çalışmaktadır. Ağırlıklı çalışma alanları: Sosyal teori, modernlik, devlet, iktidar, akıl, sekülarizm, postmodernizm ve İslam dünyasındaki dönüşüm süreçleridir. Kitapları: Modern Dünyada Müslümanlar (2000), Yeni Bir Anlam Arayışı (2004), Sabra Davet Eden Hakikat (2009), Nehri Geçerken (2010), Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm (2016), Dünyaya Müslümanca Bakmak (2016), Kalbin Akletmesi (2017)

2 Rasyonalizmin ve modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Fransız Aydınlanma düşünürü Rene Descartes’in (1596-1650) 1637 yılında yayınlanan Metod Üzerine Söylevler kitabında geçen bir ifadedir. Abdurrahman Arslan’a göre Descartes, F.Bacon ve J.Locke ile beraber modern hayatın kurgulanımına imkân veren kuramsal temellerin atılmasında ön plana çıkan Aydınlanma filozoflarındandır. (Bkz. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, sayfa:97)

3 Credo: İtalyancada iman, inanç esasları (amentü) anlamına gelir.

4 Cogito: Latincede düşünmek anlamına gelir. “Düşünüyorum, öyleyse varım.” ifadesinin latincesi “cogito, ergo sum”dur.

5 John Locke 1632-1704 yılları arasında yaşamış Deneyimcilik’in (Bilginin kaynağında deneyimin, duyumların veya duyu-algılarının bulunduğunu söyleyen yaklaşım) ve Liberalizm’in (Biraylerin özgürlüğü ve eşitliğinin önceliğine vurgu yapan, insanla ilgili bütün meselelerde ve kamusal alanda insan merkezci veya hümanist bir yaklaşımın, hak ve ödevlerin evrensel olduğu inancının, ahlaki/dini alanda toleransın ve ekonomik alanda da serbest pazar ile girişimciği savunan yaklaşım) kurucusu olarak kabul edilen İngiliz Aydınlanma düşünürüdür. (Bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, ilgili maddeler) “John Locke kendisini yönetmek isteyen yeni insan için “sivil idare”nin meşru temellerini kurmaya girişir. … Liberal devlet ve bireyciliğin kökleri atılırken özel mülkiyetin önemi Locke’da çok öne çıkar, sonuçta kutsallaştırılarak mutluluğun kaynağına dönüşür.” (Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, sayfa:98)

6 Francis Bacon 1561-1626 yılları arasında yaşamış bir İngiliz Aydınlanma düşünürüdür. “Bilime büyük bir inanç besleyen, modern dünyanın bilim üzerinde inşa edileceğine inanan Bacon, bir yandan modern bilimin peygamberliğini yaparken, diğer yandan kadim bilgeliğe, sadece Skolastisizme değil, fakat Platonik ve Aristotelesçi geleneklere de büyük savaş açmıştır. … Onun sadece pozitivizmin ve bireyciliğin değil, ütopyacılığın da ilk büyük temsilcisi olduğu söylenebilir.”(Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, ilgili madde) “Bacon Yeni Atlantis’inde kurgulanabilecek bir geleceğin imkânlarını ararken insanın tabiat üstündeki egemenliğini son noktasına kadar ulaştırmak ister; bunun için de tek imkânın bilim olacağını söyler.” (Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, sayfa:98)

7 Abdurrahman Arslan, modernitenin gücü İslam dünyasının sınırlarına ulaştığında İslam âleminde iki farklı cevabın üretildiğini belirtmektedir. A) Modernitenin reddi: Alimlerin hepsi olmasa bile büyük çoğunluğunun “avamla” birlikte moderniteye ve onun “nimetlerine” keskin bir tavır koyarak “gavur icadı” nitelemesi ile reddettikleri görülür“ B) Tarihsel mirası red (terakkinin gerekliliği): Müslüman ümmetin aydınları/entelektüellerinin ön kabulü İslam dünyasının geri kalmış olmasıdır. Bu geri kalmışlığın ortadan kalkması için “terakki” gerekmektedir; bu sebeple değişim, “terakki” (ne anlama geldiği üstünde düşünmeye fazla zaman olmadığından) olarak “okundu” veya tercüme edildi. Bu grubu da kendi içerisinde ikiye ayırmak mümkündür: Birinci grup, radikal bir tercihle bütünün değişimini talep edenler ve ikinci grup, mufazakar bir tercihle bütünü iki alana ayırarak biri için değişim talep edenler.(Bkz. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, sayfa:20-22)“Birinci grup: Bu grup bütün bir toplumun toptan değişmesi gerektiğini savunarak radikal bir tercih olarak ortaya çıkar; daha sonraları "laik" olarak tanımlanacak çizgiyi temsil eder. Bu çözüm yoluna göre, modern dünya karşısında başarıya ulaşmak için, "toplumsal evrenin" hem "form" hem de "içerik" olarak tümden değişmesi mecburidir. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan süreçte II. Mahmut ile başlayıp ve 1923'te radikalleşerek M. Kemal ile devam edip gelen bu çizginin hususiyeti, toptan bir değişimi, önceliği "form"a vererek gerçekleştirmek istemesidir. Ne var ki, bu tutum, öngördüğü değişim tarzından dolayı kendisini başından beri sık sık toplumla karşı karşıya getirmiş -II. Mahmut'un diğer adının "Gâvur Padişah" olduğu hatırlanırsa- bunun neticesinde baskıcılığı bir yöntem olarak seçmesi söz konusu olmuştur.  Bu tercih insanları tepkisel yapmış ve modernleşme süreçlerine katılmayarak direnç göstermelerini doğurmuştur.

İkinci grup: Modern dünya karşısında Müslümanlar'ın kısa devrelerle tecrübe etmeye çalıştıkları bu ikinci yolun, bugün Müslümanlar'ı ve dolayısı ile konumuz olan "Müslümanlar'ın sekülerleşmesini çok yakından ilgilendiren hususiyetler taşıdığını belirtmek gerekmektedir. Uygulama süreçlerinde laikliğe karşı olması ile bilinen; fakat Müslümandaki değişime vurgu yapmak için kullandığımız "sekülerleşme/dünyevileşmenin oluşmasına "rahim" olma imkânı veren "yolun" bu olduğunu söylemek yanlış bir tanım sayılmaz. Bunun, Osmanlı'da II. Abdülhamit ile başlayan; Cumhuriyet döneminde Turgut Özal ile kendisini güçlü şekilde duyuran, şimdilerde ise  Erbakan ile kendisinin oluşturduğu meşruiyet zemininde tanık olunmayan nisbette yeni bir toplumsal dinamizm taşıyan ve adına “İslamcı” dediğimiz süreç olduğu söylenebir. Bu çizginin belirleyici hususiyeti ise, moderniteyi gelenek/din içinde üretmek istemesidir. Teknoloji ve bu teknolojiye ilişkin bilginin, toplumsal yapıya dokunmadan Batı'dan transferini sağlama mücadelesine dinî meşruiyet araması; aynı zamanda ümmetin kurtuluşu için teknolojiye "mesiyanik" bir rol biçtiğini çoğu zaman kendisinin de gözden kaçırmasına sebebiyet verir.” (Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, sayfa:184-185)


8 Augustinus (354 - 430), Platonik felsefeyle Hıristiyanlığın sentezini yaptığı düşünülen ve Aziz Augustinus olarak da bilinen ünlü Hıristiyan düşünürdür. “Önce imanın geldiğini, aklın imanın tamamlayıcısı olduğunu savunan Augustinus, aklın vahiy temeli üzerinde kabul edilenleri anlaşılır kılma görevi olduğunu iddia etmişti. O, politik otoriteyi dini otoriteye tabi kılarken, devlete klasik görevlerinin yanında ahlaki ve dindar yurttaşlar yetiştirme görevi yüklemişti.” (Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, ilgili madde)

 

9 Thomas Aquinas 1225-1274 yılları arasında yaşamış ünlü keşiş ve skolastik düşünür. “Aristoteles felsefesini olduğu şekliyle benimseyen, bu felsefeyi insan aklının ulaşabileceği en muazzam yapı olarak değerlendiren Aquinalı Thomas, söz konusu rasyonel felsefeyi Hıristiyan inancıyla uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu yüzden onun felsefe tarihinde kazandığı büyük ünü Hıristiyanlık ve Aristotelesçilik arasında yaptığı senteze borçlu olduğu söylenebilir. Thomas’ın söz konusu sentezi, bir yandan da akıl ile iman arasındaki, ona göre, ideal ilişkiyi ifade eder. Nitekim o, imanın verilerini anlaşılır kılmak için akıldan yararlanılması gerektiğini savunmuş, ünlü “beş yol”uyla, bir veri olarak aldığı Tanrı’nın varoluşunu birtakım akli argümanlar yoluyla kanıtlama cihetine gitmişti.” (Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, ilgili madde)

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ