BİR SEYAHATTEN ARDA KALANLAR - rahle.org

BİR SEYAHATTEN ARDA KALANLAR - rahle.org

BİR SEYAHATTEN ARDA KALANLAR


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Necmeddin IRMAK

 

30 Ekim 2018, Sierra Leone

Rahmet İnsani Yardım’ın ‘Afrika'da bir projemiz olsun’ diyerek yola çıkması üzerine İHH ile yapılan istişareler sonucu Sierra Leone’deki eğitim çalışmalarını yerinde görmek için yola çıkıyoruz. Başlangıçta çeşitli gerekçelerle bir muğlaklığa giren süreç, bir gece Hayati kardeşimden gelen bir mesajla sona eriyor. Biletin alındığını ve 30 Ekim'de yola çıkacağımı öğreniyorum. Hay Allah!

Yolculuğu İHH'dan Özgür kardeşim programlıyor. Zaten istişareleri de onunla yapmıştık. Sierra Leone’ye dönük çalışma niyetinde onun anlattıklarının etkisi olmuştu. Biz de biraz kolaya kaçmıştık. Zira burada hem İHH'nın hazır zemini vardı ve hem de rakamlar çok uygundu.

Aslında Afrika'da yapılacak bir çalışmanın neye tekabul edeceğini hep sormuşumdur. Evet, yüzyıllardır sömürülen bir coğrafya. Açlığın ve üretilmiş hastalıkların pençesinde kıvranan mazlum bir coğrafya. Yetmezmiş gibi Hristiyan misyonerliğin en azgın yüzünü gösterdiği bir coğrafya. Hele de batının işbirlikçisi yerel diktatörlükler yok mu? Bütün bunlar ve daha fazlası insanı/Müslümanı imanen ve vicdanen Afrika'ya ilgi duymaya zorluyor.

Esasen bizim bu ilgimiz çok öncesinden Mısır'dan, Sudan'dan, Cezayir'den, Tunus'tan, Somali'de Amerika'ya karşı direnişten, Güney Afrika'da İmam Abdullah Harun’dan, Tunku Hasan dö Tiro’dan, ta asırlar öncesi Habeşistan’dan ve onun Adil Kralı Necaşi’den, Eritre ve Ogadin cihadından, Avrupa ve Amerika'ya kaçırılıp Hristiyanlaştırılan köle Kunta Kinte’eden ve köle İzaura’lardan gelen uzak ve egzotik bir ilgiydi. Ta ki en başından beri ümmete ihanet ettiğine inandığımız bir yapının buralara gelip okullar açması, eğittiği çocukları getirip Türkiye'de, bir köle pazarında sergilemenin modern versiyonuyla onları ‘pazarlaması’(!) ‘ilgimize’ yeni ve yakın bir boyut katınca ya kadar. Artık Afrika, gidilebilir bir hale gelmişti. Mevcut iktidarın da aynı ‘paralellikte’ gündemine almış olması bu ‘gidilebilirliği’ ‘gitmemiz gerekliliğine’ dönüştürmüştü.

            Fetö'nün ‘tasfiye’ süreci bu gerekliliğe fiili bir durum katmış ve pek çok İslami yapı, Afrika'da bir çalışma zemini arayışına girmişti. Ayrıca bu alan Türkiyeli Müslüman halkın da hem ilgisini çekiyor hem de vicdanını harekete geçiriyordu. Afganistan’la başlayıp Suriye ile devam eden direniş zeminleri ile ilgilenme de Müslümanları yormuştu artık daha ‘masum’ alanlar gerekiyordu. Ayrıca yorgun Müslümanlara bir motivasyon da sağlıyordu. Bölgenin ucuzluğu, tenzih ile beraber söylemek gerekirse bir gelir kapısına da dönüşmüştü. Üstelik genel bir akreditasyon sağlıyordu. ‘Bir taşla birkaç kuş’ dedikleri bu olsa gerek. Lakin hadisenin bütün farklı boyutlarına rağmen Afrika, bu ilgiyi hak ediyordu. Hem geç de kalmıştık. Gerçi öteden beri Arap İslam davetçilerinin ve Ahmet Deedat gibi isimlerin yapıp ettiklerine kulak aşinalığımız vardı, lakin o kadardı.

İşin değerlendirilmesi gereken bir başka boyutu daha vardı: Afrika, batıya karşı her türden İslami direniş için ne anlam ifade ediyordu? Bu hususta bir geleceği var mıydı? Bu açıdan önceliğimiz olabilir miydi? Konuşulması lazım.

Burada Afrika dediğimizde kastımızın ne olduğunu da belirtmek gerekir. Zira Afrika'nın kuzeyi zihin coğrafyamızda aslında Afrika değil. Gündemimize de hiç Afrika olarak girmedi. Bir Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, bize hiç Afrika olmadı. Sudan biraz, biraz da Fas.

Afrika'ya dair sorduğum bir diğer soru da şudur: Eğer biz bu coğrafyada bir çalışma yapacaksak bu çalışma stratejik açıdan neresi olmalı? Nerede çalışma yapmalıyız ki hem geleceği olsun hem çevreye etkisi olsun, hem de kalıcı olsun?

Yolculuk günü geldiğinde bir telaş ve heyecan da beraberinde oluşuyor. Bir de sanki o günü beklercesine meydana çıkan işler olunca telaş daha da artıyor Sierra Leone İHH sorumlusu Fikret kardeşim, son gün, ihtiyaçları olan elektrik malzeme listesini göndermişti. Malzemenin tedariki bu telaşa ilave oldu. Havaalanı yolunda İHH’dan gelen iki koli kitap ile beraber kargosuz seyahat etmeyi seven benim 3 koli Kargom oldu. Check in için turnikeye geldiğimde hem üç ayrı bagaj ve hem de bagajın ağırlığından dolayı problem yaşıyorum. Bagajın içeriğinin yetim çocuklar için eğitim malzemesi olduğunu ve İHH'nın Afrika faaliyetleri için gittiğimi söylüyorum. Hemen çare arıyorlar. Bir iki telefonla ve iki koliyi birbirine bantlayarak sorun çözülüyor. Elhamdülillah!

Hem bagaj tesliminde ve hem de kapıya giderken pasaport kontrolündeki görevlilerin İHH ismine karşı gösterdikleri olumlu ve minnettar yaklaşımları, İHH’nın Müslümanlar ve bu ülke için taşıdığı değeri ve anlamı gösteriyordu. Bu durum İHH’da sorumlu her kardeşimin ve İHH’ya anlam katan herkesin dikkat etmesi gereken bir durumdur. Bu değer ve anlamı bozacak her tavır ve davranış Allah muhafaza eylesin Müslümanlara güvenmede dönüşü mümkün olmayan zararlar oluşturacaktır. İHH dendiğinde görevlilerin gözlerinde gördüğüm güveni tesis ve temin eden kardeşlerimden Allah razı olsun. Tekrar ve yaratılmışların adedince Rabbime hamdolsun!

Kapı numaramı ekrandan kontrol ederken uçağın direk Sierra Leone’nin başkenti Freetown’a değil Burkina Faso’nun başkentine ki okunuşunu sonra Ogadogu diye öğreneceğim, yazılışı ise biraz daha uzun, gideceğimiz söyleniyor. Bu durumlar nedense bende biraz can sıkıntısına sebep oluyor. Neyse uçağa biniyoruz. Bir yanımda sanırım Çinli diğer yanımda bir siyahi arkadaş. Zenci desem ırkçı bir dil kullanmış olur muyum acaba? Yolcuların çoğu tabii olarak siyahi; kendilerine has rahatlık içindeler. Onlara nazaran biraz daha tedirgin ve çekinik ve Hintli olduğunu sandığın gençler. Sonradan onların ucuz ve kalifiye iş gücü olarak çalıştıklarını öğreneceğim. Modern emperyal Kapitalizm, dünyayı gerçekten büyük bir köye dönüştürmüş. Herkes her yerde. Kahrolsun emperyalizm!

Benimle beraber bir miktar beyaz ve sanırım batılı. Sıradan bir uçak yolculuğu. Ogadogu’ya iniyoruz. Uçağın çoğu boşalıyor. Bir saat sonra yeniden havalanıyoruz ve toplamda 9, 10 saat sonra gece yarısı Freetown’a iniyoruz. Basit, küçük ve bakımsız bir havaalanı. Bir kargo firmasının uçağından başka uçak gözükmüyor. Anadolu'da otuz yıl öncesinin bir kasabasında bir otobüs terminalinde inmenin nostaljisini yaşıyorsunuz. Biraz tedirginlik. Bu tür yerlerin genel sorunu, nasıl bir problem ile karşılaşacağınızı bilememeniz. Elhamdülillah! Sorunsuz bir şekilde havaalanından çıkıyorum. Fikret karşılıyor. Seviniyorum, rahatlıyorum. İHH'nın şoförlüğünü yapan Amedo’yla -herhalde Ahmet'in bozulmuş hali- beraber yola çıkıyoruz. Uzun zaman sonra Afrika'da uzun bir gece yolculuğu daha. Fikret ile tanışıyoruz. İlk izlenimim eylem/iş odaklı bir özelliği olduğu yönünde. İHH’yı İHH yapan sanırım bu vasfa sahip arkadaşlar.

Uçakta akşam namazını kılmıştım; yatsıyı varınca kılarım diye düşünmüştüm. Lakin yol uzun, araçta su yok. Fikret, benzin istasyonlarının ve mescitlerin kapalı olduğunu söylüyor. Yetişememe endişesi, tedirginliğimi artırıyor, Arabayı yol kenarına çekiyoruz. Teyemmümle namazımı kılıyorum. Elhamdülillah!

İHH’nın merkezine vardığımızda sabah ezanları okunmaya başlamıştı. İHH’nın merkezi başkent Freetown’a bağlı Waterlo isminde bir kasabada yer alıyor. Yol boyunca Fikret kardeşim Sierra Leone ve çalışmalar hakkında bilgiler veriyor. Afrika'nın batı burnunda yer alan Sierra Leone, Atlas Okyanusu'na kıyı, Gine ve Liberya’ya komşu, 6-7 milyonluk bir ülke. Elmas ve altın madenleri, sömürgecileri bir akbaba gibi buraya çekmiş. Yerel kabilelerin yanında kölelik sonrası Avrupa ve Amerika'dan gelen/getirilen kölelerle oluşturulmuş bir devlet. Önce Fransız sonra İngiliz sömürgesinde kalmışlar. Kullanılan ve resmi olarak kabul edilen dil İngilizce. Yerel diller olmakla beraber ortak dil, İngilizce. İddialara göre nüfusun yüzde yetmiş veya yetmiş beşi Müslüman. Gerçi ertesi gün şehri dolaştığımızda görüntü tam tersini söylüyor gibi. Ama anlatılanlardan anladığım bu durum dine dair algının neticesi.

Fikret kardeşim daha önce misyonerlik faaliyetlerine dair dinlediğim yoğun çabaları örnekler de vererek teyit ediyor. Ama İslami davet faaliyetlerinin de sistematik ve örgütlü olmamakla beraber ki bunun için uğraştıklarını anlatıyor, yoğunlaştığını ilave ediyor. Ertesi gün tanışacağımız, rahip iken Müslüman olan ve şu an Sierra Leone’de en tanınmış davetçi vasfına sahip olan Birader Musa veya Musa Bangura hakkında bilgi veriyor ve Sierra Leone’de var olan ilginç bir uygulamayı da anlatıyor:  buna göre halkın yoğun katılım gösterdiği münazara şeklindeki çeşitli programlarda bir misyoner papaz ve bir Müslüman davetçi ki çoğunlukla o Birader Musa oluyor karşılıklı tartışıyorlar. Bir hakem heyeti de kazananı ilan ediyor. Fikret bu program vesilesiyle binlerce kişinin Müslüman olduğunu söylüyor.

Ezandan bir süre sonra İHH’nın kampüsünde yer alan mescitte İmam Fuat'ın arkasında namazımızı ikame ediyoruz ve sonra misafirhanede istirahate çekiliyoruz

31 Ekim, Çarşamba

Türkiye ile 3 saatlik zaman farkını da göz önüne alırsak iyi bir istirahat ve sonra kahvaltıya oturuyoruz. Merkezde Fikret'in haricinde Türkçe öğretmeni olarak görev yapan Antep'ten Bülent kardeşim ve Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı'ndan görevli gelen Abdulkadir kardeşim bulunuyor. Tanışıyoruz. Bülent, Maarif Vakfında görevli iken İHH'ya görevlendirme gelmiş. Ailesi Türkiye'de. Abdulkadir daha genç, 22 yaşında Sierra Lenone’nin meşhur davetçisi Musa Bangura’ya yardımcı olsun diye Osman Nuri Topbaş Efendi tarafından gönderildiğini söylüyor. Harika bir hizmet. Rabbim bereketlendirsin. Onun gibi gençlere ne çok ihtiyacımız var ve fakat ne kadar azlar Şu hain yapı gençlerini nasıl motive ediyordu ki?

Abdulkadir bir yandan Musa ya yardım ederken İHH’da da sorumluluklar üstleniyor. Bir kulübeden yaptığı kafeteryayı bir davet merkezine dönüştürme çabası içinde ve şimdiden onlarca insanın hidayetine vesile olmuş.

Kahvaltı sonrası Fikret program yapıyor, ben de ona tabi oluyorum. Önce şehir merkezine gidilecek.  Yol şartları sebebiyle uzunca bir yolculuk; inişler, yokuşlar ve virajlar, yol dar, çok azı hariç tek şeritli. Bir de bunun üstüne hayat tamamen yol üstüne kurulunca yolculuk daha da uzuyor.

İklim tropikal, iki mevsim var: kurak mevsim ve yağmur Mevsimi. Geldiğimiz dönem kurak mevsime dönme zamanı; bir yağıyor bir yağmıyor. Gökyüzü çoğunlukla kapalı. Havalar buraya göre serin geçiyor. Hatta bazı sabahlar üşüyorum ve üzerime ince bir battaniye alıyorum. Bir de şu cibinlik önemli zira malerya ve sıtma burada vaka-i adiyeden, bir sivrisinek ısırığına bakıyor. Hem burası ‘ebola’sı ile meşhur. Gerçi şu an bu illetten ki üretilmiş biyolojik bir hastalık olma iddiası yaygın kurtulduklarını söylüyorlar. Her tropikal ülke gibi burası da yeşillikler içinde, Karadeniz'in tropikal hali.

Öğretilmiş bir çaresizlik burada da hakim. Fakirlik diz boyu, cehalet çok koyu. Giyinik olmak bir anlam taşımıyor; ya geleneksel açıklık veya modern açıklık. Müslüman hanımların ve kızların alamet-i farikası başlarındaki örtü; daha dikkatli olanların başörtüleri daha büyük ve vücudun üst kısmını kapatıyor, alt kısmı yerel etek veya peştamal. İHH’nın yetimhanesinde kızlara tesettür bilinci de veriliyor. İklim ve kültürden olsa gerek ilişkiler çok rahat. Gerçi daha sonra peçe dâhil siyah tesettürlü ablaları görünce şaşırıyorum fakat az da olsa bulunduklarını söylüyorlar.

Yaptığımız yolculuk boyunca kendimi bir Afrika belgeselinin içinde hissediyorum. Ekrandan izlediğim belgeselin yahut Afrika'ya dair bir haberin ortasındaymışım gibi. Cadde boydan boya koca bir pazar; tropikal meyve ve sebzelerin, bin bir türlü malzemenin tezgâhlarda yahut kafalarda sergilendiği koca bir pazar.

Sonunda Freetown’ın merkezine varıyoruz. Bir bankaya giriyoruz. Fikret, banka ile olan işlerini takip ederken oturup biraz gözlem yapıyorum. Bu bankacılar dünyanın her yerinde böyle mi? Giyim kuşamları, eda ve tavırları, diyalogları sanki birbirinin kopyası. Gerçi mekânları kıyaslanmaz ama statülerinin getirdiği bir aynılık var.

İşimizi bitirip çıkıyoruz, arızalı bir yazıcının tamiri için bir elektronikçiye giriyoruz. Müslüman. İlginçtir bu elektronikçiler de birbirinin kopyası; hal ve hareketleri, anlatım tarzları bizimkilerle aynı. Telefonu tezgâhtan alması, kapağını seri bir baş parmak hareketiyle ve bilmiş bir bakışla açması, sim kartı basit bir hareketle çıkarması ve sanki her şeyi görmüşçesine bir anda bütün parçaları robotik hareketlerle toplaması ve tezgâhın üstüne, kartları masaya süren bir pokerci tarzıyla geri bırakması, Kaynarca'daki telefoncu arkadaşımla aynılık arz ediyordu.

İşin bir başka boyutu onca fakirliğe rağmen son model elektronik eşyanın ilgi görüyor olması. Üstelik ciddi bir elektrik sıkıntısı varken ve televizyon bile yaygın değilken. Radyo henüz modası geçmiş değil ve çok yaygın. İşimiz bitiyor çıkıyoruz ve bir ‘keke’ye biniyoruz: yolcu taşımak için yapılmış üç tekerlekli motorlar; hani şu Hindistan'ın meşhur ettiği araçlar. Burada da çok yaygın. Bunun yanında küçük Japon-Kore minibüsleri de bizdeki dolmuşçuluk gibi kullanılıyor. Bizim eski magıruslar bunlara kıyasla rahat bir toplu taşıma aracı. Sonradan Sierra Leone’nin ikinci el araç cenneti olduğunu öğreniyorum neredeyse tamamı Japon aracı özellikle Toyota.

Biraz sonra Maarif Vakfı'nın Freetown’daki okuluna ve aynı zamanda merkezine varıyoruz. Büyükce iki demir kapı ve üzeri jiletli tel ile örülü yüksek duvarların içinde Lübnanlılardan kiralanmış bir villa. Bu Lübnanlılar burada çok eskiden beri varmış, ticaretin büyük kısmı ve kimi teknik alanlar, hastane gibi bunların ve Hintlilerin elinde bulunuyor. Uçaktaki onca Hintli gencin nedenini anlıyorum. Sanki Sierra Leone’nin en büyük camisi'nin de o Lübnanlı şiilere ait olduğunu söylüyorlar; bir la havle çekiyorum.

Maarif’in bahçe duvarlarının benzeri, şehrin ve belki de ülkenin her yerinde var. Güvenlik sorunu olduğunu söylüyorlar. İçeri giriyoruz. Görevli iki siyahi hanımefendi el uzatıyorlar. Tutmayıp teşekkür ediyorum; karşılığını yüksek ve uzun bir kahkaha olarak alıyorum. Müdür odasına geçiyoruz ama içimden ‘bizdeki arsız laiklerden burada da mı var?’ diye geçiriyorum, bir la havle daha çekiyorum. İçerde Maarif’in Sierra Leone sorumlusu Hurşit Bey ile buluşuyoruz, tanışıyoruz ve burada yaptıklarını, Maarif’in misyonu ve tabii ki sorunlar üzerine konuşuyoruz. Ziyarete gelen bir Mısırlı doktorla tanışıyoruz, açtıkları bir hastahanenin broşürünü veriyor. Çay faslından sonra ayrılıyoruz ve merkeze dönüyoruz. Yolda Fikret, közde pişirilen ve tadı aynen patatesi andıran şekli ise kocaman havuca benzeyen Sierra Leone kumpirin den yani kasava alıyor, hoşuma gidiyor.

Yemyeşil bir tepenin ki her tepe yemyeşil, eteğinde kurulmuş kocaman yapısı ile Amerikan Elçiliği. Hiçbir yeri boş bırakmıyorlar. Kahrolsun Amerika!

Akşamüstü merkeze varıyoruz. Ezan okunuyor; sade basit ve düz bir okuyuş lakin ‘hayyalesselah’ kısmını ‘hayyalesvelah’ diye okuyor. Ertesi gün İmam Fuat’ın yanında müezzini tashih etmeye çalışıyoruz ama sonra o yine bildiğini okuyor. Ne demişler: İmam bildiğini okur. İmam Fuat, genç, yeni evli, simsiyah tenli, sürekli gülen gözleri, adeta fısıltıyı andıran konuşmasıyla varlığı ile yokluğu belli olmayan İHH’nın mescidinin imamı; biraz medrese okumuş, imameti gayet güzel. Mescitte mühtedilere Kur'an öğretiyor. Arapça konuştuğumu görünce muhabbet etmek istiyor. Ben de karşılığını veriyorum.

Yemek için misafirhaneye çıkıyoruz. İki siyahi abla, Aminata (Emine) ve Fatımata (Fatıma); sanırım Arapça yazılıştaki müenneslik ta’sını da telaffuz ediyorlar, Türk usulü yemek hazırlamışlar. Biraz sonra çay içerken Musa Bangura geliyor, tanışıyoruz. Halim, selim, kendi halinde ve kendinden emin, sakin biri. Ertesi gün öğrenciler ile olan diyaloğunu, onlarca yetimin etrafını sarıp onunla muhabbet etmelerini görünce hakkında anlatılanların sebepsiz olmadığını anlıyorum. Bir de bunun tam üstüne Ekrem aracılığı ile Ramazan Kayan hocanın telefonda kendisine selam göndermesi eklenince…

Yatsı namazı mescitdeyiz. Hemen her vakit namazının manzarası: önde bir saf erkekler ki çoğu genç, arka bölümde 170'e yakın yetim kız çocuğu. Elhamdülillah! Namaz sonrası biraz muhabbet ve istirahate çekiliyoruz. Harika bir durum: erkenden yatıyorsunuz.

1 Kasım, Perşembe

Hava yağmurlu, gece boyu yağdı. Serin bir hava, insanı istirahate davet ediyor. Kahvaltı ve o günün programı: başka bir bölgede bulunan, sanırım adı Cui idi, Fatıma Zehra Kadın Merkezi ve Afrika Müslim Ajansı ziyaretleri.

Yola çıkıyoruz. Asfalt yoldan ayrılınca çukur ifadesi bile yanında düz kalacak bozuklukta berbat bir yola giriyoruz. Aslında burada asfalt harici bütün yollar, caddeler, ara sokaklar eğer bu ifadeleri kullanmak doğruysa böyle. Bir de Çinlilerin yaptığı söylenen iki şeritli gidiş geliş yönü olan ana yol var ve paralı. Karşınıza birden gişeler çıkıyor, parayı ödüyorsunuz ve gördüğünüz tek otomatik bariyeri geçip yola devam ediyorsunuz. Çünkü hemen her cadde ve yol üzerinde polis kontrolü noktaları var ve yolu, üzerine poşetler bağlanmış bir iple kesiyorlar. Kendilerince ilgili ilgisiz sorular sorarak güya kontrol ediyorlar, sonra ipi bırakıp yol veriyorlar. Gittiğimiz Cui bölgesi Hristiyanların ve misyonerlerin yoğun olduğu bir bölge. Bu sebeple Fikret buradaki okulun stratejik önemi olduğunu söylüyor, aynı zamanda İmamlar Konseyi dediği bir nevi Diyanet gibi olan bir kuruluş ile irtibatlı olduğunu da ilave ediyor.

Ülkede ilginç bir dinsel serbestlik var, kimse kimseye karışmıyor. Yaşanılan iç çatışmalar, dini kamplaşmaların fiili müdahalelere evrilmemesi için sağlam bir argüman olarak kullanılıyor. Görece barış içinde bir ortam oluşturulmuş. Çoğunluk Müslümanlarda ama cumhurbaşkanı Hristiyan, daha da ilginci karısı Müslüman ve cumhurbaşkanı pazar günleri kiliseye gidiyor ama kimi zaman cuma günleri de camiye gidiyormuş. Enteresan bir din algısı var ve buna bağlı olarak ilginç ihtida hikayeleri

Fatıma Zehra Kadın Merkezi ve ilkokuluna nihayet varıyoruz. Hafif meyilli bir arazide bir mescit ve yanında çevresi çocuklarla çevrili bir su kuyusu. Ülkede herhangi bir altyapı olmadığı için belki Freetown merkezi hariç her yerde su kuyusu var. Biraz aşağıda eski, tek katlı, iki odadan müteşekkil, ilkokul olduğu söylenen bir yapı var; duvarında kocaman, başörtülü ve yüzü olmayan bir resim ve büyük harflerle ‘Fatıma Zehra Kadın Merkezi’ yazısı ve tabi ki İngilizce. Biraz aşağısında İHH’nın yaptığı yeni ve 4 veya 5 odadan müteşekkil ilave okul binası, içi henüz boş.

Okulun pencerelerinden denizin karaya eğri bir hançer gibi saplandığı, coğrafi oluşumlardan fiyordun manzarası ile karşılaşıyoruz. Bunun gibi manzara sahibi evler, görebildiğim hep gecekondu vasfını taşıyorlar. Biraz sonra okulun sorumlusu Fatma abla ve öğretmenleri geliyorlar. Kendilerine has rahatlık içerisinde biraz yakın oturacak oluyor, içimden ‘az öteye git bacım’ diye geçiriyorum. Sanki anlamış gibi arayı açıyor. Basit bir toplantının içinde buluyoruz kendimizi. Konuşmalar. Ayrıldık ama manzara beyaz adamın siyah adama karşı durumu gibiydi veya belki ben öyle hissettim. Açıkçası üzüldüm ve biraz da utandım.

Biraz sonra Afrika Müslim Ajansı adındaki kuruluştayız. 33 yıl önce Kuveyt tarafından kurulmuş, Sierra Leone devleti ile resmi protokol üzere çalışıyorlar. Geniş bir arazide tek katlı binalar halinde yetimhane, okullar, mescit ve idari mekanlardan oluşan bir kampüs. İçeri giriyoruz. Merkezin direktörü Cezayirli Necip ile tanışıyoruz. Hasbihale biraz sonra Mısırlı Üsame de katılıyor. İngilizce ve Arapça karışık bir muhabbet oluyor. Arapça tamam da İngilizcemin de iyi olduğunu görüyorum, içimden kendi kendimi yine takdir ediyorum. Burada biraz kalsam hem Arapça pratik hem de İngilizcem çok iyi olacak ama Kardeşlerim izin vermiyor ki!

Necip, merkezin durumunu, yaptıklarını anlatıyor. Sonra yetimhaneyi ve birkaç yeri geziyoruz. Görüntü, ‘böyle olmak zorunda mı?’ sorusunu sorduruyor ama şunu biliyorum siz ne kadar dikkat etseniz de bölgenin yaşam tarzı ve standardı daha fazla belirleyici oluyor. Bir de üstüne bütün yansımalarıyla cehalet eklenince!... Öncesinde ve sonrasında bu arkadaşlara ne yapılabileceğinin değerlendirmelerini yapıyoruz, özellikle üniversite boyutu üzerinde duruyoruz.

Programımızı tamamlayıp merkeze dönüyoruz. Yolumuzun üzerinde Abdülkadir'in davet amaçlı açtığı İstanbul Kafe'ye uğruyoruz. Kafesinde bize tarhana ikram ediyor. Kurban Bayramı'nda Türkiye'den gelen kalabalık ekip her gün onun kafeteryasında yemek yiyince yerel halkın buranın beyazlara ait, lüks ve pahalı bir yer olduğu zannıyla uzak durduğundan bahsediliyor. Dikkat edilmesi gereken bir durum daha. Akşama çayla beraber o günün kritiğini.

2 Kasım, Cuma

Bu günkü programımız: İHH'nın Rakel’de bulunan ve mühtedilere dönük yatılı okulunu görme, Müslüman oldukları için evlerinden atılan gençler için tutulan evi ziyaret, bir kadının sokağa bırakılan özürlüler için bakım haneye çevirdiği evin durumuna bakma ve İmamlar Konseyi Başkanı Muhammed Habib’i ziyaret.

Önce Rakel’e gidiyoruz. Ralli vari bir yolculuk sonrası toprak yol bitiyor ve okula varıyoruz. Etraf yeni yapılan birkaç ev haricinde boş. Okul, geniş bir arazi içinde, girişte bir yıkıntı, değişik, kompozit bir yapı malzemesi. Fikret, enkazın yani yapılan camiye ait olduğunu söylüyor; çatısı bağlanmadığı için şiddetli rüzgârda dağılmış, legolarla yapılmış bir oyuncak evin oyun sonrası dağılmış halini andırıyor. Öteden okulun ve arazinin bekçiliğini yapan Hasan geliyor; tebliğ cemaatindenmiş. Okul ‘H’ şeklinde, önde sınıflar, arkada yatakhane. Şimdilik boş. Proje uygulanırsa yeni Müslüman olmuş gençlere 8 aylık periyotlarla yatılı eğitim verilecek. Toplam 25-30 kişilik. Arazinin genişliği, sonrası için genişletilebilir ve geliştirilebilir imkanlar sunuyor. Zaten İHH, bu arazide şimdiden zirai çalışmalara başlamış bile; yer fıstığı ve kimi sebzeleri yetiştiriyor. Ayrılıyoruz.

Cuma namazından önce, Müslüman olduğu için evinden atılmış gençlerin barınmasına binaen kiralanmış eve gidiyoruz. İkisi yeni Müslüman olmuş 13 ila 25 yaş arası 15 civarı genç. Selam veriyoruz, hal hatır soruyoruz. Düşüncesizliğim aklıma geliyor; eli boş geldim. Allah beni affetsin! İHH, buradaki gençlerin barınmasını ve bir miktar da iaşesini karşılıyor, iş ve eş şeklinde teşvik ve yardımda bulunuyor. Gençlerin mazlumiyet ve mahzuniyetleri yüzlerinden okunuyor. Evliliğe dair yapılan bir latife'ye verdikleri kahkahalı karşılık mahzuniyeti bir miktar hafifletiyor. Selamlaşıp ayrılıyoruz lakin aklım o mahzuniyette takılıp kalıyor.

Biraz sonra daha ağır bir mahzunluk beni bekliyor; küçük bir ev, bizim evlere kıyasla, ‘kıyas mı?!!!’ Önünde ilkel birkaç tane tekerlekli sandalye, birkaç çocuk. Fikret açık olan evin kapısını biraz daha fazla açıyor. İçerde 10-15 arası, her yaştan zihinsel ve fiziki engelli çocuklar ve gençler. İç içeler, sanki tutunacak hiçbir şeyleri kalmamış gibi ki zaten öyle, birbirine sarılmış ve tutunmuşlar. Mahzunluk bu manzara karşısında utanır, utanıyorum. Affeyle ya Rabbi!

Bir kadın, hepsine sahip çıkmış, hiç birini ayırmadan hepsine annelik yapıyor, tek başına. Yeryüzüne inen merhametin epeyce bir kısmı herhalde bu kadına düşmüş sanki. Belli etmiyorum lakin hızla ayrılmak istiyorum. İHH, bu kadını da ihmal etmiyor. Sanırım İHH’yı anlamlı kılan da bu. Bütün eksikliklerimize ve hatalarımıza rağmen… Fikret kardeşime ve onun gibilere karşı sevgi ve muhabbetim bir kez daha katlanıyor. Belki kokusundan dolayı yanına bile yaklaşmak istemeyeceğimiz bu mekân ve insanlarla hemhal olmuşlar. Tekrar ayrılıyoruz fakat görüntü beni bırakmıyor. Sanırım bir ömür yanımda taşıyacağım görüntülerden biri oluyor.

Cuma vakti geliyor Ziyaret edeceğimiz Muhammed Habib’in mekânına yakın bir mescide gidiyoruz. İçeri giriyorum, uzun boylu bir arkadaş ayakta vaaz ediyor. Mescit sade ötesi; yerde muşamba, çatıyı tutan ahşap direkler, dalları budanmış ve öylesine konmuş. Kaçamak bakışlar altında kendimi garip hissediyorum. ‘Niye Fikret’e dönük değil de bana dönük bu bakışlar?’ diye soruyorum. Sonra Fikret'in biraz daha esmer ve Arap görüntüsü benim ise sarışın yeşil-mavi arası bir göz rengi ile herhalde daha çok batılı beyaz adama benzemem, bu bakışların sebebi olsa gerek. Biraz sonra iç ezan okunuyor, Arapça. Mescit doluyor, gençlerle ve çocuklarla, çok az ihtiyar var. İnsanlar ihtiyarlama dan ölünce ki ortalama ömür kırk altı civarı, ihtiyarların mescitte olmamasından daha normal bir şey olmuyor. İmam hutbede okuduğu ayetler den anlıyorum ki tevhitten bahsediyor. Aklıma Türkiye'deki içi boş muhteşem camiler geliyor, ‘hangisi muhteşem?’ diye soruyorum. Namaz bitiyor, çıkıyoruz.

Muhammed Habib’in ofisine geçiyoruz. Mekke’de okumuş bir Müslüman. Ortak dilimiz Arapça, tanışıyoruz, ziyaret sebebinizi anlatıyoruz. Konuşuyor, heyecanlı ve dertli. Dünyanın bir ucunda bizimle aynı dertleri paylaşan bir siyah Müslüman. Hey izzetin sahibi Allah'ım! Bizi bu zilletten kurtar!

Su ikram ediyorlar. Su, naylon torbalarda paketlenmiş, pet şişeden daha çok ve daha ucuz ve daha yaygın, bardak yok, köşesini dişinizde koparıp deliği ağzınıza götürüyor ve elinizde torbayı sıkarak içiyorsunuz. İmamlar Konseyi Başkanının makamında sade ve ilginç bir sunum. İzin isteyip ayrılıyoruz.

Sabah programı yaparken, vaktimiz olursa sahile gitmeyi de konuşmuştuk. Vaktimiz var lakin araç arızalı ve Fikret, yoğun. Benimle beraber İstanbul'a döneceği için işleri tamamlamaya çalışıyor. Merkeze dönüyoruz. Program tamam ve maksat hasıl oluyor.

3 Kasım, Cumartesi

Sierra Leone’da son günümüz. Bugün ülkede her ay ve ayda bir gün öğlene kadar süren sokağa çıkma yasağının uygulandığı ulusal temizlik günü imiş. Nasıl yani? Hem böyle bir gün var hem sokağa çıkmak bile yasak ve hem de her yer çöp ve temizlikten eser yok. Bizdeki ‘andımız’ meselesi gibi, ne doğruluk, ne çalışkanlık ne de diğer şeyler var ama olsun.

Ne yapalım, mecbur merkezde kalıyoruz, muhabbete devam. İkindiden sonra İHH'nın mühtedi okulundan mezun 20 civarı kız çocuğunun berat ve icazetleri verilecek. İçlerinde geçmişte rahibe olan da var. Program mescitte gerçekleşiyor. Bizim ortam ve şartlarımıza göre oldukça rahat bir görünüm ve ilişki biçimi var burada. Şimdilik bu kadar. Ne yapacaksın, buna da şükür. Zamanla İnşallah daha güzel olacak.

Yatsı sonrası vakit geliyor. Hazırlanıyoruz, vedalaşıyoruz. Bizi kardeş kılan Allah'a hamd ediyoruz. Gönülden bir parça da orada kalıyor 3 saat sürecek Havaalanı yolculuğu başlıyor ve bitiyor. Elhamdülillah Ya Rabbi! Sana, dinine ve ümmete hizmet bilinci ve imkânı verdin.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ