ANADOLU ERENLERİ VE İNSAN EĞİTİMİ ÜZERİNE GAZEL - rahle.org

ANADOLU ERENLERİ VE İNSAN EĞİTİMİ ÜZERİNE GAZEL - rahle.org

ANADOLU ERENLERİ VE İNSAN EĞİTİMİ ÜZERİNE GAZEL


Facebookta Paylaş
Tweetle

M. Murat BAYRAK

 

Tarikatların insan eğitimi şöylece hulasa edilebilir:

Genel olarak “İki tarikatın on iki kolu” olarak özetlenen tasavvuf ekollerinin her biri kendi içinde farklılaşan ancak özünde benzerlikler taşıyan; yolun sonunda Şatt’ül-Arab’da bir olarak denize ulaşan Fırat ve Dicle gibidirler. Sonu itibariyle hepsi birdir, aynı denize akarlar. Özü itibariyle hepsi birdir, su gibidirler. Ancak kaynaklarına doğru bakıldıkça farklı kollar, farklı dere yatakları ve farklı mecralar görünür..

Bu cümlenin fazlaca iddialı olduğunu biliyorum elbette; ama bu yazı da bilimsel bir araştırmanın sonuç bildirgesi değil. Tecrübelerin pencerelerinden sızan şafak ışıklarının huzmelerinden derlenmiş bir demet, sadece.

Daha da özelleştirerek söylemeliyim: Bütün tasavvufun değil; bütün ekollerin değil. Sadece Anadolu erenlerinin insan eğitimi üzerine düşen/düşünülen huzmeler...

***

Her şey, Ahmet Yesevi hazretlerinin bizzat yetiştirdiği erenlerini birbiri ardına öğseğilerinin peşinde Rum diyarına göndermesiyle başlar. Hacı Bektaş, Kumral Abdal, Sarı Saltuk, Barak Fakı, Ahi Evran, Edibali, Tapduk Emre… Her biri bir yeri yurt tutar; İslam’a, Müslümana yurt kılar.

Cenabı Peygamber Efendimizin (sav) Mekke’yi sonra da Musab ra’ı göndererek Medine’yi yurt etmesi örneğinden alınmıştır, bütün düsturlar. Her bir eren, “ben de kendi halimce Muhammedim” anlayışıyla yetiştirilmiş; öylece gönderilmiştir.

Öğseğinin peşinden yola düşmek, başlı başına bir eğitim yöntemidir. Ancak bu yöntem bu yazının hacmi dışında kalmalı.

***

Her bir eren, bir yeri yurt tuttu ya; o yurda maya çalmalı diye başlar kitaplar. Ancak hakikati bilenler farklı söyler: asıl olan maya çalmak değil, maya olmaktır.

Böylece iki temel eğitim faaliyeti icra edilmeye başlanır: çoğu Hristiyan Rum, azı Müslüman Türk olan Anadolu topraklarında yeni bir toplum inşa etmek; ikincisi: Bu insanlar arasında cevheri uygun olanları tespit edip onları güzel insanlara önder olarak güzelliklerle bezemek yetiştirmek.

***

Toplumun eğitimi, “sahip olunan ve arzulanan temel toplumsal değerlerin insanlara birer birer aşılanması” yöntemiyle icra edilmiştir. Yöntem gayet yalın ve basittir: ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!

Malum, aşılama eylemi, ciddi bir çaba ve sabır gerektirir. Hele ki insan aşılamaksa muradınız; bunun nesiller boyu süreceğini hesaba katmak gerek.

Anadolu erenleri, Anadolu’da buldukları ile orta Asya’dan getirdikleri insanları bir bir aşılarken, araya harç niyetine kendi hasbiliklerini karmışlardır. Dünyevi -hatta abartarak söyleyenlerin dediği gibi uhrevi dahi- herhangi bir beklenti ve talepleri yoktur. Hiçbir şey istemeden ve beklemeden sadece vermekle başlamıştır, bu hasbilik. Verildikçe alanlar verenlerin etrafında halkalanır olmuşlardır.

Bu süreçte “neden veriyorlar ki; bir şey beklemeden?” diye soranlar olmuştur elbet. Bu soranlar, ortak bir cevap bulurlar: Cenab-ı Peygamber Efendimiz de böylece vermişti; o mübareğin ayağı tozu olma şerefine ermek isteriz. Ol sebepten veririz, elimizde avucumuzda ne varsa…

***

Aşı vurulmuştur: Cenab-ı Peygamber Efendimiz (sav)  bir kutlu sevda olarak dillere, oradan da gönüllere nakşedilmeye başlanmıştır. Müslümanı Hristiyan’ı ile Anadolu toprağı, Hz. Muhammed Mustafa sav’in nuruyla aydınlanmaktadır. Adı anıldığında Hristiyan Rumlar dahi ellerini kalplerine koyup “allahümme salli ala seyyidina Muhammed” der olmuşlardır.

***

Bütün ahlaki ve insani değerler,  bu kutlu sevda üzerinde inşa edilmektedir

Erenler, dergâhlarını birer insan inşa merkezi haline getirmişler ve Cenabı Peygamber Efendimizin (sav) sevdasını ve bu sevda üzerinde de ahlakını inşa etmeye başlamışlardır.

İnsan eğitiminin –ister toplum isterse birey olsun- en önemli sorusu aslında budur: Benden istediğiniz bu değerleri neden taşıyayım? Neden güzel ve iyi olayım?

Bu gerek doğuda gerek batıda bütün eğitim felsefecilerinin cevap bulmak için çırpındıkları ağır sorudur. İnsan gönlüne sağlam bir kök salamadıkça eğitim denen çabalar boşa çıkmaktadır.

Anadolu erenleri Ahmet Yesevi hazretlerinin gönlündeki sevdayı gönüllerine koyup örselemeden taa Horasan diyarından Rum diyarına kadar getirmişlerdir: Peygamber sevdası. 

Toplumun bütün fertlerine tek tek dokunulurken bu sevdanın ışığı da kalpten kalbe yol bulmaktadır. Bütün ahlaki değerler; mesela fedakârlık, fütüvvet, diğergamlık, hoşgörü, insana değer vermek, düşküne yardım etmek, yetime sahip çıkmak, yaşlılara hürmet etmek vb. bu sevdanın ışığında tanımlanmakta ve tanıtılmaktadır.

***

Anadolu toplumu bu anlayışlarla inşa edilirken, içinde bulunan arsızı, hırsızı, yol keseni el hâsıl cümle eşkıyası da derin bir şefkatle kucaklanarak ıslah edilmeye çalışılmıştır. “Hapse atarak kimseyi ıslah edemezsiniz; dergâha alarak ıslah etmeliyiz” anlayışıyla bu tür suçlular bahsedilen sevda ortamında sevda aşıları ile düzeltilmeye çalışılmıştır.

***

Dergâhın içinde ise bambaşka bir dünya gelenleri beklemektedir.

Dergâhlara gelenler üç maksatla gelmektedir: bir tas çorba içelim, bir çuval buğday alalım diye gelenler, içimde bir yangın var, söndüremiyorum diye gelenler ve boynundan zincirle çekilerek gelenler.

Birinci grubun örneği Hacı Bektaş dergâhına buğday almaya giden Yunus Efendi’dir. Hazreti Pir’den köyünde kıtlık olduğunu beyan ile buğday ister. Hazreti Pir, ona buğday yerine nefes teklif eder. Yunus Efendi “açız Pirim; nefes karın doyurmaz, buğday isterim” diye reddeder. Pir, her çuval için bir nefes vermeyi teklif eder, ancak Yunus Efendi ille de buğday der. Pir en son “her buğday tanesi için bir nefes” teklif eder. Eder amma Yunus Efendi, köyünün kıtlıktan kırılan ahalisinin derdindedir, buğday isterim diye diretir. Hacı Bektaş Pir, “peki evlat” der, “sen bilin... Yunus Efendinin kağnısını alabildiğince buğday yükleyin”

Bu örnekteki kişilerin dergâhtaki nasipleri buğdaydan ibarettir. Karınları doyar, aç açık kalmazlar. Ara sıra ufak tefek işleri görürler; suf hırka giyerler. Dışardan bakıldığında derviş görünürler; ancak içerden bakıldığında bir ekin tanesi gibidirler. Kendi haline bıraksan bin yıl bir buğday başağı olacak değil…

***

İkinci grubun örneği ise Yunus Emre’dir.

Buğdayını kağnısına yüklemiş yolda giderken tutuşur içindeki ateş. Gönlü ile aklı birbirini hesaba çekmeye başlar.

Buğdayı yiyip bitireceğiz sonra tekrar yiyeceğiz.. Ölene kadar yiyip tüketeceğiz de bizim buğdaydan farkımız ne ola ki? 

Öküzlerim buğdayları çekiyor; ben de öküzlerimi. Ya benim öküzlerden farkım nedir?

Olur mu; sen insansın. Zübde-i âlemsin, eşrefi mahlûkatsın. Senden özge kıymetli yoktur, Hak Teâlâ katında. Daha ne istersin?

Hak katında olmak ne demek ola ki?

Sorular burada düğümlenir. Nefesi tıkanır. Kalp krizi geçiren bir hasta gibidir, nefesi boğazında düğümlenmekte, ciğerine ulaşamamaktadır sanki.

İçinde yangınlar alevlenmektedir. Bütün yollar, ağaçlar, otlar, tepeler, vadiler yanmaya başlamıştır. Daha doğrusu kendisi alev olmuştur da her yeri yangın görmektedir.

Çevirir öküzlerini; tekrar Hacı Bektaş dergâhına varır.

“Pirim” der; “vazgeçtim. Alın buğdayları. Bana nefes verin. Bir tek nefese dahi razıyım”

Hazreti Pir, gönül üstadıdır. Yangının kokusunu almakla kalmamış, nice yandığını da görmüştür. Ancak bu kadar yanmak yetmez ki bir nefsi ıslah etmeye. Usta bir elin körüğünde yakılmalı; dövülüp soğutulmalı; tekrar yakılmalı, tekrar dövülmeli, soğutulmalı ki cevherinin hası ortaya çıksın.

“senin nasibin bizde değildir artık” der, içini çekerek. “senin nasibin Tabduk Emre’ye verildi. Almak istersen git, O’ndan iste.”

Yunus Efendi artık mürid olmuştur. Bin arzusu bir arzu olmuştur. Gönlünü Hak ile doldurmaktan başka arzusu kalmamıştır. O an için öyle sanmakta; içten içe sessizce yanmaktadır.

Kağnıyı, buğdayları ve öküzleri; dahası köyü ve köylüleri; el-hâsıl gelirken getirdiklerini orada bırakır. Tabduk Emre dergâhına varır.

Müritlik zor yoldur. İstekleri vardır, beklentileri vardır, ümitleri vardır. İnsandır, zaafları vardır, arzuları vardır. Her şeyden öte nefsi vardır; aşılması gereken sarp dağlar gibi önünde dikilmiştir.

Tabduk Emre, Yunus’u bir mürid olarak alır. Bazen cemal ile bazen celal ile terbiye eder. Nefsin mertebelerini birer birer geçmesine kılavuzluk eder.

“menzil almak ister isen / gönül sabreyle sabreyle

Hakkı bulmak ister isen / gönül sabreyle sabreyle”

Cümleleri, bu yolculuğu ifade eder.

Müridin eğitilmesi, şeyhin kılavuzluğu altında bir uruc yolculuğudur.

***

Üçüncü grubun örneği ise Bizim Yunus’tur.

Hakikat yolculuğu çetin yokuşlarla dolu olduğundan, gün olur ki müridin takati tükenir. Daha da kötüsü müridliği tükenir. Ne geldiğinin ne gittiğinin hatta ne de varlığının önemi kalmadığı bir hale düşer.

Eğitim, bu noktada takılmıştır. Ateş sönmeye dönmüş, korlar küle dönmüştür. Yanacak bir şey kalmamıştır da denilebilir.

İşte burada Hazreti Pir, Yunus Emre’yi azarlar ve dergâhtan kovar. “kime nazar, ona azar” diyerek ifade edilen bu aşama ile mürid olarak eğitilme modelinden murad olma ile eğitim modeline geçilmiştir. 

Yunus dergâhtan kovulur; bütün ihvanın şaşkın bakışları ve hayretleri içinde dergâhtan çıkar. Nereye gittiğini bilmeden yola düşer. Üstadının kendisini an be-an takip ettiğinden habersiz gayesizce yürür.

Üstadı ise onu izlemekte, ateşi harlamakta ve çeliğe son şeklini vermektedir.

Son çekiç bir mağarada vurulur.

Sıkı bir yağmurdan kaçarken sığındığı bir mağarada iki yol dervişi ile karşılaşır, Yunus. Vakit iftar olunca biri elini açar, dua eder. Gökten bir sofra iner, 3 kişilik yemek vardır üzerinde. Yunus şaşkınlıklar içindedir. Yerler, hamd ederler. Sofra çekilir, gider. Yunus, içten içe sebebini bilemediği bir yangının alevlendiğini hisseder.

Yağmur kesilmeden devam etmektedir. Ertesi akşam ikinci derviş açar ellerini, yakarır. Gökten bir sofra iner, içinde 3 kişiye yetecek yemek. Yunus hayretler içindedir. Yerler, şükrederler. Sofra çekilir, gider. Giden sofra değil; Yunus’tur sanki. Sofra ile birlikte göklere doğru çıkmış gibidir. Yangın iyiden harlanmıştır. İbrahim olsan içine giresin gelir.

Yağmur yağmaya devam eder. Üçüncü gün iftar vakti gelince iki derviş Yunus’a dönerler: erenler, hele dua et ki nasibimiz neyse gelsin!

Yunus, dergâhı terk ettiği yerde olduğunu sanmaktadır. Yemek dediğin mutfakta hazırlanır, ocakta pişer zannetmektedir. Amma çaresizdir; el açar, yakarır.

“Ey Allah’ım, ben bir aciz kulum. Bilemem ki bu kardeşler neyle dua ettiler... Bilmem ki senden yemek nasıl istenir. Bu iki güzel kulun ne ile senden istedilerse ben de onun ismiyle senden isterim. Beni mahcup etme”

Olanlar olur; bu sefer gökten bir değil; üç sofra iner. Hayret sırası iki yol dervişindendir. Hele mübarek derler; nice dua ettin ki bize verilmeyen sana verildi?

Yunus ne olduğundan habersiz; yangınlar içinde yanmakta. “önce siz buyurun deyin. Hele siz nice dua ederdiniz?” dervişler saklamazlar: “Tabduk dergâhında Yunus Emre kulun vardır. Onun hürmetine bizi aç koyma Ya Rab derdik”

Yunusun yangını yangın olmaktan çıkar; mahza nar olur. Bir şey diyemeden çıkar, dergâha koşar. Terk edip çıktığını sandığı dergâhtan aslında hiç çıkmadığını; Üstadının elinin hep üzerinde olduğunu bilmektedir artık.

Nitekim öyle de olur. Üstadının “bizim Yunus mu?” sorusuyla karşılanır; şeyhinin gönlüyle kendi gönlü bir olur. İçinde yanan nâr, dipten bucağa nûr olur. Hakikate erer.

***

Bazı müellifler, bu üç Yunus’un aynı kişi olduğunu iddia ederler. Ancak bizce biri Fırat, biri Dicle biri de Şatt’ül-Arab’dır.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ