Emre YAVUZ
“Kibir, en sevdiğim günahtır.”
Bir filmde şeytan rolünü oynayan aktörün mahkeme çıkışında ağzından dökülen bu sözler kibrin farkına varmadan insanı nerelere götürebileceği konusunda zihnime kazınan sahnelerden biriydi benim için. Kibri yüzünden Allah’ın huzurundan kovulan şeytanın yine en sevdiği günah olarak bu sahnede kibri belirtmesi bir ironiyi temsil ediyordu aslında. İnsana kaybettirdiklerinin o kadar büyük olması lazım ki, şeytan insanın üzerinde bu oyunu en başından beri deniyor. Başından derken aslında şeytanı şeytan yapan şey bahsettiğimiz. Değil mi ki iblis kibri yüzünden Âdem’e secde etmedi ve isyan edenlerden oldu. Bu yüzden de huzurdan kovulan ve lanetlenen şeytan oldu. Bir başka tabirle ebediyen Allah’ın rahmetinden uzak oldu. Sadece bununla da kalmadı ve insana olan düşmanlığını ahirete kadar yaşatmak üzere Allah’tan mühlet istedi ve kendisine de bu mühlet verildi.
Şeytan ezeli düşmanımız ve her insan son nefesini bırakana kadar da kendisine ahdettiği görevi yerine getirmeye devam edecek. Kibri de kendisinden bildiği en etkili enstrümanlardan bir tanesi olarak kullanmaktan hiç çekinmeyecek. Tarih boyunca peygamberlerin gönderildiği toplumların temel helak nedenleri önde gelenlerin kibirlenmeleri olmuştur. Peygamberleri ve yanlarında bulunanları küçük görerek konumlarını tahkim etme ve inananları hakir görüp, yaftalama yoluna gitmişlerdir. Sonuçta bu zulümde ısrar etmeleri sebebiyle de helak olmuşlardır.
21. yy kibrin çeşitli boyutlarının bir arada yaşandığı bir zaman dilimi olarak tezahür etmeye devam ediyor. Ülkelerin yeni sömürü düzenleri üzerinden tahakkümlerini sürdürmeye çalışmaları; ırkların, partilerin, derneklerin, futbol kulüplerinin, cemaatlerin birbirlerinden daha doğru yolda olduklarını iddia etmeleri; sosyal gruplar, iş çevreleri, statüler, sosyal medya takipçileri, cep telefonu modelleri, evlerin bulunduğu siteler, çocuklarının konumları vs. üzerinden yarışmalar.. Arka planlarına bakıldığı zaman bunların bazıları kesbi dediğimiz insanın bir çabası olmadan kendisine verilenlerden, bazıları ise çalışarak veya belirli çevrelerde bulunarak edindiği kazanımlardan oluşuyor. İki tip büyüklenme de insanlık tarihi kadar eski. Hz. Musa’nın devrine baktığımızda sözde ilahlığın kendisinin doğal hakkı olduğunu iddia eden firavunu da görürüz, zenginliğini bilgisinin neticesi olarak doğal hakkı gören Karun’u da. İki bakış da ilk sebebi unutur, statükoyu korumak için doğru muhakeme yapmaktan uzaklaşır. Zulmün gerekçesi de her zaman bulunur bu bakışla. Yöntemler değişse de insan kibirden ve buna bağlı olarak istibdattan da vazgeçmeyecektir. Bu, kibrin temelde psikolojik olarak bir korku barındırmasından ileri gelir aslında. Sahip olduğunu düşündüğü üstünlüğü kaybetme korkusu ve buna bağlı olarak bu duygunun sağladığı konforun yitip gitme ihtimali. Burada İhsan Fazlıoğlu’dan alıntılayarak şu soruyu sormanın sırası: “İnsan yaşamında bir kez de olsa kendine şu soruyu sorup yanıtlamalıdır: Sahip olduğum her şeyi kaybettiğimde beni ayakta tutacak olan nedir?” Yani somut örneklerle: Bir vakit gelip işimizi kaybettiğimde, bulunduğumuz sosyal çevreden dışlandığımızda veya çıktığımızda, evimizi satmak zorunda kaldığımızda, yeni telefon alamadığımızda, evladımızı yeni kaybettiğimizde, sosyal medyada eskisi gibi takip edilmediğimizde bizi hala ayakta tutacak ve istikamet üzere olmamızı sağlayacak güç nedir? Allah’a tam bir teslimiyet, yani O’ndan başka kimseden ne bir şey beklemek, ne de bir kayıp sırasında derbeder olmak. İmtihan dünyasındayız. Bize doğuştan veya sonradan çalışarak verilen ne varsa bu imtihana dâhil. Çalışarak verilen diyoruz, çünkü bunlar dahi bizim türlü düşünceden ve sorumluluktan azade olarak hakkımız değil. Ne yapsak da bunun elimizden alınma ihtimalini ortadan kaldıramıyoruz. Nitekim tarih ve hatta günümüz bunun örnekleri ile dolu. Bize verilenler ile imtihan olmaktan bahsediyorsak aslında bize emanet edilenler ile imtihan olunmaktan bahsediyoruz demektir. Emaneti nasıl kullanacağımız, ona nasıl riayet edeceğimiz ve tabii ki vakti geldiğinde onu nasıl geri vereceğimiz. Bu emanetlerin bir kısmını hayat içerisinde kısa dönemlerde kullanırız ve teslim ederiz, kimini ise ölümümüzle teslim ederiz. Her halükarda sonunda elimizde bunlarla nasıl amel ettiğimizin kaydı dışında bir şey kalmıyor.
Vehimler ve temel İslami değerlerden yoksun bir sistem üzerine kurulan her türlü üstünlük düşüncesi bizi kibrin girdabına daha fazla çekiyor. Buna mukabil, esas üstünlüğün ancak takva ile olduğunu tekrar hatırlamak, “hakkımızla, çalışarak sahip olduklarımız” düşüncesi yerine “bize hayat sınavında verilen emanetler” düşüncesini ikame etmek, bu emanetlerin bizi Allah’a yakınlaştırmak ve insanlığa faydalı olmak için nasıl kullanılabileceği üzerine tekrar kafa yormak kibir deryasındaki çağımızda bizi tekrar yola sokmak için başlangıç durakları olabilir. Haddini bilmenin her gün daha önemli bir erdem haline geldiğini müşahade ediyoruz. Her şeyi istemenin en tabii hakkı olduğu, insana hem çevresi hem de medya aracılığı ile sürekli iletiliyor. Kieslowski’nin Dekalog serisinden bir film repliği bu sorunu karakterinin ağzından zihne kazınırcasına dile getirir:
“İnsan her şeyi istememelidir, bu kibirdir.”
Sürekli takdir görmeyi, baş(ta) olmayı, daha fazlasına sahip olmayı isteyen insan için doğru olanı unutturacak çok şey olsa da, haddini bilmek ve kanaat üzerine tefekkür bizleri boğulmaktan koruyan can yeleklerimiz olabilir.
Bu dünyaya sahip olmak için değil, bu dünyanın hakkını teslim edip esas yurdumuza dönebilmek için geldik. Kibirli değil izzetli olmak için.