Hz. Muhammed (sav), yüce Allah’ın insanlara hidayet ve kurtuluş yolunu göstermek, onlara rehberlik etmek, ilahi buyrukları tebliğ edip beyan etmek üzere aralarından seçip gönderdiği peygamberler silsilesinin son halkasıdır. O bir peygamber olarak aldığı ilahi mesajı tebliğ etmiş, pratiğini göstermiş ve içinde yaşadığı toplumu, yirmi üç yıllık kısa bir zaman dilimi içinde dalaletten hidayete çıkarmıştır. Saadet asrı ismiyle tarihe damgasını vurmuş olan bu zaman diliminin önemi büyüktür.
İlahi vahyin yaşanan hayat haline gelmesindeki değişim sürecini anlamak için başvurduğumuz ilk malzeme Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleridir. Hz. Peygamberin içinde yaşadığı toplum yani sahabe nesli onun bir peygamber olduğunun bilincindeydi. Bu sebepten onun yaşayış biçimini görerek tebliğ ettiği Kuran ahkamını ve örnek yaşayışını öğrenmeye, görüp öğrendiklerini güçleri yettiğince uygulamaya gayret etmişlerdi. Resulüllah’tan duyduğu her şeyi yazma gayreti içinde olan Abdullah b. Amr, Hz. Ömer'in Avalide oturan Beni Ümeyye Ibn Zeyd ile dönüşümlü olarak nöbetleşe Hz. Peygamberin huzuruna gelip o gün onu görüp öğrendiklerini birbirlerine anlatmaları, Ebu Hureyre’nin karın tokluğuna Resulüllah'ın yanından hiç ayrılmaması ve daha nice sahabenin bu gayretleri sünneti öğrenme çabalarının en belirgin örneğini teşkil etmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan şudur Ashabı kiram ve onlardan sonra gelen Ehli Sünnet uleması sünnete sımsıkı sarılmış ve onu dinde ikinci kaynak olarak algılamıştır.
Ancak Peygamberimizin vefatından sonra geçen zaman içinde İslam dünyasının hızla genişlemesi, farklı kültürlere sahip unsurların İslam toplumuna girmesi pek çok sorunu da beraberinde getirmiştir.
Meydana gelen sorunlann çözümü için alimler önce Kurana müracaat etmişler, sorunun cevabını orada bulamadıklarında sünnete yönelmişlerdir. Bununla birlikte siyasi ve içtimai nedenlerden dolayı bir kısım insan sünnetle amel edilmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Siyasi sebepten dolayı sünnet karşısında çok sert tavır takınan ve bu yönden de sünnet inkarcıları arasında ismi geçen fırkalar arasında Şia, Hariciler ve Mutezile zikredilebilir.
SÜNNET VE HARİCİLER
Hariciler, Şia'nın inandığı takiyye anlayışından uzak olmaları, bedevi tabiatlan ve açık görüşlü olmalanna-Şia'nın bir kısmının yaptığı gibi Resulüllah’a (sav) yalan isnat etme rezaletine bulaşmamalarına rağmen- çoğu şer'i meselede cumhura aykırı hareket etmişlerdir. Onlardan bir kadın ile teyzesinin, halasının nikahlannın bir erkekle aynı anda bulunabilmesine hüküm vermeleri veya sünnet yoluyla geldiği şekilde recim hükmünü inkar etmeleri gibi garip hükümler rivayet edildi. Bunun sebebi de bazı yazarların değindiği gibi dini bilmeyişleri, Allah'a karşı cüretkarlıkları değil belki asıl sebep fitnenin çıkışından sonra ( Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında vuku bulan Sıffin Savaşından sonra) rivayet edilen hadislerin ve fitneye katılan ravilerin rivayetlerinin reddi olayıdır. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki çatışmaya katılan sahabenin adaletini veya onların rivayet ettikleri hadislerin reddedilmesi ve onların küfür ve fışkına hüküm verilmesi çok büyük bir musibet ve beladır.
Ancak Haricilerin hepsi bu çizgide değildir. Bunlardan ibadiye fırkası nebevi hadisleri kabul eder. Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Aişe, Hz. Ebu Hureyre (r.anhum) ve diğerlerinden hadis rivayet ederler.
SÜNNET VE ŞİA
Şia, birkaç taife ve pek çok fırkadan oluşur. İslam aleminde şu anda var olanların çoğunluğu Isna Aşeriye mezhebindendirler. Bunlar Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve sahabeden bunlara muhabbet besleyenleri yererler. Hz. Aişe (ra) validemize ithamda bulunurlar. Hz. Ali (ra) ve onunla sürekli ilişkide bulunanlar dışında kalan diğer sahabeleri önemsemezler.
Bunlar gerek hadisin tarifi ve gerekse kabul şartları konusunda kendilerine has bazı usuller geliştirmişlerdir. Bu usuller Ehli Sünnetin kabul ettiği usullere tamamen zıttır. Geliştirmiş oldukları "masum imam" terimiyle bir taraftan onun günahsızlığına inanmaları diğer yandan hadisin mutlaka "masum imam" yoluyla gelmesini şart koşmaları, onların anlayışındaki ayırıcı özelliktir. Dolayısıyla Hz. Ali ve masum imamlar dışında herhangi bir yolla gelen hadisi kabul etmezler. Bunlardan Rafıziler taifelerin en yalancısı olup güven ve itimada layık değillerdir.
Şia'nın sahabeleri böyle yermesi ve onlardan rivayet edilen hadisleri kabul etmemeleri hadislerin birçoğunun reddedilmesi anlamına gelmektedir.
Ebu Zür'ate er-Razi şöyle der. "Resulüllah’ın ashabından birini yereni gördün mü bil ki o zındıktır. Oysa durum şudur Resul hak, Kuran hak, onunla gelen hak, bütün bunları bize ileten ise sahabedir. Bu zındıklar bizim şahitlerimizi cerh etmek (gözden düşürmek) istiyorlar. Amaçları kitap ve sünneti ortadan kaldırmaktır. Bu durumda onları cerh etmek işin daha doğrusudur.
SÜNNET VE MUTEZİLE
Üstat Sibai, Hudari'nin, Şafii'nin kitaplarından Mutezile hakkında çıkardığı görüşlere katılarak şö/le den "Bunlar bütün haberleri reddeden bir fırkadır. Zira onlar her şeyi akılları ve görüşleriyle ölçerler. Oysa insan aklının her ne kadar olgunluk ve zirvede olsa da yine bazı hakikatleri kavramada aciz olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
Sünnete bakış açısı olarak Mutezilenin konumu Müslümanların cumhurunun akidesine ters olan bir hal arz eder. Sünnet uleması ile Mutezilenin ileri gelenleri arasında hayli cefa ve ezaya yol açan bu aşırı konumdan dolayı, bu alanda karşılıklı olarak birbirlerini itham etmişlerdir. Mutezile, muhaddisleri yalan yanlış rivayetlerde bulundukları ve onları rivayetlerini anlamayan haber taşıyan (develer) oldukları iddiasıyla yererken muhaddisler de Mutezile imamlarını dinde fısk, fücur ve bidat çıkarmakla Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylerin sözünü etmekle yererler. Bu durum sünnete ilişen iki tehlikeli vaziyeti ortaya çıkardı:
Birincisi; Mutezilenin ileri gelenlerinin, özellikle Nazzamiye ve benzerlerinin sahabeler hakkında iftirada bulunmaları, mutaassıp müsteşrikleri cesaretlendirdi ve müsteşrikler de sahabeler hakkında yalan isnat ederek Allah'ın dini ile oynama cesaretini buldular.
İkincisi; bu karşılıklı ithamlar, muhaddisleri, Hanefi uleması aleyhine tavır almaya götürdü. Hanefılerin tek günahı Mutezilenin Hanefi mezhebini taklit etmesiydi.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Burada serdettiğimiz görüşler bu fırkaların çoğunluğunun görüşüdür. Zira bu fırkalar içersinde bulunan bazı gruplar- Zeydiyye gibi- sünnete bakış açıları Ehli Sünnet ulemasına yakındır. Bunlar da çok azınlıkta kalmaktadırlar.