ÂLİM-İKTİDAR İLİŞKİSİ 1 - rahle.org

ÂLİM-İKTİDAR İLİŞKİSİ 1 - rahle.org

ÂLİM-İKTİDAR İLİŞKİSİ 1


Facebookta Paylaş
Tweetle

Necmeddin IRMAK

            İslam dünyasında gündemden hiç düşmeyen ve bu gün de devam eden siyasi süreçler ve gelişmeler eşliğinde âlim-iktidar ilişkisi bir problem olarak hep var ola geldi. Bu problem, beraberinde birtakım soruları da getirdi: Âlimin devlet işleyişinde bir rolü var mı? Varsa bu rol nedir? Devlet unsurlarıyla ilişkisinin tabiatı nasıldır? Bir rol icra ediyorsa bunun sınırı var mıdır? İcra ettiği rolün sınırları nelerdir? Âlim ve devlet/iktidar hep ayrı gerçek veya tüzel kişilikler olmak zorunda mı?

            İslam’ın ilk yıllarında böyle bir ayrıma gidilmediği gibi buna gerek de kalmamış; hem Rasulullah’ın (as) varlığı hem de Râşit halifelerin durumu bu ayrımı akla bile getirmemişti. Hilafetin saltanata dönüşmesi ile beraber bu ikili durum kendiliğinden ve sürecin tabiatına binaen ortaya çıkmış ve devam edegelmiştir.

            İslam’dan önceki dönemlerde de bu ayrımın olduğunu, gerek vahiyle muhatap toplumlarda ki bunun örneği Ehl-i Kitaptır ve gerekse tağuti/firavunist düzenlerde çatışma, uzlaşma yahut tarafsızlık şeklinde karşımıza çıktığını görürüz. Bu ayrışımın temel mantığının İsa’ya (as) atfedilen şu sözde vücut bulduğunu da anlamaktayız: “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin”[i]

            Ulemanın konumunu ve nasıl olması gerektiğini ifade eden şu ayet de önceki toplumlarda söz konusu duruma işaret etmektedir: “Şüphesiz Tevrat'ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah'a) teslim olmuş nebiler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb'e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah'ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat'ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde,  insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”[ii]

            Lakin görünen o ki tarihi süreçte ulema, istisnalarıyla beraber konumunu koruyamadı, güç ve iktidar sahipleriyle hemhal oldu. Eski Ahit’te sorumluluklarını yerine getirmeyip güç ve iktidara eklemlenen bu tip âlimler şöyle yerilir: “Nasıl, ‘biz bilge kişileriz, Rabb’in yasası bizdedir’, diyebiliyorsunuz? İşte, bilginlerin yalancı kalemi, yasayı yalana çevirmiş. Bilgeler utandırıldı, yıldırılıp ele geçirildi. Rabb’in sözünü reddettiler. Nasıl bir bilgelikmiş onlarınki?”[iii]

            Bununla beraber iktidarın meşruiyetini sağlayıcı unsurlar olarak değil aksine hakkın yanında yer alan ve bunun bedelini ödeyen örnekleri de görürüz. Musa’ya (as) karşı Fir’avun’un yanında yer alan ve sahip oldukları bilgilerini iktidarın imkânlarından pay almaya aracı kılan fakat Musa’nın Rabbine iman ile beraber sorumluluklarının farkına varan sihirbazlar gibi.[iv]

            Ancak bunun yanında kendisine ilim verilmiş olan lakin bu ilmini zalim iktidarın yanında yer alarak onun hizmetine sunan ve rivayetlerde adı ‘Be’lam b. Baura’ olarak aktarılan, böylece literatüre ‘belamlık’ diye bir kavramın girmesine sebep olanlar da bulunmaktadır. Esasen  ‘Bel’am’, Kuran’da isim olarak zikredilmez ama özellikleri anlatılır. Rivayetlere göre “Bel’am b. Baura” isimli kişi Musa (as) zamanında yaşamış, Musa’ya (as) iman etmiş ama daha sonraları tercihini Fir’avun’un iktidarından yana kullanarak Musa’ya (as)  cephe almış ve Fir’avun’un dini anlamda bir dayanağı haline gelmiştir.

            Kuran onu bize şöyle anlatır: “Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.”[v] 

Âlim-iktidar ilişkisi, tarih boyunca ya muhalefet ya işbirliği veya çekimserlik arasında gidip gelmiştir. Bu görünüm, İslam’dan sonraki seyirde de devam etti. Özellikle hilafetin saltanata dönüşümüyle âlim-iktidar ilişkisi mutlak bir sorun olarak ümmetin gündemine girdi. Başlangıçta ve hatta hilafet sonrası ulus-devlet yapılarının ortaya çıkmasına kadar genel olarak âlimler, iktidara talip olmadıkları gibi iktidarla çatışma içerisine girmeyi de bir görev olarak görmediler. Bunun yerine toplumda iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, eğitim ve Müslümanları İslam’ın gerektirdiği şekilde yaşamaya yöneltmek gibi sorumlulukları icra etmeyi esas vazife kabul ettiler. Saltanat ve iktidara yanaşmayı ise kötü gördüler.

İslam’ın ilk dönemlerinde meydana gelen çeşitli ayrılıklardan beslenen siyasî iktidarlar, ulemaya farklı siyasî yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çeşitli siyasi gerekçelerle farklı mezhebî, itikâdî, siyasî görüşlere patronajlık yapmışlar ve kendi siyasî yapısına uygun farklı bir düşünceyi ve mezhebi, koruma ve kollamayı tercih etmişlerdir. Söz konusu yaklaşımlarda genel olarak iktidarların esas amacının konumlarına ve varlıklarına meşruiyet sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.

            Hz. Hüseyin’in (ra) oğlu Zeynelabidin’in,  İbn Şihab ez-Zühri’nin dönemin sultanlarıyla ilişkide olduğu, aynı meclislerde oturduğu haberi gelince ona gönderdiği mektup bu duruma örnek teşkil etmektedir. Mektupta: “Hakkı eda etmeyen ve batılı terk etmeyen sultanlar ile dost olan isyan ve tuğyanı kolaylaştırmıştır. Seni kendilerine yakınlaştırdıkları zaman, seni batılın etrafında döndürecekleri mihver yaptılar. İsteklerine kavuşmak için seni köprü yaptılar. Dalaletleri için yukarı çıkacakları merdiven kıldılar. Âlimleri ve bilginleri senin vesilenle şüpheye düşürecekler ve cahillerin gönüllerini senin vesilenle elde edecekler. Sana verdikleri senden aldıkları yanında hiçbir şeydir. Dininden senden aldıkları sana verdiklerinden çok fazladır. Allah’ın nezdinde hiçbir şey, sultanlarla iş birliği yapan âlim kadar nefret edici değildir” şeklinde uyarılar yer almaktadır.[vi] 

            Bir kısım âlimler ise iktidarın etrafında onu uyaracak kimsenin kalmaması ve ulema-ı su’/ilmini kötüye kullanan âlimlerin iktidarı tecrit etmesi endişesine binaen iktidara yakınlaşıyorlar ve bu yakınlaşmayı da çerçevesi belli bir ahlaki gerekçeye dayandırıyorlardı. Zira söz konusu ulema-ı su’/saray uleması, hakikat ve adalet için büyük tehdit oluşturuyorlardı. İmam Gazali, bu konumda bulunarak haktan sapma gösteren ve saraylarda yer edinen ulemayı şu sözlerle eleştirmektedir:

            “Ey âlimler! Köşkleriniz, kayserlerin sarayları; evleriniz, Kisra’nın evi; elbiseleriniz, vezir Tahir’in elbiseleri; ayakkabılarınız, Calut’un ayakkabıları; binitleriniz, Karun’un binitleri; kap – kacak, mefruşatınız, Fir’avun’un mefruşatı; yiyip, içmeniz cahiliyet devrindeki gibi, tuttuğunuz yol şeytanlık yolu, nerede kaldı İslamiyet?”[vii]

            Yine idarecilerin, ilmi olarak gerekli bilgi ve donanıma sahip olmadıklarını, yetersiz ve ehliyetsiz kişiler olduklarını bu sebeple siyasî iktidarın, kendileri gibi yeteneksiz kişileri ulema adıyla sarayda görevlendirdiklerini belirten Gazali, âlim-iktidar ilişkilerindeki gelişimi şöyle ifade etmektedir: “Padişahların, âlimlere yöneldiği, âlimlerin ise bunlara iltifat etmediklerini gören zamanın insanları, padişahlar tarafından verilen mevkileri elde etmek için ilim öğrenmeye yöneldiler. Fetva ilmine çalıştılar ve kendilerini hükümdarlara takdim ettiler; onlarla buluşmak için iltimaslar aradılar ve onlardan vazifeler, hediyeler istediler. Kimisi umduğunu buldu, kimisi de bulamadı. Dileği yerine gelen, isteme alçaklığından kendini kurtaramadı. İşte böylelikle, fakihler aranır bir halde iken, kendileri aramaya başladı. Padişahlardan çekinmekle, onlara yönelmekle, yüce iken küçük düştüler. Ancak her asırda Allah’ın yardımına mazhar olan fakihler müstesnadır.”[viii]

            Esasen ulema, siyasî iktidarlar karşısında son derece önemli bir dinî meşruiyete ve bu meşruiyetten kaynaklanan bir güce sahiptir. Abbâsî Hâlifesi Ebû Câʿfer el-Mansûr’un uygulamalarına karşı çıkan ve İmam Zeyd’in, Hişam bin Abdülmelik'e başkaldırısını destekleyen İmam Ebû Hanîfe, iktidarın İslam’ın temel değerleriyle oynayıp kendi menfaatine göre değiştirmesini engellemek için fıkıh usulü konusunda sağlam bir metodoloji oluşturan İmam Şafii, kendi fıkıh anlayışını ve görüşlerini devletin tek yasama kaynağı yapma teklifine karşı çıkıp kabul etmeyen İmam Malik ve Abbasiler döneminde (833-852) Mihne hadiselerinde yaşadığı işkence ve sıkıntılara rağmen iktidarın resmi görüşü olan Kur’ân’ın mahlûk olduğu görüşünü reddettiği için İmam Ahmed bin Hanbel bu güce sahip örnek alim şahsiyetlerdir.

            Bütün zorlama ve tehditlere rağmen bu süreçte ulema, şu üç hususu kendileri için görev bildiler: İslam’ı bir bütün olarak ve bütün yönleriyle açıklamak yani ilmi sorumluluk, Konumlarının kendilerine yüklediği sosyal sorumluluk, Misyonlarının gereği olan ahlaki sorumluluk

            Şüphesiz bu süreçte ulemanın, bu sorumlulukları bütünüyle ve bihakkın yerine getirdiği söylenemez. Lakin sorumluluğunun farkında olan ulemadan her biri, gücü ve imkânı nispetinde bütün çabasını sarf etmiştir.

            Öte yandan âlim iktidar ilişkisine dair iktidar sahiplerini mutlak olumsuzlama ve âlimle iktidarı sürekli bir karşıtlık içerisinde görme yaklaşımı ciddi bir problemi de beraberinde getirir. Söz konusu probleme neden olmamak veya katkı sağlamamak için adaleti ikame etme ve zulme sapmama adına kendini ulemanın denetimine sürekli tabi kılan iktidar sahiplerinden, iktidarın etrafının bir takım dalkavuk ve belam kılıklı ihtiras sahiplerince kuşatılma riskine binaen ilmi konumlarını koruyarak iktidara yakın duran âlimlerin varlığına da işaret etmek gerekir.

Şüphesiz tarih boyunca genel olarak âlimler, kendi bağımsızlığını, hem kendi medreselerini oluşturarak ilmî anlamda, hem de bir takım vakıflar aracılığıyla maddi anlamda iktidardan korumaya çalışmışlardır. Sorumluluğunun farkında olan pek çok âlim, yönetime dair hususlarda iktidar sahipleriyle kurdukları ilişkilerde İslam ümmetinin ve İslam vatanının birliği, bu ilişkinin temel etkeni olmuş ve âlim-iktidar ilişkisini de bu denge üzerine kurmuşlardı.

            Yirminci yüzyılın başlarında yaşanan ve kökleri Fransız devrimine dayanan siyasi ve sosyal değişimler neticesinde ortaya çıkan modern ulus-devlet şeklindeki yapıların doğuşu, âlim-iktidar ilişkilerinin şekillenmesinde büyük etkiler oluşturdu. İslam coğrafyasında ortaya çıkan/çıkarılan bu yeni ulus-devletler, Avrupa’dan aldıkları örnek müesseseler ve modern ideolojiler üzerinden kendilerini şekillendirdiler.

            Bu durum, Müslüman toplumlar ve bu toplumların yüzyıllardır sahip oldukları geleneksel yapı ve müesseseleri için ki bu müesseseler içinde âlimlerin konumu ve medreseler de yer almaktaydı, yeni ve tehditkâr bir hal oluşturdu. Modern ulus-devlet, bir yandan ulemanın meşruluğunu ortadan kaldırarak ötekileştirirken diğer yandan İslami eğitim kurumlarını ve yüklendikleri misyonu kontrolü altına aldı. Bunun temel bir sebebi vardı: adına ‘resmi İslam’ denilen, kendileriyle her yönden uyumlu, kendilerine meşruiyet sağlayan, muhalif İslami söylem ve ulema ile mücadele eden, yeni bir dini söylem ve temsiliyet oluşturmak. Böylece İslam coğrafyasındaki her ulus-devlet, kendine ait resmî dinî müesseseler kurdular. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, Mısır’da yeni döneme uyarlanan Ezher, Suudi Arabistan’da İslam Dünyası Birliği/Rabıta, bu türden müesseselerdi. Bu müesseseler ve hatta bu özelliğe sahip şahsiyetler üzerinden yapılan yeni resmi dini söylem ve beyanlar, muhaliflerini susturma çabasına dinî meşruiyet kazandırmak için birer aracıya dönüştü.

            Raşit Halifelerden sonra iktidar ve ulema arasındaki rol paylaşımı, bütün problemlerine rağmen İslam’a ve İslam şeriatine aidiyet ve referansla gerçekleşmişti. Diğer bir değişle ister iktidarı isterse âlimler, kendilerini İslam’a bigâne bir konuma oturt/a/muyorlardı. Her şeye rağmen meşruiyetin kaynağı ve taşıyıcısı âlimlerdi. Yasama sorumluluğu onlara aitti. Bu durum ulus-devletin ortaya çıkışıyla değişti ve din/şeriat devletten ayrıldı. Böylece ulema da ya siyasi iktidarın/devlet aygıtının bir aracı haline gelerek devlet memuru oldular veya kendi misyonlarına binaen iktidara muhalif bir durumu tercih ettiler.

            Genel olarak yaşanılan süreçte ilim, kimi zaman iktidarın zorbalığının ve zulmün araçlarından birine dönüştürüldü, kimi zaman da iktidara başkaldırı ve isyanın bir aracı haline getirildi.

            Bu gün bütün bu sürece binaen âlimlerin, kimi iktidarların zulümlerini, zalimane siyasetlerini ve suçlarını meşrulaştırma çabası içine girmelerinin sebebini genel olarak şunlarda arayabiliriz:

- İslam dininin yapısal özellikleri/fıtratı 

- Âlimlerin kendi şahsiyet ve karakterleri

- Yüklendikleri sorumluluğa ilişkin bilinç eksikliği

- Âlimlerin içinde bulundukları realiteyi tanımamaları

- Usulsüzlükler

- Modern devlet olgusu

            Şüphesiz bir insan olarak âlimler de kişisel yönelimler, ihtiraslar, arzu ve istekler, ilmi yetkinlik, siyasi eğilimler gibi etkenler ve zafiyetler ile karşı karşıyalar. Bu duruma bir de ilmî geleneğin çöküşü, modernitenin tahakkümü, ulus-devletin zorbalıkları, modern bir dini algının üretimi ve bu algının dini bilgiyi sulandırıp bulandırması da eklenince âlimlerin sorumluluklarını yerine getirmeleri çok daha zor bir hale gelmektedir.

Geçmişte ulema-i rüsum denilen, bu gün resmi âlimler diye ifade edebileceğimiz âlim/akademisyen sınıfın iktidarla ilişkilerinde ortaya çıkan tavırlarının belirli özellikleri vardır:

İktidarın beklenti ve taleplerine uygun hareket etmek

İktidarın ihtiyaçlarına uygunluk arz etmek

İktidarın seyriyle uyumluluk

İktidarla arasına bir mesafe koymamak

Resmî söylemi benimsemek 

Muhalif söylemlere karşı-fetvalarla cevap vermeye/yetiştirmeye çalışmak

            Resmi ulemanın görüş beyan ederken yahut muarız ve muhaliflere cevap yetiştirmeye çalışırken kullandıkları dilin ve ürettikleri delillerin daha önceki ulemanın usulüyle örtüşmediğini de görürüz.  Kitap ve Sünnet gibi iki mutlak delilden daha ziyade, ‘ezmanın değişmesiyle ahkâmın değişmesi inkâr olunamaz’, ‘celb-i menafi, def-i mazarrattan evladır’, ‘iki şer arasından ehven olanını tercih’ gibi genel hukuk kaidelerini delil gibi kullanarak ve usul-i fıkhın temel maddelerinden biri olan maslahatı, çerçevesi belirlenmemiş bir muğlaklığa mahkûm kılarak ve somut kıstaslardan kaçınarak modern bir dil oluşturdular. Bir anlamda uyguladıkları tek usulün, -sözün ağır olduğunun farkında olduğumuzu ve istisnalarının da bulunabileceğini söylemek kaydıyla- ulus-devletlerin meşruiyet çıkmazlarına bir çıkış yolu bulmak ve iktidarın ihtiyaçlarına uyumlu bir destek/koltuk değneği olmaktan ibaret bulunduğunu söyleye biliriz. Zira önceki ulemanın aksine kullandıkları dil ve ürettikleri söylemler iktidarın/devletin siyasetine ve uygulamalarına dönük olmaktan ziyade kendilerine itiraz edemeyecek geniş halk kitlelerine yönelik bir üsluba sahiptir.

Buraya kadar âlim-iktidar ilişkilerine dair bir durum tespiti yapmaya çalıştık. Şunu da belirtmek gerekir ki yazı, bir genelleme ve mutlakıyet üzerine kurgulanmış değildir. Yüzlerce yılın birikimini kısa bir yazıda çözümlemek hem doğru bir iddia olmaz hem de mümkün değildir. Doğruya muvaffakıyet ancak Allah’ın yardımı iledir. 

  


[i] Yeni Ahit, Matta: XXII/21

[ii] 5 Maide, 44

[iii] Eski Ahit, Yeremya: VIII/8-9. 

[iv] 7 Araf, 109-126; 20 Taha, 61-73; 26 Şuara, 38-51

[v] 7 Araf, 175-176

[vi] Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf II, s. 433-434;

[vii] İmam-ı Gazali, İhyau Ulümi’d-Din, I, Çev. Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay., İstanbul 1973, s.155.

[viii] Gazali, İhya-u Ulümi’d-Din, I, s. 109.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ