Gazi ÇOBAN
Kevniyyatta tevhid asl, şirk arızidir. Tekvini anlamda tevhid, tüm mahlûkatı kaplamıştır. Şirk, sadece insanın kalbindeki itikaddan ibarettir, hakikatte karşılığı mevcud değildir. Toplumlarda itikadın tevhidden şirke tebdili sürecinde kırılma noktası, Allah Teâla’nın “takdir” edilmemesiyle başlar. (1) 6/91
Allah cc ve Peygamberlerinin as tanımladığı bir “Allah itikadı”, yerini insan aklının tanımladığı bir itikada bırakmaya başladığında, “şirk” kalpteki yerini hızla alacaktır. Tevhid, Allah Teâlâ’yı “ehad ve vahid” olarak tanıyıp tüm noksanlıklardan tenzih/tesbih ve kemal sıfatlarla da muttasıf kılmakla başlar, hayatı kuşatmasıyla tamamlanır. Bu bağlamda böylesi bir itikadı gerek bütünüyle ve gerekse bir cüzüyle, Allah’tan başkasına atfetmekle başlar şirk. Şefaat konusunu hassas kılan da burasıdır. Kulların, “mahlûkata” ait tüm yakıştırmaları/vasıflandırmaları, tevhid esaslarından onay alındıktan sonra “sahih” kabul edilebilecektir.
Şefaat nedir?
Sözlükte “tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek; birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, işinin görülmesi için birinin aracılığını istemek” anlamlarındaki şef‘ kökünden türeyen şefâat, “suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için birine aracılık etme” mânasına gelir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şfʿa” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şfʿa” md.). Terim olarak “kıyamet gününde peygamberlerin ve kendilerine izin verilen sâlih kulların müminlerin bağışlanması için Allah katında niyazda bulunması” anlamında kullanılır. Şâfi‘ ve şefî‘ “aracılık eden, şefaatte bulunan” demektir.
Şefâat, aynı zamanda aracı olmak, yardım etmek, öncülük yapmak gibi anlamlara da gelir. Nitekim Kur’an’da bu manada/sözlük anlamında kullanılmaktadır: “Kim güzel bir şefâatte bulunursa (güzel bir şeye aracı olursa), ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefâatte bulunursa (kötü bir işe aracılık) yaparsa, ondan da kendisine bir pay vardır. Allah (c.c.) her şeyin üzerinde koruyucudur.” (4/Nisâ, 85)
Buradaki şefaat; hayr olsun, şer olsun, insanların bir yola girmesini sağlamak, onların o yola girmesine aracı olmaktır. ‘Hasene olan şefaat’, insanların iyiliği için, onların faydasına uğraşmak, onlardan zararı uzaklaştırmaya gayret göstermek, kötülükleri önlemeye çalışmaktır. Ebû Musa (r.a.) anlatıyor: Peygamber (s.a.s.), bir ihtiyacının giderilmesini isteyen birisi gelince arkadaşlarına döner ve "Şefâat edin, ecir kazanın. Allah da Rasulünün diliyle dilediğine hükmetsin" derdi. (Müslim, Birr 145, Hadis no: 2627, 4/2026; Ebû Dâvud, Edeb Hadis no: 5131, 4/334; Buhârî Edeb 37, 8/14; Tirmizî, İlim 14, Hadis no: 2672, 5/42; Nesâî, Zekât 65, 5/58).
"Seyyie olan şefâat" ise, insanların kötü yollara gitmesi için çalışmak, onların kötülüğü ve sapıtması için çaba harcamak, onların zararı için gayret etmektir. İnsanların kötü yollara sapması için sebep hazırlamak, yardımcı olmaktır. Şüphesiz ki bu şekilde, iyi veya kötü olarak ‘şefâat’ etmek, insanlara yardımcı olmak karşılıksız değildir, herkes yaptığının karşılığını alır. Şefaat konusunda diğer dinlerin görüşleri için bkz (3)
Kur’an-ı Kerim de 30 küsur ayette geçen şefaat konusu, istisna içeren 4 ayet dışında, tamamıyla, müşriklerin şirke kaymasından sorumlu tutar ve vakıanın bu konudaki ğayr-i sahih düşünceden neş’et ettiğini haber verir. Bu usül bize, konu üzerinde gayet “hassas” olunması ve “sahih” itikad dışında bir fikre yönelinmemesini ilzam eder.
Şefaat konusunu daha iyi anlamak için, üç başlık altında inceleyebiliriz:
1-Allah Teâla
2-Şafiler-Kendilerinden şefaati ümid edilen şefaatçiler
3-Kendilerine şefaat edilenler.
1-Allah Teâlâ,
Allah Teâla dinin ve hükmün malikidir; dilediğini va’zeder, dinini dilediği gibi şekillendirir/bütün işler O’na döner. Farklı şeriatler va’z etmesi, ahkâmın tebdili veya neshi de bunu işaret eder. Bu husus sadece muamelat ile de ilgili değildir, akideyi va’z etmek de O’nun cc iradesindedir.
(2) “De ki: Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum.” 43/81
Cenab-ı Hakk ın va’z ettiği tevhid akidesi, esasları vahy ile çizilmiş olarak önümüzdedir;
“yardım ancak O’ndan istenir, hataları sadece O cc afveder/mağfiret eder, tüm umudlar O’na yönelir, rızkı O cc takdir ve taksim eder, tüm umur/işler O’na döner, hesaba çekmek O’na aiddir, ceza ve mükâfat vermek O’nun mülkündendir, yaratmak ve mevt O’nun takdir ve kudretindedir…”
Bu ve benzeri, ulûhiyetin şa’nından olan bazı ef’al, sadece Allah’ın cc irade/kudret ve takdirindedir ve mahlûkatından kimseyle paylaşmamıştır. Şefaat gibi afvın, mağfiretin ve duanın bizatihi konusu olan bir vakıada, O’nun cc çizdiği hududun dışında bir itikad ve amel, asla makbul olamaz.
“şefaatin tamamı Allah’ındır.” (39/Zümer, 44)
Konu hakkında en mühim esas; şefaatin Allah Teâlâ’nın mülkü olduğudur. Kural ve şartları Cenab-ı Hakk tarafından çizilmemiş beklentilerin heba olduğunu ihbar etmektedir ayet. Kulların, kendi re’yleriyle hareket etmelerinin söz konusu olamayacağını bildirir. Hükm, Allah’a cc aiddir. “«Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” 39/3 diyen müşriklerin iddiası, batıl/delilsiz bir itikaddır.
Haşr günü; kulların hesaba hazırlandığı dehşetli bir gün…
Herkesin sadece nefsinin kaygısına düştüğü, iç muhasebenin tek tek herbir ferdin kalbini titrettiği gün.. İnsanların kelimeleri unuttuğu, konuşmak için izin istemeye dahi dillerin lal olduğu zaman…
“O gün gelince, O’nun izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onların kimi bedbaht, kimi de mutludur. (11/Hûd, 105)
“Onlar Allah’tan önce söz söyleyemezler.” (21/Enbiyâ, 27)
“O gün öyle dehşetli bir gündür ki, kimse konuşmaya cesaret edemez; Ancak o gün ruh ve melekler, sıra sıra dizilirler. Rahman’ın izin verdiğinden başkası konuşamaz. (Rahman’ın izin verdiği) konuşan da doğruyu söyler.” (78/Nebe’, 38)
Böyle bir günde, değil başkalarını, nefsini kurtardığından dahi emin olmayan kullardan kim “şefaat” için ortaya çıkabilir?
Hududunu ve şartlarını Rabbimizin va’z ettiği şefaat, hakkdır. Hayatta olan kullara, ahirette mü’minler için hazırlanmış “afv-ü mağfirete” dair kalplerde yeşeren umudun tutup da aklın önüne getirdiği “ama nasıl” sorusuna mukabil, “ ikram edilmiş, müşahhas bir CEVAB” gibidir.
Allah Teâlâ’yı “El Afüvv-El Ğaffar-El Ğafur-Et Tevvab-Er Rahim cc” olarak bilmiş ve iman etmiş herbir kul, şunu da yakinen bilir ki;
“Hakikatte şefaat; Allah’ın cc bu ve benzer esmasıyla “tecelli”sinden ibarettir.
2-Şafiler-Kendilerine şefaat izni verilen şefaatçiler
“De ki: «Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim.” 7/188
Kur’an, şefaatin Allah’ın cc izin ve müsaadesine bağlı olduğunu belirtir;
“İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?” 2/255
İzin verilmemiş birinin şefaate kalkışması ne haddine…
“Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz.” 10/3
Şefaat ediciler, ancak Allah Teâlâ’nın izni ile şefaat makamına kabul edilirler… sevdiklerinin felaha kavuşması, her Mü’minin muradı..
“O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başka, hiç kimsenin şefaati fayda vermez.” 20/109
Me’zun olanlar hariç, kimse şefaatçi olarak ortaya çıkamaz ki, şefaati fayda versin.
Rahman’ın cc karşısında bütün seslerin kesildiği ve başların haşyetten öne eğildiği gün, felaha erdirilmiş, kelimeleri O’nun cc rızasına muvafık kullar içinden, sadece İZİN verilenler şefaat makamına kabul edilirler.
“De ki, «Haberiniz olsun, ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilirim, ne de bir yol gösterebilirim. De ki Allah’tan beni kimse kurtaramaz ve ben ondan başka bir sığınacak bulamam.” 72/21-22
Dünya hayatında hidayet, fayda/zarar kulların elinde olmadığı gibi, hesab gününde de “iltimas-felah” kimsenin elinde değildir. Peygamberler de dâhil hiç kimse, dünyada sevdikleri-yakınları-ümmetleri-fırkalarının ömürlerini nasıl tamamladıklarından, kalplerinin fiillerinden haberdar değildirler. Kendisinden Allah’ın cc razı olup affetmediği bir kula kefil olmak, indallah mes’uliyeti iltizam eder.
Ayetlerden anlaşılan;
-Şefaat, Rahmet-i Rahman’dır
-Ayetlerde “İZN”, ortak bir kavram olarak geçmekte. Bazı “mukarreb kulların” öncelikle felah ile ikram olunacağı ve onlar içinden bazılarının bu sevinç ve coşkuyla, muhabbet duydukları dostlarının felahı için nefislerinde iştiyak oluşacağını El Alim’e cc ma’lum olduğunu, bunlar içinden sadece şefaat fermanı için” me’zun” olanların bu makama kabul edileceğini anlıyoruz.
-Rahman’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır; kimin şefaatinin-kim için olacağını O cc bilir. Şefaate izin verileni de, şefaatle afva erişecekleri de O cc bilir ve tayin eder. Ne şafiiler ve ne de meşfu’lar/şefaate uğrayanlar, kimsenin ZANNIna göre ortaya çıkamayacağından, bütün vücuh/yüzler O’na cc yönelir. Zira kimse, kulların dünya hayatında öncesini de bilmez, sonrasını da. O cc; Hayy ve Kayyum dur. Önlerindekini de sonraya bıraktıklarını da ancak O cc bilir. /Ayet-e’l kürsi
Allah Teâla kimlere şefaat izni verecektir?
Kendi katından ahid (söz) almışlara,
“Rahman'ın katında bir söz almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır.” (19/Meryem, 87),
Şefaatçiler, bu ahd ile şefaat ederler ki, bu durumda ne adl-i ilahi ve ne de rıza-i Bari’ye muhalif bir hal asla vukü bulmaz.
Hakka şâhidlik edenlere,
“Onların Allah'ı bırakıp da tapdıkları putlar şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler şefâat edebilir.” (43/ Zuhruf 86),
Şefaatçiler, Cenab-ı Hakkın kendilerine işaret ettiği usül ve keyfiyetle şefaat edeceklerdir ki şu hakikat asla zarar görmeyecek:
Her nefs, kazandıklarına mukabil rehindir, asla zulmedilmez. Her şeyi bilen Allah cc, kimi mağfiret edeceğini de, kulun iyiliklerini/kötülüklerini de en iyi bilendir ki şefaat edilecekleri de O cc işaret edecektir. O gün kimse hakkın vükusu konusunda şübhe etmeyecek.
Kavlinden razı olunan mü’minlere,
“O gün, Rahman olan Allah’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (20/Tâhâ, 109). Fayda verecek şefaat, Cenab-ı Hakkın kendisine izin verdiği, sözünden hoşnut olduğu salihlerin şefaatidir. Zira o söz, hakka şahid olanın sözüdür.
“(Onlar) Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri üzerine iş yaparlar. Alah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğundan başkasına şefaat edemezler. Onun korkusundan titrerler.” (21/Enbiyâ, 27-28). O gün Allah’tan cc önce konuşabilecek hiçbir kimse yoktur, onlar Allah cc korkusundan tir tir titrerler. Herkesin kendine yeter bir derdi vardır. Sendiklerinden evvel neflerini düşünürler. Öncelilkle kendi hesaplarını vermeye çalışırlar, ne zaman ki onların korkuları giderilir; ancak o zaman biraz olsun rahatlarlar; işte o zaman huzura kavuşturulurlar. Ama onlar o durumdayken bile Allah’ın cc önüne geçemez, ondan önce söz söyleyemezler. Ne zaman ki Allah cc bu durumlarından sonra onlara izin ve emir verir, ancak o zaman iş yaparlar. Alîm olan Allah onların yaptıkları ve yapacakları işi çok iyi bilir. Onlara orada, kimseye iltimas geçmek için izin verilmez, sadece Allah cc onlara ikramda bulunur. Onlar cennete girmesi mukadder olan, Cenab-ı Hakk katında mağfur insanlar için tavvassut etmeye memur edilmişlerdir. Cennete girecek insanları tesbit etmek için onlara yetki verilmemiştir. Bu durum ise, Allah’ın cc şefaatçilere bir lütfu ve ikramıdır; onu dilediğine verir.
Hadis-i şeriflerde, ayatın genel başlıklarla değindiği “kimlere şefaat izni verilecektir?” konusunda detay verildiğine şahid olmaktayız;
“Âhirette peygamberlerin hepsine mü'minlere şefaat etme hakkı tanınanacaktır. “(Buhârî, Rikak 45, Tevhid 33; Müslim, İman 81; Ebû Dâvud, Cihad 26; Ahmed bin Hanbel, Müsned III/ 94, 325, V/43; Tirmizî, II/66).
“Her peygamber, kendi ümmetine şefaat edecektir (Buhârî, Tefsir Sûre 18). İnsanlar muhakeme olunmak için mahşerde toplandıklarında, peygamberler, "Allah'ım selâmet ver!" diye duâ edeceklerdir.” (Buhârî, Rikak 52; Müslim, İman 81).
“Kur’ân okuyun. Çünkü Kur’ân, kıyamet gününde dostuna (okuyucusuna) şefaatçi olacaktır.” (Ahmed bin Hanbel, V, 255; Müslim, Müsafirîn, 252)
“Kıyamet günü üç zümre şefaat eder: Peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehidler.” (İbn-i Mâce, Zühd, 37)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başka bir hadîs-i şerîfte; Kur’ân’ı okuyup ezberleyen, helâl kıldıklarını helâl sayan ve haram kıldıklarını haram kabul edip uzak duran “hâfız” kimselerin de cennete gireceklerini ve Kur’ân sayesinde âilelerine şefaatçi olabileceklerini bildirir. (Bkz: Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 13; İbn-i Mâce, Sünnet, 16)
Diğer şefaatçiler (sıddıklar, nebiler, melekler, şehitler)in şefaatine daha az ve bazen dolaylı olarak değinilmektedir .( Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 15; Tirmîzî, Menâkıb, 3852; Buhârî, Tevhîd, 6886.)
Tapınılan Sahte Tanrıların Asla Şefaati Olmaz
Allah (c.c.) inkârcılara, puta tapanlara şöyle soruyor: “Yoksa onlar Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler?” (39/Zümer, 43). Bazıları kendilerine şefaatçi olsunlar diye putları, Allah’ın dışındakileri ilâh edinirler (10/Yûnus, 18). Ancak bu putlar onlara asla şefaat edemeyecektir (30 Rum/13; 6/En’am/94). O inkârcıların ve dünyada iken İslâm’dan yüz çevirenlerin ne yardımcıları ne de bir şefaatçileri vardır (6/En’am, 51, 70; 32/Secde, 4). Kendilerine şefaat edecek kimsenin olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf ederler (26/Şuarâ, 100). Allah’ın dâvetine uymayıp Kitap’tan yüz çevirenler o gün "bize şefaat edecek bir şefaatçi yok mudur?" diye yalvaracaklar veya dünyaya geri dönmeyi arzu edecekler (7/A’râf, 53).
Kur’ân-ı Kerim, Allah’a şirk koşulan şeylerin/putların şefaat yetkisine sahip olmadıklarını vurgular (5/Mâide, 72, 94; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 18). Müşrikler, bir yandan Allah’a şirk koşuyorlar, bir yandan da koştukları ortakların Allah katında mutlaka şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Peygamberlerin as vahy ile bildirmeleri dışında hiç kimsenin kendini şefaatçi olarak ifade etmesi kabil değildir. Hal böyle iken kimse de böyle birinden şefaat beklentisine giremez.
3-Şefaati ümid edenler.
Din gününde asl olan; mutlak adalettir. Her nefs kendi kazandıklarıyla muaheze edilir. Kullara zerrece zulmedilmez. Rahmet-i ilahi, yalnızca mü’minler üzerinde tecelli edecektir ki, Cenab-ı Hakkın afv-gufran ve rahmeti dilediği kula, dilediği şekilde erişir. Bu yolları biz bilemeyiz, fakat bizlere MÜJDE olarak işaret edilen bir yol olarak “şefaat” ikram edilmiştir.
Peki, şefaat beklentisi ve umudu, kulları salihattan uzaklaştırır mı?
“Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.” 2/254
Kimse akıbetinden “emin “değildir. Değil amelinden, akidesinin akıbetindenden dahi “emin” olamayan kullar için şefaat ümidi, salihata koşmasında menfi değil, müsbet yönde katkı sağlayacaktır. Yukarıdaki ayet müminleri, “mülküne ve dostlarının şefaatine” güvenip salihatı terkeden ve böylelikle küfre kayanlardan olmamaları yönünde açıkça uyarmakta..
Hz. Peygamber'in bizzat kendisi, o günde kendisinin yeryüzündeki hayatı boyunca kendi taraftarı olarak bildiği bazı kimselerin beraatını talep ederek, "Onlar muhakkak bendendirler." dediğinde; Allah cc tarafından ona, "Sen onların senden sonra hangi bid'atı başlattığını bilmiyorsun." diye cevap verileceğini ve onun da, "Benden sonra (dinde) değiştirme yapanlar, benden uzak olsunlar! Benden uzak olsunlar!" diye haykıracağını haber vermektedir.( Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhârî. Sahih-i Buhari ve Tercemesi, Mütercim: Mehmed Sofuoğlu, Ötüken Neşriyat, İslanbul 1989, C. XV, s. 6923-24; Krş. Prof. Dr. M. A. Draz,
Kur'ân Ahlâkı, Çevirenler: Prof. Dr. Emrullah Yüksel, Prof. Dr. Ünver Günay, İz Yayıncılık, İstanbuI I993,s.85.)
Şafi’ler kimlere şefaat edebilecekler?
“Nitekim göklerde nice melaike var ki, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler hakkında geçerli olması için izin çıkmadıkça, onların şefaatleri asla fayda vermez.” (53/Necm 26)
Cenab-ı Hakk, mü’min ve fakat günahkâr kullarından bir kısmını, kendilerine “izin verdiği” “salih ve mukarreb kulları” eliyle afv-u mağfiret edeceğini müjdeler. Kendilerine şefaat edilecek ve bu da onlar için bir rahmet ve lütf olacak kimseler, “Allah’ın cc dilediği” ve “kendisinden razı olduğu” kulların içinden çıkacaktır. Dolayısıyla, bazı günahları olmasına rağmen genelde kendisinden razı olunan, mü’min kullardan, şafilerin değil Allah’ın cc seçtiği kullar dışında şefaate erişilmeyecektir. Bazen de şefaat, mü’minlerin cenetteki makamların yükseltilmesi şeklinde olabilecektir.
Kendisine şefaat etme izni verilen salihattan kimse, sevdikleri ve murad ettikleri kulların mağfiretinde nefsinin re’yi ile hareket edemez.
Şefaat konusundaki en büyük yanlış; pek çok cahil insanın anladığı gibi, meselenin bireysel sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle ilgili olduğu zannıdır. Oysa kimse o gün, sevdikleri lehinde bir hükme malik değildir.
Hadislerde şefaat konusu:
Hesab henüz başlamamıştır. Mahşer halkının, mahkemeye başlanılması için bir arayış içine girmelerini anlatan sahneyi, hadisten dinleyelim:
“Kıyamet gününde, insanlar birbirlerine girecekler. Hz. Âdem (a.s.)’e gelip: ‘Evlâtlarına şefaat et!’ diye talepte bulunacaklar. O ise:
'Benim şefaat yetkim yok. Siz İbrahim (a.s.)’e gidin! Çünkü o Halîlullah’tır’ diyecek. İnsanlar Hz. İbrahim’e gidecekler. Ancak o da:
‘Ben yetkili değilim. Ancak siz Hz. İsa’ya gidin. Çünkü o Ruhullah’tır ve O’nun kelîmidir’ diyecek. Bunun üzerine O’na gidecekler. O da:
‘Ben buna yetkili değilim; lâkin Muhammed (a.s.)’e gidin!’ diyecek. Böylece bana gelecekler. Ben onlara:
‘Ben şefaate yetkiliyim!’ diyeceğim. Gidip Rabbimin huzuruna çıkmak için izin talep edeceğim. Bana izin verilecek. Önünde durup Allah’ın ilham edeceği ve şu anda muktedir olamayacağım hamdlerle Allah’a medh u senâda bulunacak, sonra da Rabbime secdeye kapanacağım. Rabb Teâlâ,
‘Ey Muhammed! Başını kaldır! Dilediğini söyle, söylediğine kulak verilecek. Ne arzu ediyorsan iste, talebin yerine getirilecektir. Şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecektir.’ buyuracak. Ben de:
‘Ey Rabbim! Ümmetimi, ümmetimi istiyorum!’ diyeceğim. Rab Teâlâ: ‘(Onların yanına) git. Kimin kalbinde buğday veya arpa danesi kadar iman varsa onları ateşten çıkar’ diyecek. Ben de gidip bunu yapacağım. Sonra Rabbime dönüp önceki hamd u senâlarla hamd ve senâlarda bulunacağım, secdeye kapanacağım. Bana öncekinin aynısı söylenecek. Ben de: ‘Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetimi istiyorum!’ diyeceğim. Bana yine:
‘Git, kimin kalbinde hardal danesi kadar iman varsa onları da ateşten çıkar.’ denilecek. Ben derhal gidip bunu da yapacak ve Rabbimin yanına döneceğim. Önceki yaptığım gibi yapacağım. Bana, evvelki gibi:
‘Başını kaldır!’ denilecek. Ben de kaldırıp: ‘Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetimi istiyorum!’ diyeceğim. Bana yine:
‘Git, kalbinde hardal danesinden daha az miktarda imanı olanları da ateşten çıkar’ denilecek. Ben gidip bunu da yapacağım. Sonra dördüncü sefer Rabbime dönecek, o hamdlerle hamd u senâda bulunacağım, sonra secdeye kapanacağım. Bana: ‘Ey Muhammed! Başını kaldır ve (dilediğini) söyle, sana kulak verilecektir. Dile, talebin verilecektir. Şefaat et, şefaatin kabul edilecektir’ denilecek. Ben de ‘Ey Rabbim! Bana Lâ ilâhe illâllah diyenlere şefaat etmem için izin ver!’ diyeceğim. Rab Teâlâ: ‘Bu hususta yetkin yok!’ –veya: ‘Bu hususta sana izin yok!’ –Lâkin, izzetim, celâlim, kibriyam ve azametim hakkı için lâ ilâhe illâllah diyenleri de ateşten çıkaracağım!’ buyuracak.” (Buhârî, Tevhid 36, 19, 37, Tefsir, Bakara 1, Rikak 51; Müslim, İman 322 (193); Kütüb-i Sitte Terc. 14/406-407) Hz. Peygamber'in birçok hadis kitabında zikredilen mahşer halkının mahkemeye başlanılması hakkındaki umumî ve büyük şefaatine "şefâatü'l-uzmâ" denir.
“Her peygamberin kabul edilen bir duası vardır. Diğer peygamberler o duayı yapmakta acele ettiler. Ben ise bu duamı Kıyamet gününde ümmetime şefaat için sakladım. Ona, ümmetimden şirk koşmayanlar kavuşacaklardır.” (Buhârî, Deavât 1, 8/82; Müslim, İman 334-342, Hadis no: 198-199, 1/188; İbn Mâce, Sünnet 37, Hadis no: 4307, 2/1440; Tirmizî, Deaavât 141; Kütüb-i Sitte, 14/403).
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, Hadis no: 4739, 4/236; İbn Mâce, Zühd 37, Hadis no: 4310, 2/1441; Tirmizî, Kıyame 11, Hadis no: 2435, 4/625)
Peygamberler içinde ilk defa şefaat edecek ve şefaati kabul edilecek peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir (Müslim, Fedâil 2). Âhirette Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bu ilk şefaati, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki umumî ve büyük şefaattir.
Hz. Peygamber'in şefaatiyle hesaba ve sorguya çekilmeden cennete girecekler de olacaktır (Buhârî, Tefsir Sûre 18; Müslim, İman 84). Cennette derecelerin arttırılması için ilk şefaat edecek peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber bir hadisinde, "Cennette insanların ilk önce şefaatte bulunanı benim." (Müslim, İman 85) buyurmuştur.
Cân-ı gönülden şehâdet ve tehlilde bulunanın bu şefaate nâil olacağı, ayrıca ifade edilmekte (Ahmed bin Hanbel, Müsned II/307, 518), ümmetten bir kısmının, Peygamberimiz'in şefaati sayesinde ateşten çıkacağı (Buhârî, Rikak 51; Müslim, İman 328) beyan buyrulur.
Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: "Ya Fatıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah'tan bir şeyi savamam." (Buhâri, Müslim, Tirmizi) Görüldüğü gibi, Allah'a yakın olmak için, Peygamberimiz ‘in kızı-oğlu-eşi-babası olmak yetmiyor. Mutlaka Allah'ın razı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.
Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste peygamberimiz bir sahabeye şefaatini istemesini şöyle öğretmiştir: “Allah’ım O’nu (Rasulullah’ı) hakkımda şefaatçi kıl.” (İbn Mâce, İkame: 17)
Kelâm Ekollerinin Şefaat Konusundaki Naslara Bakışı:
Hemen bütün kelâmcılar eserlerinde şefaat konusuna yer vermişlerdir. İmam Azam Ebu Hanife "el-Fıkhu' l-Ekber" adlı eserinde Peygamberlerin şefaatinin ve Hz. Peygamber'in şefaatinin günahkâr ve büyük günahkârlar için hakk olduğunu ifade eder.
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî "el-İbâne" isimli kitabında müslümanların Resûlullah'ın büyük günah sahibi kimseler için şefaatte bulunacağında icmâ ettiklerini söyler.
İmâm Ebû Mansûr el-Mâturîdî "Kitâbu't-Tevhîd"inde, şefaat konusunun, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle sabit ve hakkında büyük delil olduğunu belirtir. Mâturîdî, şefaat olunan kimsenin, şefaati işlediği günah sebebiyle hak etmediğini, tersine yaptığı iyiliklerle terk etmiş olduğu şey hakkında dostluğu (sadakati) gerekli olan iyiliklerle lâyık olduğunu açıklar
Mu'tezile alimlerinden Kâdi "Abdulcebbâr "Şer-hu' l-Usûli' l-Hamse"sinde, şefâat konusunu tahlil etmektedir.Ona göre Hz. Peygamber'in şefaatinin ümmeti için sabit olduğunda ihtilaf yoktur. Ancak ihtilâf, şefâatin kim için gerçekleştirileceği konusundadır. O, Mu'tezile'ye göre şefâatin mü'minlerden tövbe edenlere, Mürcie'ye göre ise fâsıklara ait olduğunu söylemektedir. Mu'tezile, şefaati, sadece itaatkâr olanlar ve tevbe edenler için kabul eder.
Sonuç olarak;
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da mutlaka görül(üp d)e(ğerlendirile)cektir." 53/39
İnsanın, kendi yapıp ettikleri dışında dışardan farklı bir etkenle muahezeye tabi tutularak felahı ümid etmesi, aklın da naklin de kabul etmediği bir konudur. Dünya hayatında bile kabul görmeyen bu durum, din günündeki hesapta söze getirilemez. El Adl cc, mükâfatta da mücazaatta da adaletle hükmeder. O gün kimsenin bu konuda şüphesi olmayacaktır. Afv-ü ğufrana muhtaç olamayan, ümid etmeyen hiçbir kul yoktur o gün. Dünya hayatında kalbin ve bedenin ortaya koyduğu amellere bakılmaksızın bir hükme varılacağını beklemek, kuruntudan başkası olamaz.
Rasulullah’ın as hizmetkârı ve Ehl-i suffe’den olan Ebû Firâs Rebîa İbni Ka’b el-Eslemî ra dedi:
“Resûlullah sav ile birlikte gecelerdim. Abdest suyunu ve öteki ihtiyaçlarını ona getirirdim. Buna karşılık bir keresinde bana:
- “Dile (benden ne dilersen)” buyurdu. Ben:
- Cennette seninle beraber olmayı isterim, dedim. Peygamber sav:
- “Başka bir şey istemez misin?” buyurdu. Ben:
- Benim dileğim bundan ibarettir, dedim. Peygamber sav:
- “Öyleyse çok namaz kılıp secde ederek, kendin için bana yardımcı ol!” buyurdu.
Müslim, Salât 226. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 22; Nesâî, Tatbîk 79
(1) “Allah insana hiçbir şey indirmemiştir. demekle, Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar.” 6/91
(2) “De ki: Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olurdum.” 43/81
(3) Şefaat, kurtuluş öğretisiyle bağlantılı olarak birçok dinde yer almakla birlikte niteliği ve biçimi farklılık gösterir. Aşkın ilâh anlayışı, âhiret inancı, ruhban sınıfı ile kutsal kişilere (peygamberler, azizler) ve varlıklara (melekler) vurgu yapan dinî öğretilerde bu kavram daha çok öne çıkmaktadır. Genellikle şefaat, ölmüş veya yaşayan kutsal kişiler vasıtasıyla dindarlar adına yahut günahı ve sevabı birbirine eşit durumdaki bir ruhun lehine Tanrı katında özel bir müdahale ve af talebinde bulunma şeklinde gerçekleşir. Esasen birçok dinde ölmüş kutsal kişilerin öteki dünya için aracılık yapabileceğine ve şefaat istemek üzere onlara dua edilebileceğine, aynı zamanda ölülerin arkasından yapılan duaların azaptan kurtarıcı gücüne inanılmaktadır.
Çin geleneğinde ruhban sınıfının vazifeleri arasında insanları ruhanî açıdan arındırma ve kâhinlik yapmanın yanı sıra tanrıların huzurunda onlar için şefaat dileme görevi de vardır. Bu kapsamda Budist rahipleri tarafından ölen kişinin ardından yedi hafta boyunca ölüyü kötü karmadan kurtarmak amacıyla kutsal metin okunur ve dua edilir. Mahayana (Tibet) Budizmi’nde ayrıca şefaatle bağlantılı olarak başkalarının kurtuluşu için kendi sonsuz saadetinden (nirvana) fedakârlık eden aydınlanmış ruh öğretisi mevcuttur. Bu kurtarıcılar, sahip oldukları fazileti henüz aydınlanmaya ulaşmamış fertlere bahşetme veya aktarma yoluyla onların aydınlanmasına yardımcı olurlar. Hindu geleneğinde, iyilerin tekrar bedene girmeden (tenâsüh) önce bizzat ilâhların şefaatiyle içinde yaşayacakları kısa süreli cennet ya da semavî âlem inancı mevcuttur. Bu âlem, ilâhî varlıkla (Brahman) bütünleşmeye ve kurtuluşa ermeye yetecek kadar güzel amele sahip olmayan iyi ruhların yaşayacağı geçici durumu, aynı zamanda ilâhî lutfa bağlı şefaati ifade eder. Zerdüştîlik’te Hindu öğretisine benzer şekilde doğrudan şefaat yerine günahtan arınma mekânına atıf vardır. Pehlevîce gelenek kitabı Dadestân-ı Denig’de (IX. yüzyıl) öteki dünyada cennet ve cehennemden başka Hemistegân denilen, günahları ve sevapları eşit durumdaki kişilerin yeniden diriltildikten sonra bir müddet kalacakları bir mekândan bahsedilir. Hemistegân’daki ruhlar acı çekmez, zira bizzat Zerdüşt peygamber onların affı için burada Tanrı’ya yalvarır. Pagan karakterli eski Yunan ve Roma dinlerinde şefaat kurban kültü biçiminde ortaya konmuştur. Buna göre yaşayanların ihtiyaçlarını ve arzularını bilen ilâhlaşmış ölü ruhların kendilerine şefaat yakarışlarıyla ibadet edilip kurban kesildiğinde mükâfat verdiklerine, ihmal edildiklerinde ise gücendiklerine inanılmıştır. Ahd-i Atîk’te âhiret inancına yönelik açık bir öğreti yer almamasına rağmen ölüm sonrası şefaat konusuna atıflar mevcuttur. Bunların başında, din uğruna canını feda eden birinin günahkârlar için şefaat edebileceğinden bahseden İşaya pasajı gelir (53/12). Kitâb-ı Mukaddes içerisinde -apokrif metin olarak- yer alan II. Makkabiler’de (12/42-45), yaşayanların ölüler için dua edip kefârette bulunmasının imkânından ve nihaî kader olan ateşten kurtarıcı şefaatten söz edilir. Ölünün şefaat yoluyla kurtuluşa ermesi fikri Rabbânî literatürde daha açıktır. Talmud’da İsrâiloğulları’ndan imanlı olup günah işleyenlere bizzat Hz. İbrâhim’in şefaat edeceği, zira onların İbrâhim ahdinin işaretini taşıdıkları ve bundan dolayı kısa bir süre ara mekânda kalsalar bile cehennem ateşine mâruz kalmayacakları belirtilir (Erubin, 19b; Hagigah, 27a; ayrıca bk. Sifre Deuteronomy, 210). Söz konusu ara mekân, günahı ve sevabı eşit olanların günahlarından arınmak için -on iki ay veya daha az süreyle- kalacakları yere karşılık gelmektedir. Günümüz Ortodoks yahudi öğretisinde arınma yeri inancı ve buna bağlı olarak ölünün arkasından bir yıl boyunca kutsama duası okunmasına yönelik âdet devam etmektedir. Ayrıca ultra-Ortodoks Hasidî gruplar arasında sâlih kabul edilen kişilerin şefaatine inanılmaktadır.
Hıristiyanlık Îsâ Mesîh yoluyla kurtuluş öğretisine dayandığından fidye, bu dinde kefâret, mutlak aracılık gibi kavramlar kapsamında şefaate daha çok yer verilir. Ahd-i Cedîd’de şefaat kelimesi (Gr. entygchanein; Lat. interpellare), “bir kişinin bir başka kişinin savunucusu olması veya onun lehine af dilemesi” anlamında kullanılmıştır (İbrânîler’e Mektup, 7/25). Kutsal kişilerin şefaatini ifade eden aracı kelimesi (Gr. mesites; Lat. mediator) Tanrı ile insanı -kefâret yoluyla- birbirine yakınlaştırmayı ifade etmektedir (Timoteos’a Birinci Mektup, 2/5). Bu bağlamda özellikle Îsâ Mesîh, başrahip sıfatıyla inananların günahlarının bağışlanmasını dileyen (Yuhanna’nın Birinci Mektubu, 2/2) ve inananlar hatta bütün insanlık adına Tanrı katında şefaatte bulunan biri diye sunulmuştur (İbrânîler’e Mektup, 7/25). Ancak şefaat sadece Îsâ’ya ait bir eylem değildir. Pavlus’a göre Îsâ Mesîh göklerde şefaat ederken Parakletos (yardımcı) diye isimlendirilen kutsal ruh da tıpkı Îsâ gibi inananların zayıf anlarında Tanrı huzurunda onlar adına yakarır, yeryüzünde azizlerin mücadelelerine yardım eder ve onlara şefaatte bulunur; Tanrı bunun karşılığında kutsal ruhun şefaat duasına olumlu cevap verir (Romalılar’a Mektup, 8/26-28, 34).
Ahd-i Cedîd öğretisine paralel biçimde ilk dönemden itibaren kilise babaları ruhanî varlıklara dua etmeyi ve onlardan şefaat istemeyi gerekli görmüşlerdir. Meselâ ilk kilise babalarından Origen, Îsâ’nın yanı sıra meleklerin ve azizlerin şefaatinden bahsetmiş, aynı şekilde Kudüslü Cyril, Naziansuslu Gregory, Jean Chrysostome ve Jerome gibi Batılı ve Doğulu kilise babaları, hıristiyanları İbrânî atalarına, peygamberlere, kilise elçilerine, Tanrı’nın dostlarına ve din uğruna şehid olanlara yalvararak şefaatlerini istemeye teşvik etmiştir. Ortaçağ’ın hıristiyan teologu Thomas Aquinas da özellikle azizlere niyazda bulunmayı, onlardan dua ve tövbelere ortak olmalarını istemeyi öğütlemiştir.
Hıristiyan mezhepleri şefaat konusunda kendi teolojilerine uygun öğretiler geliştirmişlerdir. Roma Katolik kilisesi Trent Konsili’nde (1545-1563) şefaati ve başkası lehine niyazda bulunmayı bir dogma şeklinde ortaya koymuştur. Buna göre müminler, öncelikle a‘râftakilerin cennete kabulü için dua edip bu amaçla kutsal komünyon âyini yapabilirler. Katolik öğretisinde a‘râf, ilâhî lutfa muhtaç durumda ölen bir kişinin cennete girmesi için gereken kutsallığı elde etmek maksadıyla bulunduğu arınma yerini ifade eder ve bu inancın temelinde ölü lehine şefaat duası yer alır. A‘râftaki ruhların kurtuluşu için özellikle Latin Amerika’da “ölüler günü” adıyla özel kült törenleri düzenlenir. Trent Konsili kararlarında ayrıca Îsâ Mesîh ile beraber Tanrı krallığında hüküm süren azizlerin de Tanrı katında insanlar lehine dua ve niyazda bulunduğu ifade edilmiştir. Roma Katolik öğretisine göre başta Meryem olmak üzere azizlerin şefaatlerine inanıp onlara niyazda bulunmak Îsâ’nın mutlak rab oluşuna ve aracılık rolüne zarar vermez; aksine bütün lütuf ve meziyetlerin ondan geldiği inancını güçlendirir. Bu bağlamda dindar bir insanın ölmüş veya yaşayan bir başka dindar insandan dua yahut şefaat dilemesi meşru görülür. Ayrıca Katolik öğretisinde kilisenin Îsâ aracılığıyla bağışlama gücüne sahip olmasından dolayı bilhassa Ortaçağ’da gerek yaşayanlar gerekse ölenler için tam veya kısmî kurtuluş (indulgentia) satın alma yaygın biçimde uygulanmıştır.
Doğu ve Ortodoks kiliseleri de -şefaat konusunda Katolikler kadar derin öğretilere sahip olmasalar da- genel anlamda hem gökteki azizler komünyonu üyelerinin kendileri veya başkaları lehine Tanrı katında şefaat etmesini hem de ölü için şefaat dilemeyi meşrû kabul ederler. Genel olarak Protestan kiliseleri, Pavlus’un öğretisi ışığında insanları günahtan kurtarıcı fidye ya da kefâret olması bakımından Îsâ Mesîh’in aracılığının mutlaklığına inanır; bunun ötesinde bir şefaat anlayışı ise tartışmalıdır. Martin Luther, rasyonel açıdan kurtuluşun tamamen gerçekleşmesi bağlamında Îsâ’nın haçta şefaat niyazı yaptığına kanidir. Îsâ dışındaki kişilerin, yani Meryem’in ve azizlerin şefaati ise Îsâ’nın tek ve mutlak şefaatçi olduğu inancına aykırı düşmesi sebebiyle Protestan teolojisi açısından problemli görülür; bu konuda Protestan kiliseleri arasında görüş farklılıkları vardır. Anglikanizm açık bir dille Trent Konsili’nin şefaat öğretisini aşırılık, Tanrı’ya karşı saygısızlık, faydasız ve mantıksız bir öğreti sayıp reddederken Kalvinistler, şefaati ve özellikle yeryüzünde olup biten şeylerden habersiz azizlere niyazda bulunmayı duanın gerçek anlamını yok ettiği için bir tür şeytan aldatmacası ve sahtekârlık diye kabul eder. Diğer reformist kiliseler de Augsburg İtirafı (1530) olarak bilinen ve reformist öğretinin temelini oluşturan hükümlere bağlı şekilde sadece Îsâ Mesîh’in insanlar için mutlak aracı ve şefaatçi olabileceğine inanır. Bununla birlikte günümüzde bazı Protestan kiliseleri ancak “yaşayanların birbirine dua etmeleri” anlamında şefaati kabul etmekte, Anglo-Katolikler ve bir kısım Protestan kiliseleri Katolik öğretiye benzer biçimde meleklerin ve gökteki azizlerin inananlar için dua etmesine olumlu bakmaktadır. /İslam ans. Şefaat başlığı