Hikmet SÖNMEZ
İnsanın üç ana merkezinden biri nefis, diğerleri de akıl ve kalptir. Bu merkezlerden nefsin yeterince bilinmemesi ve idrak edilmemesi, insanın yapısının tam olarak anlaşılamamasına sebep olmaktadır. İnsanların yapısının tam olarak bilinmediği noktalarda kişiler, hem kendilerine hem de başkalarına mânevî olarak zarar vermektedirler. Bu sebeple nefsin tam olarak algılanabilmesi için Kur’an’ın öngördüğü nefis anlayışını ortaya çıkarmak gerekmektedir.
Aynı zamanda insan, nefsinin aşırı istekleri karşısında iradesine sahip olamadığı noktalarda insanlıktan çıkıp nefsinin kölesi durumuna düşebilmektedir. Günümüzde insana ait kötü davranışların çoğunda nefsin başrolde olduğunu söylemek mümkündür. İnsanın şehevî duygularına gem vuramaması, başkalarına büyüklük taslamaları, insanlara yardım elini uzatmayıp cimrilik (şuhh) yapmaları, kıskançlık ve haset etmeleri nefsin kaynaklık ettiği kötü davranışların başında gelmektedir.
Bu yüzden nefsin iğreti arzuları anlamında olan hevâsının etkisinden kurtulmak için onun eğitim sürecinden geçmesi kaçınılmazdır. İşte Kur’ân’ın, nefsin kötülüklere kaynaklık ettiği davranışları ön plânda tutarak gerçekleştirdiği eğitim metodlarının bilinmesi, nefsin eğitimine ne kadar katkı sağladığının görülmesi açısından bilinmeye değer bir konu olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. (Kur’ân’a göre Nefis eğitimi, Yrd. Doç. Dr. Hamza aktaş Gümüşhane – 2013)
Tarihi süreç içerisinde Felsefî düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra -bilhassa Emevîler döneminden itibaren- kelime çeşitli tartışmaların içine çekildi. Kelâmî, tasavvufî ve felsefî nazariyelerin konularından biri haline geldi. Ne var ki, ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan selef bilginleri nefsin mâhiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur’an ve sünnette verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı. Kur’an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı ilke edinen ilk dönem Müslümanlarına göre nefsin mâhiyetinin kavranması imkânsızdı ve bu konuda tartışmaya girmek gereksizdi.
Nefsin İslam’daki Durumu
Nefs, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir. İnsan denilen varlık, şekil (cisim) ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. Bu yüzden; “insanın rûhu, onun nefsidir” de denilmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir.
Nefsin istekleri kişinin hayatını sürdürmesini sağlar. Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen sınırları aşmaya götürür. Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir ihtiyaçtır, ama başkasının yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır. Kişinin nefsi cinsel birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı aşmasıdır. İnsanın dünya malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip olması normaldir. Çünkü insan böyle yaratılmıştır. Ancak kişi nefsinin aşırı arzularının peşine gider de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal toplamaya çalışırsa hataya düşer. Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır. Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye ve başkasının haklarına tecavüz etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır.
İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile gayr-ı meşrû arzular arasına sınır koyuyor.
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 7-10)
Nefis Kavramı
Câhiliye dönemi Arap şiirinde daha çok bir şeyin “özünü”, “kendisini” belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi, zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı: Ruh, can, Kan, benlik, Kalb, iç (alem), kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret, irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır.
Nefsin soyut bir kavram olması nedeniyle tanımlanma ve sınırlama zorluğu bulunmakla birlikte, sözlük manasıyla günlük dilde kullanılışı ile varlık anlamında kullanılışını birbirinden ayırmak gerekmektedir. Sözlük anlamıyla günlük dilde bir şeyin bütünü, gerçeği, kendisi gibi anlamlar taşırken metafizik anlamda maddenin karşıtı manasında bir ruh felsefesi olarak incelenmiştir. Kuran’da salt ruhun bilgisine ulaşılamayacağının bildirilmesi karşısında İslâm düşünürlerinin bu konudaki görüşlerini daha çok nefis terimini kullanarak ifade ettikleri ama aslında ruh üzerinde yorumlar yaptıkları anlaşılmıştır.
Terim anlamı açısından nefis kavramına bakılacak olursa, şu manalarda kullanılmıştır:
1. İnsan nefsi, insanın ruhî tarafını veya ölümsüzlüğünü teşkil eden veya ölümsüz kabul edilen bir özdür. Bunun maddî ve fizikî bir gerçekliği olmadığı halde düşünce, istek ve işlevleri bulunduğundan, bütün davranışları tayin eder.
2. İnsanın ahlâkî hissi, tabiatı ve mahiyetidir.
3. Ruhu veya hissî bir kızgınlık, güç ya da bunları ortaya koyan bir delil sayılır. Bir ressamın yapmış olduğu boyalı cansız bir resim gibidir.
4. Hayâtî veya zorunlu bir nitelik veya ilkedir.
5. Güden veya hâkim olan şahıs, kimse, merkezdeki şahıs, kumandandır.
6. Tecessüm etme, timsal olma; o nezaketin timsalidir. Yani nezaket onun şahsında tecessüm ve tecelli etmiştir.
7. Şahıs, kimse, kişi; kimseyi görmedim (hiç bir nefsi görmedim).
8. Ölü şahsın ruhu ki, bedenden ayrı olduğu ve kendi kendine müstakil varlığı bulunduğu gibi anlamlar da nefse verilmektedir.
Bütün bu söylenilerden sonra anlaşılmaktadır ki, nefis, İslâm öncesi arap şiirinde yaşayan vücut ve kan gibi anlamlara gelmesine rağmen Kur’ân’da, Yüce Allah bu kelimeye farklı manalar yüklemiştir. Bunlardan en önde gelenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Öz/Cevher ( Nisa 1, Â’raf 189), zât (Mâide 116; En’âm 12, 54), iç (Mâide 116; Tâha 67) , Kalp/Gönül (Bakara 235; Hûd 31). Fakat nefis kavramı zihin, gönül, duygu, içgüdü ve iğreti arzular dediğimiz hevâ ile ilişkisi olduğundan onu bir veya birkaç kelime ile manalandırmak çok zordur. (Kur’ân’a göre Nefis eğitimi, Yrd. Doç. Dr. Hamza aktaş Gümüşhane – 2013)
Kur’an’da nefs kelimesi -çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte- genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Zaman zaman hissî hayat anlamında ruh, kalb ve iç alem anlamlarında kullanıldığı da görülür. Sözgelimi; “Gelin... kendimizi (enfüsenâ) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım...” (Âl-i İmran 61) âyetinde; “kendimiz = enfüsenâ” Hz. Peygamber, “kendiniz = enfüseküm” ise Hz. İsa hakkında tartışmaya kalkışan Hıristiyanlar dile getirilmektedir. Kelime, “...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem...” (Mâide 116) örneğinde olduğu gibi altı âyette Allah’ı, bir âyette (Furkan 3) ilâhları, bir âyette de (En’âm 130) insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır. “Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın...” (En’âm 93) âyetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, “... Yusuf bunu içinde (nefsihî) sakladı...” (Yusuf 77) ve “...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir...” (Bakara 235) örneklerindeki gibi “iç alem ve kalp” anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır.
İlgili Kavram; Nefsin Boş İstek Ve Arzusu/Hevâ
Hevâ; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Uzay ve yer arasında bulunan atmosfer boşluğuna bundan dolayı hava (aynı lafızdan türetilmiştir) denilmektedir. Istılahta hevâ ise, bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık, arzu ve istek, nefsin tabiatında olan hislerinin icabına göre hareket ederek yükseklerden yüz çevirip süflî tarafa eğilim göstermesi, benliğin şehvet tarafına geçerek ruha sırt çevirmesidir. Bu saptırıcılığından dolayı nefsin bu türden süslü isteklerine tâbi olması, hevâ olarak isimlendirilmiştir.
Hevâ, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı gibi, bizzat şehvete meyyal nefis için de kullanılır (Râgıb, Müfredât, s. 769). Hevâ, nefsin, arzularını tatmin için şeriatın dışındaki şeylere meyletmesidir (Cürcânî, Ta’rîfât, s. 257). Meselâ kişinin nikâhlısına ilgi duyması, meyletmesi ibâdet iken; nikâhlısı olmayana meyli kabahat olmaktadır (Elmalılı, Eser Y. 7/4570).
Hevâ, aşağılık istek ve arzuların kaynağı olmasından dolayı, dalâletin başta gelen sebeplerinden biridir. Bu yüzden hevânın zıddı “hüdâ” (hidâyet) kabul edilir. Onun için hevâ kavramı, nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, uçurumlara ve Cehenneme düşürür.
Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün kaynağıdır. Hevânın zan ve şehvet ile de yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Çünkü zan, kişinin bir şeyin müsbet veya menfîliği hakkında, tahminle kendi nefsine göre bir hüküm vermesidir. Halbuki sübjektif dünya, izâfî bir dünya olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. Bundan dolayı hevâ, zanda olduğu gibi aldatıcıdır ve zevke göredir.
Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi, hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet yaparken, bir şeyin yanlış mı doğru mu olduğuna karar verirken; kişi ya kendi hevasına ya da inandığı dinin ölçülerine uyacaktır… Sonuçta vereceği karara göre facirlerden yahut salihlerden olacaktır.
Hevânin İlâh Haline Getirilmesi
Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?” (Furkan 43). Bu kimseler canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.
Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (Câsiye 23 ve yine bkz. Furkan 43; Necm 23)
İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar topluluğu düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hümanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara tapmanın hatırasını saklamaktadır veya bir kısmı için “müziğin ilahı” gibi deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı, insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamıyla şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur.
Hülasa şu ki; lüzumsuzlarla meşgul olan, lüzumludan mahrum kalır. İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer; Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın (sa) getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını ilâhlaştırmış olur. Büyüklük ve olgunluk, hevâya göre hareket değil; İslâm’a teslim olabilmektir.
Devam edecek.