M. Murat BAYRAK
Âdettendir; önce kelimenin kökü üzerine bir kaç cümle yazılır ya; biz dahi geleneklere uyarak öylece başlamalıyız.
İ’tidâl kelimesi, Arapça kökenli bir kelime olup, aslı عدل sülasi fiilidir. İ’tidâl, bu kelimenin ifti’âl babından mastardır[1]. Kur’an-ı Kerimde bu kökten türetilmiş kelimeler farklı ayetlerde geçmektedir.
Bu ayetlerden itidal/denge konusuyla ilgili olanı İnfitar suresinde geçer. Biri günümüz lisanı biri de ilim lisanıyla olmak üzere ayetlerin iki mealini paylaşmak yerinde olacaktır:
Diyanet Vakfı Meali - 82/İnfitar/6-8; Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?
Elmalılı Hamdi Yazır Meali - 82/İnfitar/6-8; - Ey insan! Ne mağrur etti seni o kerîm Rabbına?- Ki seni yarattı, düzenine koydu, tenasüb ve i'tidal verdi. - Dilediği her hangi bir surette terkîb etti
ve yine teberrüken Elmalı merhumun ayetin tefsirinde sıraladığı görüşlerden bir tanesini paylaşalım:
“Ebu aliyyî farisînin beyanına göre: sana i'tidal verdi demek bu ma'naları cami' olarak seni ahseni takvim ile en güzel biçimde çıkardı ve bu i'tidal ile seni akl-ü fikir ve kudreti kabule müsteıt kılıp bu sebeble sair hayvanât ve nebatâta müstevlî kıldı. Ve bu âlemdeki diğer ecsamın vâsıl olmadığı bir kemal mertebesine irdirdi, diye tefsîr edilmiştir…”
İtidal kelimesi, mutedil şekliye “orta yolun yolcusu olmak” olarak da kullanılmaktadır. Günümü lisanında denge kelimesi ile karşılanmaktadır.
İtidal, Adl isminin tecellisidir
İtidal, Esma-ül-Hüsna’dan Adl isminin bu âlemdeki tecellisidir. Adl isminin ahirette tecellisi, mahşer günü kurulacak mizan terazileri başında Zat-ı Akdes’in cc Hâkimliğiyle birlikte olacaktır.
Bu âlemde Adl ismi, kâinatın unsurlarında itidal/denge olarak tecelli eder[2]. Varlık, hem her bir varlık tekinde, hem her bir varlığı meydana getiren parçalarda ve hem de kendisi ile birlikte var olan diğer varlıklarla beraber muhteşem bir denge üzere var kılınmışlardır. Her bir unsur, kâinatta dengeli/mutedil olarak dağıtılmış ve yerleştirilmiştir.
Kâinatta İtidal
Dikkatle bakıldığında itidal, kâinatın kül ve cüzlerinde, fert ve nevilerinde bir yaratılış mayası olarak arz-ı endam eder. Bu itidal mayası hem canlı hem cansız bütün varlıkta kendini gösterir.
Küçücük bir arı veya koskoca bir kartal havada kendi büyüklüğüyle orantılı olarak dengeli yaratılmıştır. Kanatları, kafası, ayakları vb. bütün organları birbiriyle uyumlu ve dengelidir.
Yerde yürüyen bir karınca veya bir fil de kendi ölçülerinde dengelidirler. Filin hortumu ile ağzı ve beslenme ihtiyacı, menteşem bir denge ile uyumlu ilken, karıncanın antenleri ve bacakları da ahenkle birbirine uyum gösterirler.
Dağlar, yeryüzünün dengede kalmasını temin ederler. Hem fiziksel olarak kıtaları dengede tutarlar, hem de havanın mutedil şekilde durmasını ve hareket etmesini sağlarlar.
Dünya, kendi büyüklüğü oranında bir itidal ile döner. Başını hafif yana eğmiş bir Mevlevi semazeni edasıyla ahengini bozmadan, üzerindekileri rahatsız etmeden döner de döner. Ay döner, güneş döner, yıldızlar döner ancak hiç biri var kılındıkları günkü dengeyi bozmazlar.
İnsanın iç dengeleri
İslam düşünce tarihinde mütefekkirler, insanın ruh/beden bütünlüğü içerisinde üç kuvvenin tesiri altında olduğunu; bu kuvvelerin ifrat ve tefrit mertebelerinin bulunduğunu; asıl olması beklenenin ise itidal mertebesinde olmasını beyan ederler. Bunlara arasında çağımıza yakınlığı itibariyle Bediüzzaman’ın ifadelerini paylaşmak doğru olacaktır:
“Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Lakin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.
Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.
Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.[3]”
İnsanı etkileyen iç kuvveler konusunda farklı müelliflerin görüşleri de ayrıca araştırılabilir.[4]
İnsanın itidal yolculuğu
Kâinatta milyarlarca yıldır bu denge devam etmektedir ve bozulmamıştır. Ancak insanoğlu, kendisine verilen halifelik ve bütün varlığın emrine musahhar kılınması gibi yetkileri kötüye kullanmak suretiyle bu dengeyi bozmuştur.
Bu bozgunculuk, ilk evvela insanın kendi içindeki itidali kaybederek veya terk ederek his ve düşüncelerinde kendini bağımsız ve bağlantısız kabul etmesiyle başlamıştır. Seçtiği bu yol, insanı, hırs, tamah, bencillik, kibir gibi hastalıklı kişiliklere doğru taşımış; bunun doğal sonucu olarak da iç dengesini kendisi ve kâinat aleyhine kaybetmiştir.
Hâlbuki hırsını fedakârlık, kibrini tevazu, bencilliğini diğergamlık, tamahını cömertlik ile dengeleyebilseydi; her bir özelliğinde itidal üzere olmayı seçebilseydi; her şey çok farklı olacaktı. Bir taraf obezitenin aşırı yemenin sebep olduğu hastalıklardan ölürken, diğer tarafın açlıktan öldüğüne tanık olmayacaktık. Bir kısım insanlar varlıktan ne yapacağını bilemez halde sapkınlıkların en derinlerinde çıkış yolu ararken; başka bir kısmının yokluktan yollarını şaşırdıklarına şahit olmayacaktık.
Doğu-batı ayırmadan, dindar-dinsiz fark etmeden bütün insanlık, birey ve toplumlarda, siyaset ve ekonomide, savaş ve barışta; el-hâsıl her türlü ilişkide itidal üzere olmayı seçmek zorundadır. Bunun dışında bir seçim, yeryüzünde fesad ve bozgunculuktan başka bir sonuç getirmeyecektir.
İtidal üzere kurulmuş dostluklar
Dostluk, iki varlığın varlık yolculuğunu birlikte yapması ise; bu birlikteliğin mayasının itidal olması önemlidir. Bu itidal, dostlar arasındaki bağlantının kuvveti ile doğru orantılı bir zeminde oluşacaktır.
Dostluk yolcularının her biri, diğerinden daha diğergâm olabilmek isteyecektir/istemelidir. Diğergâm olmak, itidal sınırları içinde ve iki taraflı olduğu müddetçe dostluğu besleyen en kuvvetli kaynaktır. Ancak yolculardan biri diğergam, diğeri hodgâm olursa bu durumda denge hızla bozulur. Dengesi bozulan dostluk da yok olmaya mahkûm olur.
Dostluk, ilk hatada terk etmeyi değil; elini bırakmamayı, hatasından dönmesi için gayret etmeyi gerektirir. Bunun itidal zemini, o hatanın doğru olanı da bozmaya başladığı anın hemen öncesinde durmaktır. Dostun hatasını telafi etmeye çalışırken hata yapmaya başlamak, dostluk kitabını yanlış okumaktır.
Mutedil (=dengeli) dostluklar, birbirini hata yapmaktan korurken ve iyiliğe sevk ederken; hatada ısrar edildiğinde “artık dost değiliz” de diyebilmekle kurulabilir.
Mutedil düşmanlıklar
Ebû Hureyre ra’ten rivayete göre, Peygamber sav Efendimiz şöyle demiştir:
”Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.”[5]
Düşman olmak için yeterince çok sebep bulunabilir. Nitekim İblis, kendisinin Allah cc’nün emrine karşı geldiği gerçeğini görmezden gelip; “O’nun yüzünden rahmeti İlahi’den kovulduğu” gerekçesiyle Âdem as’a düşman olmuştur.
Aslında dostluk gibi düşmanlık da insanın seçimleri üzerinde gelişir. Kime/neye hangi sebeple dost olacağı hayata dair yaptıkları seçimler çerçevesinde belirlendiği gibi; kime/neye düşman olacağı da bir ömür yaptığı seçimlerle ortaya çıkar.
Şunu söylemek de yanlış olmaz: önce seçimler yapılır; bu seçimlere göre dost/düşman belirlenir. Sonrasında dostluğa da düşmanlığa da yeterince sebep/bahane bulunur.
Örneğin Allah cc ile yaptığı sözleşmeye sadık kalmaya karar veren İbrahim as ile beraberindekiler, başka sözlerin peşine takılanlara düşmanlık ilan etmişlerdir.[6] Ancak bu düşmanlık, gerekçesiyle birlikte ilan edilmiş ve mutlak olmadığı, sebep (karşı tarafın şirk üzere olması) ortadan kalktığında sona ereceği de açıklanmıştır.
Uhud savaşında Müslümanların yenilmesine ve yetmişin üzerinde sahabenin şehid olmasına sebep olan Halid bin Velid’e bütün müslümanlar düşman idi. Ancak Hudeybiye sözleşmesinin hemen sonrasında Medine’ye gelerek Müslüman oldu. O an itibariyle bütün kalplerdeki düşmanlıklar silindi ve ashab-ı kiram ile kardeş oldular.
Mutedil düşmanlık, öfke üzerine değil; akıl ve hikmet üzere olur ve kişilerden çok fiil ve sıfatlara karşı taşınır.
Aşkta itidal
Sevgi ve sevda mertebelerinde bir şekilde denge olabilse de aşk, dengenin olmadığı/olamayacağı bir âlemdir.
Kalbin bütün kabiliyetlerinin bir sevgilinin ahu bakışında darmadağın olduğu; varı-yoğu nesi varsa yârin yarım bakışlı bir tebessümüne feda edildiği aşk için denge nasıl olabilir ki.. “gönül ferman dinlemiyor” diye başlayan cümleler, “muhabbete endaze olmaz” diye devam eder.
İnsanın denge merkezi olan ve itidali, ifratı ve tefriti belirleyen akıl da aşka teslim olup, onun emrine amade olacağından; aşk var ise dengeden söz edilmesi abesle iştigal olacaktır.
Ancak, aşkın maşuku, Cenabı Peygamber Efendimiz sav olursa işler değişir. Kendilerine bahşedilmiş bulunan “Habibullah” makamının bir tecellisi olarak, kendisine yönelen hiçbir aşığında itidal bozulmamıştır. O’na sav bağlı gönüller, O’nun sav yoluna sahip çıkmaya devam etmiş; farzı-sünneti bilir ve yapar olarak yaşamışlardır. Haddi aşmamışlar, O’nu sav peygamber bilmiş; ilahlık yakıştırmaya tevessül etmemişlerdir.
İbadette itidal
Gönül dağına yağan karların gözlerden sel olup aktığı sevda ikliminde bakışlar Cenabı Peygamber Efendimize sav bakıyor ise; kulluk ve ibadet, mutedil bir kıvamda olacaktır. Başka yere/yöne bakılırsa veya O’nun sav olmadığı bir islam tercih edilirse kulluk ve ibadet dengesi bozulacak; ifrat ve tefritlerle kirlenecektir.
Hayatının her dönemini muhteşem bir denge üzere yaşayan Efendimiz sav; ümmeti için kolayca yaşanabilecek dengeli (=mutedil) bir Müslüman modelini bize göstermiştir. Kendilerinin yaşadıkları hayattan farklı bir hayat yolunu kabul etmeyeceklerini beyan etmişler; daha fazla ibadet etmeye niyetlenenleri “benim sünnetimi terk eden benden değildir” diyerek tedip etmişlerdir.
Daha azına doğru kaçamak yapanları de bir gül yaprağıyla dokunur gibi nezaketle uyarmış, O’na benzemenin en güzel denge olduğunu hatırlatmışlardır. Bu babda Abdullah b. Ömer ra için söyledikleri “Abdullah ne iyi birisidir; bir de geceleyin namaz kılsa!” sözleri örnek verilebilir. Gece namazı, ümmet için meşakkatli bir ibadet idi, bu nedenle farz kılınmamıştı. Ancak Abdullah b. Ömer ra gibi bir gönül insanının dengesi, kendi seviyesine göre olmalıydı. Öyle de oldu; Abdullah ra bir daha gece namazını bırakmadı.
Tebük savaşı öncesinde ashabını infaka teşvik etmişler; Ömer ra infak yarışında Ebubekir ra’ı geçmeye niyetlenmiş ve malının yarısını infak etmişti. Ebubekir ra ise bundan habersiz malının tamamını getirerek infak etmiş; Efendimizin sav “ehline ne bıraktın” sualine “Allah ve Rasulünü” diyerek cevap vemişti.
Öte yandan Tebük savaşına katılmayan üç sahabiden Ka’b bin Malik, tevbesinin kabul edilmesini takiben Efendimize sav gelmiş ve bütün servetini infak etmek istediğini ifade etmişti. Efendimiz sav, bu isteği kabul etmemiş, yarısını infak isteğine de hayır demişlerdi. En son üçte birini infak etsem deyince kabul etmişler, akrabalarından ihtiyaç sahiplerine dağıtmasını tavsiye buyurmuşlardı.
Sonuç yerine
İtidal, kişinin iman ve takvasına göre kendine bir istinad noktası bulur. Birine göre ifrat olan ötekine tefrit olabilirken; aynı davranış bir başkası için tam da itidal olabilir. Bunu belirleyecek olan kişinin kalbi kıvamı, iman ve takva derinliğidir.
Daha genel bir ifade olarak her bir insan için de aynı kural geçerlidir: insanın insaniyet derinliği, itidal (=denge) noktasını belirler. Bu bağlamda “kendisi için istediğini başkası için istediğini başkası için de istemesi” insanlık için genel bir denge noktası kabul edilebilir.
[1] Ayrıca bkz: Kur’anda Temel Kavramlar, Ali Unal, Mizan-Kıst-Adl maddesi
[2] Bu konuda detaylı bilgi için bkz: Lemalar, Bediuzzaman Said Nursi; 30. Lem’a.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s.46; http://www.erisale.com/#content.tr.6.46
[4] Örneğin bkz: http://www.osmannuritopbas.com/insan-fitratindaki-hususiyetler-1-kuvve-i-akliyye.html
[5] Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 60. Bu cümlelerin Hz. Ali ra Efendimizin sözü olduğu da kayıtlara geçmiştir.
[6] Bkz: 58/Mücadele/4