Tevfik UĞUR
Allah, iman edenlere de Firavun'un karısını misal verdi. Hani o: "Rabbim, benim için nezdinde cennette bir ev yap! Firavun'dan ve onun amelinden beni kurtar ve o zalimler topluluğundan beni esenliğe çıkar" demişti. Ve iffetini sapasağlam koruyan İmran kızı Meryem'i de (misal verdi). Biz ona ruhumuzdan üflemiştik. O da Rabbinin kelimelerini de, kitaplarını da tasdik etmişti. Ve o, itaat edenlerdendi.
Şanı Yüce Rabbimiz, iyiyi ya da kötüyü seçme hakkına sahip olan insanları, fıtrat yani kendi ahlakı üzerine yaratması, O'nun bize karşı son derece merhametli olduğunu gösterirken bizim de bu ahlak üzerinde kalmak gibi ağır bir sorumluluk altında olduğumuzu gösterir. Yaratılan her varlığa lutfedilen ahlak, bilgi veya ideoloji gibi sonradan kazanılmış bir olgu olmadığından dolayı onun kusurlu olması, bozulmadığı sürece düzeltilmeye çalışılması, insan fıtratından bağımsız olarak ya da ondan daha güzel bir ahlak sistemi ortaya konulması veya henüz yaradılışı üzerinde hayat süren bir varlığa daha iyi ve daha doğru davranış sergilemesi için eğitilmeye çalışılması anlamsız ve saçma bir çabadır. Çünkü en mükemmel kıvamda ve surette yaratılan insan , kıvamını koruduğu sürece tevhid dairesi çerçevesinde hayatını sürdüren diğer varlıklar gibi yaradılış ahlakı üzerinde tutum takınacağından dolayı onun konuşması, yemesi, içmesi, düşünmesi, üzülmesi, sevinmesi, herhangi bir olay karşısında davranış sergilemesi kısaca hayatını sürdürmesi de ilk ahlak yani Allah'ın terbiyesi üzerinde olacaktır. İnsan bu tevhidî çizgisini ruh yönünden ergenlik çağına varıncaya veya ilk ahlakını kaybetmiş insan topluluklarına karışıp onlardan olumsuz yönden etkileninceye dek sürdürür. Eğer o, diğer varlıklar gibi iyiyi ve kötüyü seçme konusunda özgür bir iradeye sahip olmasaydı bir başka deyişle iyilik ve güzellik yani Allah'a yöneliş, onun varlığının zorunlu bir sonucu olsaydı bitki, hayvan veya diğer cansız varlıkların dünyasında varolan mükemmellik ve benzersiz estetik, insan yaşamının her evresinde ve her insan için gözlemlenebilir olacaktı. Lakin insan çocukluk evresini tamamlayıp iradesini ve seçme yetkisini eline alır almaz Allah tarafından kendisine üflenen ruh ile yeryüzünden alınmış çamurdan müteşekkil olan vücudu arasında amansız bir mücadelenin varolduğunu hissetmeye başlar. Çocukluk devresi boyunca insana hakim olan iyilik, güzellik, dürüstlük, saflık ve iffet ergenlik çağı başlar başlamaz bu hakimiyetlerini yitirip insanın iradesine mahkum olur. Bu andan itibaren insanın bütün davranışlarının kaynağı irade olduğundan dolayı, onun kalitesi ve Allah karşısındaki konumu iradenin nasıl kullanıldığına bağlıdır. İnsan bu evrede ya iradesini bütünüyle eline alarak yaratılış ahlakına aykırı bir şekilde kötülükle yoğrulmuş bir hayat sürdürür esfeles safilin-, ya iradenin bir kısmını kullanıp bir kısmını Allah'a teslim ederek hayır ve şer arasında gidip gelen ve sonucu belli olmayan bir yaşam sürer ya da Allah tarafından kendisine teslim edilen iradenin büyük bir çoğunluğunu veya tümünü yine kendi seçimiyle Allah'a teslim ederek, hayatın her anında fıtrat çizgisi üzerinde hareket eder ve bu çizgi üzerinde yaşamını noktalar Ahsen-i takvîm-.
Hz. Adem'in yaratılmasıyla başlayıp kıyamet gününe dek süregelecek olan emaneti omuzlamanın ve fıtrat üzerinde kalmanın ağırlığı ve güçlüğü, peygamber olsun, nebi olsun, İslam, hristiyan, Yahudi ya da müşrik bir toplumda doğan sıradan bir insan olsun bütün insanlık için aynıdır. Yani sıradan bir insanın hata yapma veya fıtrattan uzaklaşma olasılığı ile bir peygamberin, bir nebinin veya gelmiş geçmiş bütün dünya kadınlarından üstün olan Hz. Meryem'in hataya düşme olasılığı birbirine eşittir . Şu farkla ki Allah'ın bütün insanlara bahşettiği ilk ahlakı korumada sebat eden, Allah'ın mutlak bilgisi dahilinde ölene dek sebat edeceği bilinen bazı yüce insanlar Allah'ın seçimiyle peygamber olarak görevlendirilmiş ve bütün insanlığa örnek olarak sunulmuştur. Peygamberlerin İnsan olmaktan kaynaklanan iradeyi Allah'a teslim ettikten sonra peygamberlik vazifesini Allah'ın iradesi ve yardımıyla yapmayı seçmeleri bile onların hataya düşme olasılığını ortadan kaldırmaz. Çünkü örneklik ya da rehberlik aynı grupta olan ve aynı olumsuz şartlara maruz kalan varlıklar için söz konusu olabilir. Peygamberlerin ya da Hz. Meryem'in örnekliği, diğer insanlar gibi hata yapma imkanları olmasına rağmen hata yapmamalarında saklıdır. Bir başka deyişle Allah'ın insanlara melekler yerine peygamberleri örnek olarak göstermesi, peygamberlerin insan oldukları halde günaha sapmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda Müşriklerden ileri gelenlerin Allah'ın elçisi olarak karşılarında kendileri gibi bir insan olan Hz. Peygamber (a.s)'i görünce " Bu sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah peygamber göndermekisteseydi muhakkak ki melekler gönderirdi" demeleri veya bu iddiada kalmayıp daha da ileri giderek "Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!" demeleri müşrikliğin ve kötülüğün aslında insan olmaktan kaynaklandığına inanmaları ve inandırmaları içindir. Oysa kötülük ve ahlaksızlık insan olmaktan değil, insana bahşedilen iradeyi yanlış kullanmaktan geçer. Gerçekte müşriklerin ve kafirlerin, karşılarında kendileri gibi insan olup onların inancını benimsemeyen ve kötülüğe bulaşmayan insanları görürken verdikleri tepki, suçlu olmalarının, günaha dalmalarının ve hataya düşmelerinin bir dışavurumudur. Lakin onlar, Hz. Adem'in yasak meyveden yedikten sonra Allah'tan af dilemesini, Kabil kardeşini öldürdüğü sırada Habil'in Allah'tan korktuğu için O'na el kaldırmamasını, müşrik babasına ve içinde yaşadığı toplumun baskısına rağmen tevhidi seçen Hz. İbrahim'in mücadelesini, bir hata karşısında Hz. Yunus'un pişmanlığını, Hz. Yusuf'un Züleyha'ya meyletmesini , Firavuna rağmen Allah'a yönelen Asiye'nin sabrını, korku ve tedirginliğe rağmen Firavun ve ordusuna karşı kardeşiyle birlikte mücadele eden Hz. Musa'nın azmini, mülküne rağmen Hz. Süleyman'ın şükrünü, erkek egemenliğinin en üst seviyede, Roma ahlaksızlığının had safhada olduğu yahudi toplumunda kendi iradesiyle iffetini koruyan Hz. Meryem'in saflığını anlamak istememişlerdi. Bu bağlamda onların örnek olarak insan yerine meleği görmek istemeleri sapkınlıklarını ve azgınlıklarını meşru bir zemine oturtmak istemelerinden kaynaklanmıştır. Buna benzer olarak müslümanların da "Hz. Adem şeytanın değil Allah'ın isteği doğrultusunda yasak meyveden yemiş, Habil halim-selim bir yaradılışa sahip olduğundan dolayı kardeşine el kaldırmamış, Hz. İbrahim Allah'ın seçiminden dolayı Nemrud'a karşı çıkma cesaretini göstermiş , Hz. Yusuf aslında Züleyha'ya meyletmemiş, Hz. Asiye'nin sabrı onun iradesinden ziyade Allah'ın iradesinden kaynaklanmış, Hz. Meryem Allah tarafından seçildiğinden dolayı iffetini korumuş , Hz. Hacer, peygamberlerin babası sayılan Hz. İbrahim'in eşi olduğu için kuru bir çölde terkedilmeye sabredebilmiş" gibi düşünceler sergilemeleri de aynı oranda mantıksızdır. Çünkü örneğin Hz. Nuh ve Hz. Lut'un hanımları peygamber eşleri olmalarına, Hz. Asiye ve Hz. Meryem'den toplumsal konumları bakımından daha elverişli koşullara sahip olmalarına rağmen, eşlerine ve Allah'a ihanet etmeleri, cehennem azabına müstehak olmaları bu düşüncenin yanlışlığını ortaya koyması açısından yeterlidir. Hacer-i Esved , Müzahim kızı Asiye ve İmran Kızı Meryem'in örnekliğini bu şekilde somut bir zemine oturttuktan sonra günümüzün müslüman kadınlarına müşriklerin zulmüne rağmen sabırdan, şirkin ahlaksızlaştırdığı topluma rağmen iffetten söz edebiliriz.
Firavun eşi olmanın kazandırdığı zevk-sefayla, şöhretle, mal-mülkle, eğlenceyle, zenginlik, ihtişam ve gururla bir hayat sürdükten sonra bu hayatı verilecek tek bir kararla reddetmek, sonu ölüm olmasına rağmen bu kararda sebat kılmak, Hz. Peygamber'in (a.s) bazı hanımları dahil bir çok peygamberin hanımına nasip olmamıştır. Firavun'a rağmen Hz. Musa'yı seçmek o kadar kutsal ve takvalı bir seçimdir ki, Hz. Nuh ve Hz. Lut'un hanımları bu seçimle hüsrana uğrayıp mazeretleri geçersiz sayılmakta, Hz. Aişe ve Hz. Hafsa yine bu seçim aracılığıyla eleştirilmekte ve uyarılmaktadırlar. Hz. Peygamber'in (a.s) bazı eşleri şiddetle ikaz edilirken, Firavun gibi zalim, kendini tanrı ilan eden, Allah'a ve Peygamberi'ne karşı kibirlenen, bir toplumu tümden köleleştiren, insanlık tarihinde zulmüyle şöhret bulan bir kralın eşi olarak, Hz. Meryem'le beraber gelmiş geçmiş bütün dünya kadınlarına örnek olarak gösterilmekte ve onlardan üstün tutulmaktadır. Müzahim kızı Asiye bir kadının katlanabileceği sabrın son çizgisidir, hangi statüde ve durumda olursa olsun iman etmeyen bütün kadınların gerekçelerini alaşağı eden canlı bir örnektir. İmanlarını zor zamanlarda ya da zulüm altında koruyamayan, korumakta zorlanan müslüman kadınlar için bir teselli ve güç kaynağıdır. O gökyüzünden indirilmemiştir, peygamber de değildir, Allah da O'nu seçmemiştir. Allah'la da konuşmuş değildir. Zulmün şiddetine rağmen imanında sebat eden her müslüman kadının Rabbine yakarışı ne ise, O da o şekilde Allah'a yönelmiş "Rabbim benim için nezdinde cennette bir ev yap! Firavun'dan ve onun amelinden beni kurtar ve o zalimler topluluğundan beni esenliğe çıkar" şeklinde yakarışta bulunmuştu. Aynen bugün dünyanın dört bir tarafında ve ülkemizde zulümle, zorbalıkla, demokrasiyle, özgürlükle, haberleşme aracılığıyla iffetsizleştirilmeye, tesettürlerinden uzaklaştrılmaya, imansızlaştırılmaya çalışılan müslüman kadınların zalim ve müşriklere karşı sabrederek "Rabbimiz bizi müşriklerden ve onların amellerinden kurtar ve zalimler topluluğundan bizi esenliğe çıkar" şeklinde yalvarmaları gibi. Allah, Müzahim Kızı Asiye'nin duasını kabul etti. Sabrını artırarak, Firavun'un zulmüne karşı direnme gücü verdi ve O'nu kendi katına alarak esneliğe çıkardı. Hz. Asiye, Firavun'un şiddetli işkenceleri sonucunda öldürülmüş ve duası kabul edilmişti. Eğer bu vakıaya, günümüz pragmatist mantığıyla yaklaşırsak insanın "bu ne biçim esenliğe çıkarmak!" diyesi gelebilir. Hani şirk toplumlarının modern hayatında, hak ve hukukun mükemmelleşmeye doğru gittiği (!) bir ortamda esenliğe çıkmak demek müslüman kadının dinini rahat yaşayabilmesi, dilediği gibi eğitim görmesi, istediği yere girip çıkması veya maddi olarak arzuladığı konuma gelebilmesi demek olabilir. Ama biz şu anda bir örnekten bahsediyoruz. Eğer bu örnek, Allah'ın özellikle müslüman kadınlara gösterdiği bir örnekse, o mükemmel olmalıdır ki, onu hayatına yansıtmaya çalışan bir insan en fazla onun gibi olabilir, ona eşit olabilir fakat ondan üstün olamaz. Bir insanın gösterdiği örnekten değil de Allah'ın gösterdiği bir örnekten bahsediyorsak, o örneğin kendi sahasındaki üstünlüğü kıyamete kadar ortaya çıkacak olan bütün örneklerin üstünlüğünden az olmamalı. Örneğe benzemeye çalışan insanların Allah katındaki değeri de, o örneğe ne kadar yaklaştıklarıyla doğru orantılı olmalı. Buradaki örneklik, sadece Hz. Asiye'nin Firavun'u bırakıp Allah'a iman etmesi değildir, sadece dünyadaki refahı Allah için reddedip yokluğa sabretmesi de değildir, sadece çocuklarının babası olan bir eşi Allah yolunda terketmek de değildir, sadece Allah yolunda ölümü göze almak da değildir. Evet bütün bunlar örneğin mükemmel cüzleridir ama bu cüzlerin her biri tek başına birbirlerinden bağımsız olarak ele alındığında Allah'ın vurgulamak istediği örnek hakkıyla ortaya konulamaz. Çünkü bahsedilen örnek tek bir olay değil birbirini izleyen olaylar bütünüdür. Müzahim Kızı Asiye ilkin, yıllardır tanrılık iddiasında bulunan bir insana karşı çıkarak Allah'a iman etmiş, ardından yıllarca beraber olduğu kocasını Allah için terketmiş, sonra yıllarca refah içinde geçirdiği bir hayatı reddedererek yokluğu kabullenmiş, Firavun gibi bir zorbanın işkencelerini göğüslemiş, çocuklarından uzaklaşmış en sonunda da hayatı tümden reddederek ölümü seçmiştir. Tanrı olduğunu iddia eden bir hükümdarın eşi olduğu halde Allah'a iman üzerinde ölene dek sebat etmek. Bu örneğe günümüz maddi şartlarında erişmek zor olsa da şartlar elverişli olduğu takdirde onun gibi olabilmek imkansız değildir, çünkü örnek ona benzemek ya da onun gibi olunmak için gösterilir. Allah'ın olumlu anlamda herhangi bir konuda bir insanı örnek göstermesi, O'nun vurguladığı örnekten ve ona benzemeye çalışan insanlardan hoşnut olmasını ifade eder. Bu bağlamda günümüz müslüman kadınları, imanları ile genel olarak dünya hayatı arasında zorunlu olarak bir seçime tabi tutulurken Allah'ın hoşnutluğunu gözönünde bulunduruyorlarsa Müzahim Kızı Asiye onlar için canlı bir örnektir. Çünkü O, imanı uğruna öyle bir seçim yapmıştır ki, Allah kendisinden sonra gelen müslüman kadınların dikkatlerini O'na yöneltmiş ve O'nun gibi olunabileceğini bildirmiştir. Elbette her seçimde imanı tercih etmenin sonu ölüm olmayabilir fakat kimse de seçim sonucunda kısa zamanda ya da bu dünyada pragmatist manada esenliğe çıkmayı beklemesin. Kimbilir bu manada ve günümüz şartlarında esenliğe çıktığını söyleyip aynı zamanda Allah'ın hoşnutluğunu kazandığına ve bu yolla Hz. Asiye'yi örnek aldığına inanan müslüman kadınlar olabilir. Belki de bu kadınlar vardır ama ortaya çıkmamıştır. Allah Zeynep binti Ali'yi de esenliğe çıkarmıştı. Öldürülmeden esenliğe çıkmanın ne manaya geldiğini anlamak açısından Hz. Zeyneb, zulüm altında, müslüman erkeklerin yokolduğu ya da erkeklerin kadınlaştığı bir ortamda imanlarını, iffetlerini ve başörtülerini korumaya çalışan müslüman kadınlar için güzel bir örnek olsa gerek!.
Bir hükümdar eşi, kraliçe veya günümüz diliyle söylersek firt lady olmak, imana bir halel getirmiyor ve Allah katındaki takvaî üstünlük dünya hayatındaki üstünlükten etkilenmiyorsa, iman olmadığı sürece peygamber eşi olmanın üstünlüğünden ya da takva sahibi olunduğu takdirde siyah bir köle olmanın aşağılayıcı durumundan da söz edilemez. Her ortam ve zamanda Allah katında değer ifade eden olgu, imanla birlikte salih amel olduğuna göre, sıradan bir cariye olan Hacer'in, hac farizası ile beraber her müslümanın hayatına nasıl girdiğine ve Allah'ın O'nu nasıl andığına bir bakalım.
Evet tarihte bir de Hacer anamız vardır, eşine ve Allah'a olan mutlak itaatindeki garipliğiyle, garip müslümanların yüreğini dağlar. Henüz kundakta olan çocuğuyla beraber, kupkuru bir çölde yalnız başına bırakılmasına rağmen, en ufak bir itaatsizlikte bulunmuyor sadece yalnız başına bırakılma emrinin kocası olan bir insandan mı yoksa Allah'ın Peygamber'inden mi kaynaklandığını öğrenmek için Hz. İbrahim'in ardına düşüyor ve "Ey İbrahim! Hiçbir insanın ve eşyanın bulunmadığı bu vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Bunu sana Allah mı emretti?" şeklinde bir soru yöneltiyor. Hz. İbrahim "evet" deyince "Öyleyse bizi helak etmez" diyerek çocuğuna yöneliyor ve O'ndan uzaklaşıyor . İtaatsizlik yapma şöyle dursun tek derdi çocuğunun susuzluğunu ve açlığını gidermek olan bir Hacer-i Esved vardır karşımızda, yüzyıllar sonra bile kıyamete dek, attığı her adımın izini süren müslümanlara hayatta kalma mücadelesini öğreten capcanlı bir örnek niteliğindedir. Bir avuç hurma ve içinde su bulunan bir kaptan başka su yok, yiyecek yok, barınacak bir yer yok, insan yok, kızgın güneşin altında koşulacak yerden başka hiç bir şey yok. Hacerin koşmaktan başka yapabileceği hiç bir şey yok, Allah'ın işaretlerinden habersiz, zemzemden habersiz, Allah'ın yardımından habersiz bir şekilde. O da yapabildiğini yapıyor ve koşuyor. "İbrahim beni buraya bıraktıysa bana yardım edecek mutlaka birisini bulurum, Allah mutlaka yardımını gönderecektir, Allah mutlaka İsmail'in susuzluğunu giderecektir" gibi bir düşünce içerisinde olsa da su bulamamanın ihtimali vardır Hacer'de. Yoksa Hacer'den hakkıyla bahsetmek anlamsızlaşır, Hacer'in işaretleri, Allah'ın işaretleri olan Safa ve Merve anlamını yitirir. Burada mutlaklık söz konusu değildir. Hz. İbrahim "Allah'ın emridir" diyor, O "tamam" diyor ve su aramaya koyuluyor. Hacer prova yapmıyor, "Her halükarda Allah bana suyu verecek yine de ben koşayım" zihniyetiyle değil bu gün Afrika'daki kadınlar, hangi niyet, ümit, endişe ve korku içinde su aramaya koyuluyorlarsa O da bu duygularla su arıyor. Allah Hacer'in bu sadeliğini ödüllendiriyor ve O'nun işaretlerini kendi işaretleri olarak kabul ederek, müslümanların bu işaretler arasında gidip gelmelerine rıza gösteriyor hatta emrediyor. Mutlak sadelik Hacer'de somutlaşıyor, koşmaktan yiyecek bir şey yok, koşmaktan başka içecek bir şey yok, koşmaktan başka barınacak bir yer yok. Anamız da yemek için, içmek için barınmak için koşuyor çaresizce. Prova değil, yapmacık değil, "ben peygamber eşiyim Allah yardımını gönderecek" edası içinde değil! Telaş, ümit, endişe, heyecan, çocuğunu kaybetme korkusu ve ümit içinde ama Allah'a ve Peygamberi'ne isyan etmeden... Bir peygamber eşi olmanın duygusu içinde değil, bir insanın, bir kadının, bir ananın, susuzluktan ölmek üzere olan bir çocuğun imanlı anası olmanın duyguları ne ise O da bu duygularla yoğrulmuş bir yürek ile su arıyor. Hz. Hacer, bir kadının katlanabileceği sadeliğin en uç noktasıdır. O kuru bir çölde koşmaktan ve susuzluktan ölmek üzere olan bir çocuktan başka bir şeye sahip olmamasına rağmen eşine ve Allah'a itaat edenlerdendi. Su ya da hiçbirşey bulamamanın olasılığına inanmak, hem kadın hem bir köle olan Hacer'i Hz. Hacer Anamız'a dönüştürüyor ve isminin alemlerde nam salmasını sağlıyor. Allah ihsan sahibi kullarını işte böyle ödüllendiriyor. Hz. Hacer, Allah'ın seçtiği, O'nun yetiştirdiği, gökyüzünden indirdiği bir kadın değildir, bir melek de değildir. Allah'ın gelecek neslin müslüman kadınlarına sadeliği aşılamak için görevlendirdiği bir elçi de değildir. "Peygamber eşi işte böyle olur" dediği bir kadın da değildir. O, her kadın gibi, kadın duyguları içerisinde yaşam süren bir kadındı. Ama O da Hz. Meryem gibi, Hz. Asiye gibi bir seçim yapmış ve Allah bu seçiminde O'nu yalnız bırakmamıştır.Şüphesiz bu gün bir kadın için altın, gümüş, süslü kıyafetler, çeşitli yiyecekler ve görkemli evler ne ise bir kadın olan Hz. Hacer için de o değerdeydi ama O bunların yokluğuna Allah için katlanmıştı, Allah için sabretmişti. İbadet veya amel Allah için yapıldığı zaman bambaşka bir boyuta bürünmekte ve insan aklı bu ameli mantıklı bir zemine oturtmakta zorlanmaktadır. Çünkü gaybe iman, mantık çerçevesinde anlaşılabilecek bir inanç türü değildir. Hz. Hacer normal hayatta sabredemeyeceği bir çok duruma Allah için katlanmaktadır. Örneğin susuzluktan kıvranan ve ölmek üzere olan çocuğu için canla başla su aramaya koyulurken, Hz. İbrahim'in gördüğü rüya karşısında Hz. İsmail'in Allah için kurban edilmesine karşı çıkmamakta, Allah'ın bu emri karşısında tereddüt göstermemektedir. Cariyelikten Peygamber zevceliğine yükselmek O'nun sadelik karşısındaki tavrında bir değişiklik yapmazken, kuru bir çölde susuzluktan ölmesine izin vermediği çocuğunu en iyi çağda ve zamanda Allah için kurban edilmesine mutmain bir kalp ile razı olmaktadır.
Yokluk karşısında sabretmek erdem olduğu gibi varlık karşısında şükretmek de erdemdendir lakin yokluğa Allah için katlanırken varlığı arzulamamak daha büyük bir erdemdir. Elbette Hz. Hacer sıradan bir kadın değildir, O tevhid dinini yeniden kuran bir peygamberin eşidir. Belki çoğuna helal ve normal olan bazı ameller, davranışlar veya istekler O'nun için anormaldir. Bir peygamber eşinin dünya refahını istemesi ve sıradan kadınlar gibi davranması, Allah katında bir kötü bir davranıştır ama pekala onlar eşlerini terkederek dünyaya yönelebilirler veya istedikleri takdirde hayasızlığa meyledebilirlerdi. Aynen Rabbimiz'in buyurduğu gibi "Ey Peygamber Hanımları! Siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takvalı kimseler iseniz, edalı ve yumuşak söylemeyin." Ayetin muhatabı Rasulullah'ın (a.s) eşleri olsa da sözü çekicilik ve edalı olarak söylemek hiç bir müslüman kadına yakışmaz ve hiç bir müslüman kadın için caiz değildir. Ayet, Hz. Peygamber eşlerinden birinin işleyeceği bir kötülük ile herhangi bir müslüman kadının kötü amelinin aynı değerde olmadığını bu bağlamda O'nun eşlerinin, O'na ve dolaylı olarak Allah'a saygı göstermeleri açısından daha dikkatli olmaları gerektiğini vurgulamaktadır . Buna benzer "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim." ayetinde olduğu gibi yine müminlerin anneleri dünya hayatı konusunda uyarılmaktadırlar. Bu uyarı her ne kadar onlara yöneltilmiş olsa da, ayetin genel olarak muhatabı yine müslüman kadınlardır. Şu farkla ki; müslüman kadınların dünya hayatıyla uyarılmaları, mü'minlerin anneleri gibi olmaları gerektiğinden veya Hz. Hacer ve Hz. Hadice'nin yaşadığı ve katlandığı sıkıntılara ve yoksulluğa katlanmalarını istediğinden dolayı değildir. Veya onların dünya hayatını istemeleri takdirde eşlerinden ayrılmalarına cevaz verilmesi için de değildir. Burada söz konusu olan sıradan bir müslüman kadın gibi hayat sürmektense peygamber eşlerini cüzi de olsa kendine örnek edinen ve bu vesile ile Allah'a daha çok yaklaşmak isteyen müslüman kadınların Allah'ın hoşnutluğunu daha fazla kazanacakları ve istedikleri takdirde o yüce insanlara benzeyebilecekleridir.
Allah'a ve Peygamberi'ne koşulsuz ve her ortamda itaat ettiği bilinen Hz. Hacer'e benzerliğiyle dikkat çeken ve yine tevhid dininde önemli bir konuma sahip olan Hz. Hadice anamızın en önemli özelliği peygamber hanımı olması değildi. Bilakis, kendi iradesi ve tercihini Allah'a ve Peygamberi'ne teslim ederek ortaya koyduğu itaatkar kişiliğiydi. Bu kişiliğin değeri, diğer müslüman kadınlardan farklı olarak Rasulullah'ın (a.s) eşi olmasından dolayı Allah nezdinde iki kat daha fazladır. Bu değere ulaşmak matematiksel açıdan zor olsa da, Hz. Hadice'nin kişiliğini yakalamak imkan dahilindedir. Çünkü üstünlük, sadece ve sadece bir insanın kendi fıtratından uzaklaşmasıyla ters orantılı, fıtratına yaklaşmasıyla doğru orantılıdır. Konunun başında açıkladığımız gibi bu fıtrat, Allah'ın yaradılış ahlakı yani onun insanı yaratırken kendisine bahşettiği ve çocukluk çağı sona erinceye dek kişiliğine hakim olduğu ilahî terbiyedir
-Şirk toplamımda iffetli olarak varolmak, korkunç bir yalnızlıktır.
İslam dininin ilkelerini, bir bütün olarak Kuı’an-ı Keıim’in ayetlerini, gaybe imanın esaslarını ve te v h i d in yasalarını vahiy-dışı ideoloji ve dünya görüşlerinden, beşeri düşünceyle karıştırılmış vahiy kaynaklı şirk inancından veya mitolojik inanışlardan ayıran en önemli özelliklerden bir tanesi de
vahyin dünya hayatında eksiksiz olarak, kültür ve coğrafyaya rağmen revizyona tabi tutulmadan her çağda uygulanabilir olmasıdır. Eğer İslam dininin temellerini oluşturan inancın sadece bir şubesi bile birey veya toplum psikolojisinin zamana ve mekana bağlı olarak değişikliği karşısında amele dönüşmesi zorlaşıyor ya da pratikleşmesi ortadan kalkıyorsa bu takdirde zaman ve mekana hakim olan Yüce Allah’ın aslında tarih ve coğrafyaya mahkum olmasından sözediliyor demektir. Bir başka deyişle birey ve toplum psikolojisinin zaman ve mekan karşısında değişip mükemmele doğru yol aldığına inanmak demek, evrimcilerin iddiasını “Kur’an’ın, tarihsel ve kültürel özelliği vardır” önermesiyle kabul etmek demektir. Oysa bu önerme, Allah'ın habîr ve latiflik sıfatını yok saymakla birlikte Allah’ın sünnetinde ve sıfatlarında zamana bağlı olarak bir değişikliğin var olduğunu, var olabileceğini iddia etmektir. Ama biz Kur’an ve sünnet’in ışığında biliyoruz ki Allah nasıl zaman ve mekandan münezzeh ise Allah’ın sıfatlan da zamana ve mekana bağlı değillerdir^. Allah’ın sıfatlarında zamana bağlı olarak bir değişikliğin olmaması, onun sünnetinde bir değişikliğin olamayacağını, sünnetinde bir değişikliğin olmaması evren, insan ve toplum için koyduğu yasalarda bir değişikliğin olmayacağını, insan ve toplum için koyduğu yasalarda bir değişikliğin olmaması ise birey ve toplum psikolojisinde zamana bağlı bir değişikliğin olamayacağını gösterir. Bu bağlamda biz psikolojinin değil psikolojilerin sosyolojinin değil sosyolojilerin olduğunu kabul etmekle beraber onların zaman ve mekan karşısında ekonomi, coğrafya, tarihsel konjonktür, teknoloji gibi etmenlerden etkilenerek değişime uğrayacağını ya da başkalaşacağını reddediyoruz.
İnsan ve dolaylı olarak toplum, Allah tarafından Allah’ın fıtratı üzerinde Allah'ın ruhu ve çamurdan yaratılmıştır. Buna göre onların yaradılış, psikoloji ya da karakterlerinde meydana gelecek olan herhangi bir değişiklik Allah’ın fıtratından ne ölçüde uzaklaştıkları ile ilgili bir olaydır. Bu bağlamda insanlık tarihinin başlangıcından kıyamete dek devam edecek olan üç türlü psikoloji ve üç türlü sosyolojinin varlığından bahsedilebilir; muvahhid, müşrik ve ateist insanın psiklojisi ile tevhid toplumu, şirk toplumu ve materyalist toplumun sosyolojisi^. Allah katında insanın tevhid dairesinde kalmasını sağlayan değerler başlangıçtan günümüze ve kıyamete dek değişmeyeceği gibi, onun tevhidden uzaklaşıp şirke ve küfre girmesine yol açan değerler yani ilke ve esaslar da değişmemiştir, değişmeyecektir. Bir başka deyişle ilk insandan beri Allah katında değerli ve iyi olarak kabul edilen ve Allah’ın fıtratından kaynaklanan tevhidi davranışlar takva, iyilik, dürüstlük, sevgi, hilm, şefkat, söze ve emanete sadık kalmak, adalet, ölçülü davranmak, kimsesizlere yardımcı olmak, yetimlerin ve ezilmişlerin hakkını korumak, ırzı korumak, iffet... vs kıyamete dek değerlerini koruyacakları gibi, Allah katında kötü ve çirkin olarak kabul edilen ve insanın Allah’ın fıtratından uzaklaşmasıyla kazandığı davranış ve inançlar da — şirk, küfür, fal, büyü, kumar, fitne, bozgunculuk, ikiyüzlülük, zulüm, yalan, taşkınlık, söze ve emanete riayet etmemek, fuhuş, zina, arsızlık..vs insanlık varolduğu sürece kötü ve çirkin olarak kalacaktır. Bu bağlamda İmran Kızı Meryem’in örnekliğine sebep teşkil eden iffet O’nun kişiliği ile ön plana çıkan bir değer olmadığı gibi O’nun yok sayıldığı bir ortam ve zamanda da değeri ortadan kalkacak bir sıfat değildir.
Türkçe’de ahlakî temizlik, cinsel konularda ahlak kurallarına bağlılık, sililik, helale razı olup haramdan kaçınma manasında kullanılan iffet kelimesi Arapça aslında yaradılış kurallarına yani fıtrata aykırı hareket etmemek, haram ve çirkin şeylerden kaçınmak, adî şehvetleri terketmek ve cesedin temizliği manalarında kullanılır^. İffet konusu günümüzde genel olarak doğulu toplumlar batılı müslümanlar istisna olmakla birlikte için söz konusu olduğundan dolayı Avrupa dil ailesinde kullanılan chastity(23), chasteter (24), Keuschheitri(25) gibi kelimeler manevi tesettürü ifade etmekten ziyade cinsel ilişkide bulunmama durumunu ya da maddi temizliği açıklamak için kullanılır. Bu kelimenin Hz. Meryem’in şahsında nasıl somutlaştığına geçmeden önce iffetin özellikle fıtrata uygun bir şekilde hareket etme manasında kullanıldığına dikkat çekmek gerekir. Bütün insanlık Allah’ın fıtratı (26) üzerinde yaratıldığına göre iffet her insan için riayet edilmesi gereken, ütopya olmayıp her tarih ve coğrafyada amele dönüştürülebilen, Allah tarafından insan davranışlarına aktarılması emredilen ve her zaman ve mekanda Allah katında büyük bir değer ifade eden Allah’ın değişmez bir sünneti ve yasasıdır. Konunun başında da belirttiğimiz gibi Allah’ın zatında ve sıfatlarında bir değişme ve gelişme olmadığından dolayı O’nun insanlık tarihi boyunca insanı var ederken kalbine üflediği iffetin niteliği ve niceliğinde de herhangi bir değişme olmamıştır, olmayacaktır. İffetin niteliğinde zamana bağlı bir değişikliğin meydana gelmesi söz konusu olsaydı, bu takdirde Hz. Meryem’in örnekliğin öneminde de değişiklik olması gerekecek, iffetin değeri azalıp pratiğe aktarılması imksansız olduğunda Hz. Meryem’in örnekliği bir ütopya olacak ve Allah’ın yaratma sanatında zamana bağlı (mesela günümüzde doğan insanların iffetten yoksun olarak yaratılması) bir değişiklik olacaktı ki bu durum da haşa Allah’ın zamana mahkum olması ve tarih sürecinde insanlığın psikolojisinin nereye doğru gideceğini bilememesi demektir.
Şüphesiz Hz. Meryem’in üstünlüğü aynı zamanda A-li İmran gibi İsrailoğulları arasında Hz. İbrahim’den beri kutlu soyu devam ettiren bir aileden gelmiş olmasıydı. İmran Ailesi’nin yetiştirdiği insanlar bakımından Hz. İbrahim Ailesi ile beraber, Hz. Adem ve Hz. Nuh gibi bütün insanlık alemine üstün kılınması ve seçilmesi (27), onların üstün sıfatlara ve meziyetlerle topyekün bir şekilde Allah’a yaklaşmak istemelerinden kaynaklanmaktaydı. İmran’ın Karısı’(28)nın henüz doğmamış çocuğunu hâlis, arındırılmış, katıksız hür, azâd edilmiş, her türlü bağımlılıktan tevhidin hürriyetine kavuşturulmuş bir şekilde sadece Allah’a ve yoluna tahsis etmesi (29),
O’nun gönülden ve samimi bir şekilde Allah’a nasıl bağlandığını ortaya koyan üstün bir eylemdi. Kutsal Mabed’de Yüce Allah'ın hizmetine vakfedilmiş olan adak, her ne kadar erkek olacak şekilde O’na sunulduysa da, Allah çotuğu kız olarak yaratmıştı. Şüphesiz o dönemde bu kızın Mabed’de tek başına bulunmasının anlamını, zorluğunu en iyi bilen Allah’tı. Hem yahudi toplumu, hem de mabeddeki yahudi din adamları nazarında bir kızın kutsal mabedde tek başına kalması, mabedde bazı görevleri üstlenecek olması arap müşriklerine bir kız çocuğunun müjdelenmesi gibi yüz kızartıcı ve katlanılamayacak bir durumdu. Ama bu durum, ne Allah’ın, en iyi bildiği halde çocuğu kız olarak yaratmasına, ne de İmran’ın Karısı’nin kız olarak dünyaya gelen çocuğu mabede vakfetmesine engel olacaktı(30). Allah, çocuğu kız olarak yaratmış, Imran’ın karısı da O’nu ve soyunu —Hz. İsa kovulmuş şeytanın ve ona uyan kötü insanların şerrinden Allah’a sığındırarak mabede bırakmıştı. Rabbi, Hz. Meryem(31)’i en güzel şekilde hoşnutlukla kabul etti ve O’nu hem bir kadın olarak hem de Allah’ itaat eden bir insan olarak en mükemmel şekilde kendi terbiyesi üzerinde saliha, doğru, iffetli ve itaatkar olarak büyüttü ve O’nu Hz. Zekeriyya’nın himayesine ver dirili. Ailesi, annesi,peygamber olan dedeleri gibi kutlu olan insanların yoluna iletti, gece ve gündüzün kısacık bir anında dahi O’na azap etmedi, yaradılışını eksiksiz ve fazlasız olarak güzel bir şekilde kendi fıtratı üzerinde şekillendirdi(33).
Rabbi, Meryem’i en mükemmel bir biçimde büyüttükten sonra İmran Ailesi’ne ve Imran’ın Karısı’nın duasına mazhar olacak bir şekilde O’nu seçti ve bütün dünya kadınlarına tercih etti(34) Ona bir beşer dokunmadığı halde beşikte ve yetişkinlik halinde insanlarla konuşarak, kitabı, hikmeti, Tevrat ve Incil’i öğretecek, İM.ıılogullan’na peygamber olacak Meryem Oğlu Isa Mesih’i müjdeledi.
Kur’an-ı Kerim’de geçen Hz. Meryem’in kıssası özet olarak bu şekildedir. Bu kıssa gözönünde bulundurulduğunda “Ve iffetini sapasağlam koruyan İmran kışı Meryem'i de (misal verdi). Biz ona ruhumuzdan üflemiştik. 0 da Rabbinin kelimelerini de, kitaplarını da tasdik etmişti. Ve o, itaat edenlerdendi” ayetinde geçen örneklik hadisesi ile çelişki halinde gibi gözükebilir. “Kutlu bir aileden, salih bir annenin dualarıyla dünyaya gelen, Allah’ın kendisini hoşnutlukla en güzel bir şekilde kabul ettiği, güzel bir bitki gibi doğrudan kendi fıtratı üzerinde büyüttüğü, alemlerin kadınlarına tercih edip seçtiği ve kendisine peygamber olan bir çocuk müjdelediği bir kadın pekala diğer kadınlara örnek olacak bir şekilde iffetini sapasağlam koruyacak ve Allah’a itaat edecekti, kaldı ki Hz. Meryem’in yerinde, kim olursa olsun aynı şeyi yapardı. Bu bağlamda O’nun bütün dünya kadınları için örnekliğinin vurgulanması ve iffet konusunda müslüman kadınlara bir kılavuz olarak sunulması anlamsızdır, çünkü O, kendi bağımsız iradesi ile değil Allah’ın iradesi ile yaşamını sürdürüyordu ve bir peygamber gibi Allah’tan vahiy alıyordu ” gibi itirazlar yapılabilir. Oysa ayetler dikkatle incelendiği zaman Hz. Meryem’in bir melek olmadığı, Allah O’na Hz. İsa’yı müjdelediği zaman “ey Rabbim bana bir beşer dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir” sözüyle, iffetli her insan gibi babasız bir çocuk dünyaya getirmenin güç bir iş olduğunu ve bu olayın insan mantığıyla çeliştiğini belirtmişti. Hz. İsa’nın müjdelenmesi karşısında, pekala Hz. Zekeriyya’ya verdiği “Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır” cevap gibi “Allah dilediğine babasız çocuk nasip eder” diyebilirdi. Hz. Meryem, hayatı boyunca bu tür mucizelere bir çok yerde görmüş ve onları tasdik etmişti. Buna rağmen “babasız bir çocuğu nasıl dünyaya getirebilirim” sorusu O’nu tedirgin etmişti. Aslında O’nun bu şaşkınlığı aynı zamanda ne kadar iffet sahibi olduğunu gösteriyordu. Çünkü bir an olsun ahlaksızlığı kalbinden geçirmeyen, kalbi kötülüğe meyletmeyen, belli bir zamana kadar mabedin erkekleri arasında, Romalıların ahlaksızlığı içinde iffetle yoğrulmuş hayat süren bir insanın vereceği tepki ancak böyle olabilirdi. O’nun bu tepkisi, Hz. Zekerriyya’nın verdiği tepkiye benzese de, Hz. Meryem olayın mantıksızlığından ziyade pâk kişiliğine ve Allah’ın fıtratıyla bütünleşmiş iffetine vurgu yapıyordu. Bu sebeple olacak ki kendisine İsa Mesih’i müjdelemek için gönderilen elçiyi bile iffetinden dolayı tanıyamıyor, onu Allah’tan korkmaya çağırıyor ve ondan Allah’a sığınıyordu. Bir insanın tek başına erkekler arasında uzun zaman geçirdikten sonra, kadınlarla konuşur gibi erkeklerle rahat bir şekilde konuşması doğal(!) olarak karşılanabilirdi ama bu insan Hz. Meryem ise, O bütün kadınlara örnek olduğunu gösterecekti; “ Senden Rahman’a sığınırım eğer takva sahibi kimse isen (35)”. O’nun örnekliği ve sahip olduğu iffetin ütopya olmayıp her çağ ve zamanda uygulanabilirliği işte burada yatmaktaydı. Allah, Hz. Meryem’i kendi kelimelerini tasdik eden ve kendisine itaat eden, iffetini sapasağlam bir kişi olarak övüyordu. Eğer Imran Kızı Meryem’in iffetsizliğe meyletme, Allah’ın müjdesini yalanlama ve O’na asi olma gibi bir imkanı ve seçeneği olmasaydı O’nun Allah katında nasıl bir değeri ve kadınlar arasında nasıl bir örnekliği olabilirdi ki? Bazılarının dediği gibi O’nun peygamber olması da bu durumu değiştirmez. Kaldı ki Hz. Meryem’in peygamber olması ve herhangi bir mesajla görevlendirilmesi söz konusu değildi. Allah peygamberleri erkeklerden seçtiğine (36) göre Hz. Meryem aracılığıyla vermek istediği mesaj ne idi? Allah peygamberlerini kendi kavimleri ile konuşup kendi mesajını, tevhidi, takvayı, şirkten uzak durmayı, helali ve haramı iletmeleri için görevlendiriyordu ama Kitap ve Sünnet’ten bildiğimiz kadarıyla Hz. Meryem’e yahudi toplumuna iletmesi için ne bir mesaj verilmişti ne de bir görev. Peki mesaj ne idi? Şüphesiz mesaj Allah’ın fıtratıyla yoğrulmuş Hz. Meryem’in kişiliği idi!. Her Peygamber kişiliğinden önce Allah’tan alıp kavmine ilettiği mesajla öııplandaydı. Onların kişilikleri, ne mesajın önüne geçiyordu ne de arkasına. Ama Hz. Meryem’in bizzat kendisi mesajdı. Her ortam ve zamanda iffetlerini korumakta güçlük çeken, şirk ortamında takva elbisesini kuşanmanın ne güç bir iş olduğunu bilen bütün Müslümanlar özellikle müslüman kadınlar için bir mesajdı. Evet O, bizzat Allah tarafından terbiye edilmiş ve büyütülmüştü, Allah her insanı kendi fıtratı üzerine yarattıktan sonra terbiyesini ebeveynine ve çocuğun kendisine bırakmıştı ama Hz. Meryem’i hem kendi fıtratı üzerinde yaratmış hem de kendi fıtratıyla bizzat kendisi büyütmüştü. Buna rağmen Hz. Meryem bir insan olarak kalmıştı ve O isteseydi bu fıtrattan uzaklaşabilir ve bazı yakınları gibi Allah’ın iradesi yerine kendi iradesini kullanabilirdi. İşte bunun içindir ki “bana bir beşer dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir” şeklinde Allah’a sorabiliyor ve Meryem Oğlu İsa Mesih doğduğu an “Keşke bundan önce ölseydin» de, hafızalardan silinip unutuluverseydim (37)” diyor. İşte Hz. Meryem’in yüceliğini, kutsallığını, iffetli kişiliğini, şirk toplu tınındaki yapayalnızlığını ve örnekliğini en mükemmel şekilde somutlaştıran cümle budur! O geçmişte Allah’tan gelen herşeyi hoşnutluk içinde kabul ettiği gibi İsa Mesihi’de hoşnutluk içinde doğurmuştu ama halkın dedikoduları, iftiraları, iffetine yönelik dile getirdikleri iğneli, alaylı ve ağır sözleri karşısında iffetinden dolayı susmuş ve hakkını o hilekar ve ahlaksız toplum karşısında savunma yoluna gitmemişti. Bunun içindir kı Allah’a mutlak imanına rağmen yalnızlığını dile getiriyor ve Hz. Isa gibi bir peygamberin annesi olduğunu bilmesine rağmen “keşke bundan önce ölseydim” diyor. Bu istek I Iz. Meryem’in iffetini doruğa çıkaran ve onu şiık toplumunda korumanın ne güç bir iş olduğunu dile getirdiği gibi aynı zamanda iffeti korumanın imkansız olmadığını ve her insan gibi onu korumak için melek ya da Allah’ın Peygamber’i olmak gerekmediğini vurgulamaktadır. Allah I Iz. Meryem’in yüceliğinden söz ederken ne O’nun
Saliha bir kadın olan Hanna’nın kızı olduğunu ne de İsa Mesih’in annesi olduğunu vurgulamaktadır. Bilakis O’nun yüceliğini kendi kelimesini tasdik ettiğine, iffetini sapasağlam korumasına ve kendisine olan mutlak itaatine bağlamaktadır. Yani ey müslüman kadınlar, şişin iffetli kalıp Allah katında övülmeniz O’nun rızasını kazanmanız, O’nun sizden hoşnut olması için sizin Hanna gibi salih bir kadının kızı ya da Hz Isa gibi yüce bir peygamberin annesi olmanız şart değildir. Allah’ın dini ve dininin özellikleri ütopya ve hayal ürünü olmaktan münezzeh olduğu gibi, bu dine has hiç bir özelliğin değeri A Hah katında değişmemiş ve azalmamıştır. Sizin her türlü şeytani bağımlılıktan —çalışma, şirk ortamında eğitim, özgürlük, şirk toplumunun kadın hakları, moda, kozmetik ve süsle bütünleşen modern hayat, erkekleştirilmiş feminizm..vs kurtulup kendinizi Allah’ın yasalarına vakfetmeniz zamanın, tarihin akışının, yaşadığınız coğrafyanın, kültürün ve şirk kanunlarının yetkisinde olmayıp sizin elinizdedir, İmran Kızı Meryem’in iffeti ve o iffete açılan yol, varlığınız kadar, ekmek kadar su kadar somuttur ve Allah katında övgüyü sağlayan üstün bir meziyettir. Seçim de tercih de sizin elindedir. Ama siz kendinizi Zamanın ve coğrafyanın mahkumu, türk ve global müşriklerin cariyesi, şirk eğitiminin, şirk ortamında çalışmanın, modern hayatın, modanın ve kozmetiğin kölesi olarak görüyorsanız işte o zaman buran Kızı Meryem bir su gibi yanınızdan buharlaşır ve ütopik, destansı, efsanevi bir kahraman olarak mitolojik kitaplarda (!) yerini a tır. Oysa Allah'ın vurguladığı örnekler tarihselcilik safsatasından münezzehtir! Eğer Müslümanlar kendilerini Marks’ın şaşkın müritleri olarak görmedikleri gibi Hz.Meryem’i, iffetini, Allah’a bağlılığı, cennet, cehenneme imanı kısaca İslam’ı, kanunlarını ve bu kanunları insanlığa ileten elçilerini ütopya olarak görmüyorlarsa!
Allah’ın Hz. Peygamber’e kadar görevlendirdiği elçiler vasıtasıyla ilettiği inancı ve yasaları kabul edip onları hayatına aktaran insanlar ile onları red ve inkar eden insanların iyi veya kötü yönde örnekliği ve bu örnekliğin değeri, insanlığın son noktasına kadar değişmeden sürekliliğini koruyacaktır. Bu durum standart insan mantığına ters gelebilir ama Allah’ın sünneti mutlak olarak mükemmel olduğundan dolayı daha mükemmel olması için değişmesi, gelişim göstermesi ya da değerinin artıp azalması mümkün değildir. Örneğin Lut kavminin sapıklığı her mekan ve zamanda toplumun helak olmasına yol açacak kadar Allah katında kötü ve çirkindir ya da Hz. İbrahim’in putları kırıp müşriklerin inancını alaylı bir dille sorgulaması ameli, Allah katında her müslüman ve her çağ için büyük bir değer ifade eder ya da Hz. Meryem gibi iffeti koruyabilmek, her ortam ve zamanda Allah’ın övgüsüne mazhar olunacak bir davranıştır. Ama biz günümüzde, modernizm, insan hakları, demokrasi, sınırsız özgürlük gibi şirk dünyasından imanımıza devşirdiğimiz inançla bu olayları tekrar sorguladığımızda eşcinselliği bir hak olarak kabul edebilir, Hz. İbrahim’in eylemini bir meczubun provakatif eylemi olarak görebilir ya da İmran Kızı Meryem’e kol kanat gererek (!), hakları elinden alınmış boynu bükük bir kadına yaklaşır gibi ona daha fazla özgürlük ve hak
verme yoluna gidebiliriz. Oysa biz şu anda Allah'ın değişmez sünnetinden ve O ’nun insanlığı yaratırken “OL!” emriyle vukubulan kutsal değerlerinden söz ediyorsak, günümüz ve gelecek nesillerin müslüman kadınlarını arsızlaştırmak, takva elbiselerini ortadan kaldırmak, kozmetik, moda ve medya aracılığıyla fuhşa sürüklemek için çabalayan günümüz müşrikleri, demokrat ve hümanist beyinlerin özgürlük ve kadın hakkı üzerine kurulu inançlarına İş. Meryem’in iffetiyle yoğrulan baltasını Allah için ve Allah adına indirmemiş gerekir! Eğer iffetli ve ırzlarını koruyan müslüman bir toplum olarak ayakta kalma ve nesillerimizi devam ettirme niyetinde isek, içinde bulunduğumuz toplumun iffetinin neden öncelikle kadınların iffetiyle ilgili olduğunu, müşriklerin özgürlük ve kadın hakkı adına neden öncelikle müslüman kadınların maddi ve manevi tesettürlerine saldırdıklarını, yasakla birlikte takva elbisesini çıkardıkları halde başörtülerini takmaya devam eden ve türbanlılar olarak toplumda yer edinmeye çalışan kadınların müşriklerin yüreğine neden su serptiğini ve “beyaz türbanlılar” olarak adlandırıldığını Hz. Meryem’in iffetini gözönünde bulundurarak iyi analiz etmemiz ve bu analiz sonucunda zaman kaybetmeden ciddi tedbirler almamız gerekir. Çünkü bir insan, konuşmasında, oturup kalkmasında, sevinmesi ve üzülmesinde kısaca bütün tavır ve davranışlarında iffeti yani takva elbisesini parçalamış ve ayaklar altına almışsa, onun çirkinliğe ve fuhşa meyletmesi için gayrı meşru bir neden kalmamıştır. Bugün türbanlı olarak nitelendirilen insanlar, bir zamanlar takva elbiselerini hayadan gibi koruyan başörtülü insanlarımızdı lâkin statükonun eğitimlerini yasaklamasından sonra iffetlerini elden düşürerek simgesel bir bezle başlarını örtüp boyunlarını açıkta bırakan ve müşriklerin kendileriyle gurur duyduğu acaip varlıklara dönüşmüştür. Başka bir deyişle, statükonun ve müşriklerin ortaya çıkarmak istediği modem insan tipini seçen ve bu tipi modanın icat ettiği şeytani bezle başörtülü ve iffetli insanlarımız için meşrulaştırmaya çalışan iffet pusulasını elden bırakıp yolunu kaybetmiş zavallı bir gruptur. Günümüzde Hz. Meryem’in örnekliğinden ve iffetin öneminden bahsedilmesine“ütopya!, imkansız, gereksiz, özgürlüğe, demokrasiye ve kadın haklarına aykırı” gibi sözlerle karşı çıkmak, insan psikolojisinin zamana bağlı değiştiğinin delili olmaktan ziyade inanca şirkin ya da küfrün bulaştığını gösterir. Çünkü Hz. Meryem’in iffetini koruma biçimi her zamanda uygulanabilir nitelikte olduğu gibi bu amelin Allah’ın katındaki değerinde de herhangi bir değişme olmamıştır. İffeti ya da ırzı koruma hadisesi Kur’an’ın bir çok yerinde mü’minlerin en önemli sıfatlan ve riayet etmeleri gereken bir davranış olarak geçeri. Bu emir ve sıfat, kadın olsun erkek olsun bütün mü’minler için geçerli olduğuna göre iffetin önemi kadın ve erkek için aynıdır. I İz. Yahya’nın iffetlimi ve salih bir peygamber olarak anılması iffetin aynı zamanda müslüman erkeklerin de bir özelliği olduğunu gösterir. Eğer günümüzde iffet konusu özellikle müslüman kadınlar için sözkonusu ediliyorsa bu durum iffet hakkındaki cehaletten değil, din düşmanlarının hedef olarak kendilerine müslüman kadınların iffetlerini seçmelerinden ve müslümanlann doğal olarak kadınların iffetini korumak için tedbir almalarından kaynaklanmaktadır. Burada iffetin özellikle kadınlar için söz konusu olması, ırzı korumayı özellikle kadınlara atfetmeye çalışmaktan kaynaklanmamaktadır. İffet derken öncelikle kadınların takva elbiselerinin kastedilmcsi, kadınlara olumsuz ve modern olmayan 3. dünyanın insanlarına has bir sıfatı yakıştırmaya çalışmak şeklinde algılatıl yorsa, o takdirde sorun Allah’ın bu sıfata verdiği önemi vurgulamakta değil; iffete müşrik, modernist ve feministlerin penceresinden yaklaşmaya çalışmakta yatmaktadır. Çünkü I Iz. Meryem’in kutsallığı, Allah’ın seçiminin öncesi ve sonrasında da din adamlarının sadece erkeklerden oluştuğu bir tapınakta ve Roma ahlaksızlığının yaygın olduğu bir toplumda iffetini sapasağlam korumasından kaynaklanmaktaydı. O iffetini en kolay zamanda da en zor dönemde de Allah ve Hz. İsa dışında kendisini savunan kimsenin kalmadığı bir ortamda da sapasağlam koruyabilmişti. Ama O, iffetini ya da genel olarak haklarını yahudi toplumu karşısında bir kadın olarak savunma yoluna gitmemişti. Hz. İsa’ yı doğurup kendi kucağında bir bebekle beraber toplumuna yöneldiği vakitte de içinde bulunduğu durumu izah etmenin tedirginliği, korkusu ve endişesi içindeydi. Ruh’ül Kudüs, O’na İsa Mesih’i müjdelediği zaman çocuğun beşikte konuşacağını da vahyetmişti. Bununla birlikte Allah, Hz. Meryem’e insanlardan birisini görecek olursa kendisini savunmaya çalışmamasını ve konuşma orucu tutmasını emretmiştir. Belki o günün şartları içinde konuşmaya en çok layık olan, iftiralar ve dedikodular karşısında en fazla
susmaması gereken Hz. Meryem’di ama ne hikmettir ki Allah kendisini savunmasını istememişti. Elinde bir bebekle toplumuna karışması ve bütün gözlerin O’na dönük olmasına, “Ey Meryem sen hakikaten çok çirkin bir şey yaptın oysa baban kötü bir kimse değildi annen de iffetsiz değildi” şeklindeki suçlamalarına dayanamayıp kendisini savunabilir ve durumu izah edebilirdi. Ama İmran Kızı Meryem her zamanki gibi susuyordu. Günahkar bir toplumda iffetli olarak varolmanın ürkütücü yalnızlığı ve hüznü içinde susuyordu. Ey Meryem! Hakkını günahkar bir toplum içinde savunmaya çalışma. Hakkım ve iffetini en iyi bilen Allah olduğu gibi, onu koruyacak ve sıkıntını giderecek olan da Allah'tır. Sus Meryem!. Yusuf konuşmazsa Zekeriyya konuşur, Zekeriyya konuşmazsa İsa Mesih konuşur, Mesih konuşmazsa Allah konuşur. Ama Allah konuşmazsa işte o zaman Zeynep Binti Patıma gibi konuş! Konuş ki zulmü ve düzenbazlığıyla nam salan hiç bir zalim topluluk kıyamete dek unutulmasın ve hayırla yad edilmesin. Ama önce sus;
“Rabbim bana anneme itaati emretti. Doğduğum gün, (i/eceğim gün ve yeniden diriltileceğim gibi bana selam olsun!"
Allah susması gerektiği yerde konuşan m ii s 1 ü m a ıı kadınlara Imıan Kızı Meryem'in iffetini, k o ıı u ş m a s ı gerektiği yerde susan Müslüman erkeklere batıma Kızı /. e y ıı e b ' i n onurunu bahşetsin!
(1) Tahrim 11-12
(2) Ahsen-i takvim: En güzel biçim ve en mükemmel kıvam demektir. Nitekim Arapça’da “Kavvemtuhu, takvinıen, festekame vetekavveme" “ben onu kıvamına getirdim, en güzel biçime koydum o da en güzel biçime girdi” denilir (mefatihul ğayb). İmam Kurtubi, Fahrettin Razi, İbıı-i Kesir (Allah hepsinden razı olsun) gibi bazı müfessirler en güzel yaratmadan maksadın genel olarak insanın zahiri yani dış görünüş bakımından mükemmel olarak yaratılmasıdır demişlerdir. Yani onun mutedil, dengeli, boyu uygun, organları yerli yerinde ve terkibinin güzel olmasıdır demektir. Oysa bu açıklama bir açıdan doğru olsa bile ayetin sibakı, en güzel biçimde yaratmanın insanın dış görünüşünüden ziyade onun ruh güzelliğini kastettiğini gösterir. Çünkü “ sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük” ayeti “Ancak iman edip salilı amel işleyenler müstesna” ayetindeki müminleri kapsamadığından esfelassafılin bu grubun dışında kalan insanlar yani müşrik,münafık ve kafirlerdir. 15u bağlamda, Allah katında müslüman olan insan tevhid dairesi içinde bulunduğundan dolayı o yaratılışını yani ilk ahlakı, en mükemmel yaratılış anını korumuş ve aşağıların aşağısı olan varlığa dönüşmekten kendini kurtarmıştır.
(3) Hz. İsa’nın bu bağlamdaki “Çocuklar gibi olunuz” sözü, çocukluktan kaynaklanan duyguların, hayatın her safhasına aktarılması gereken duygular olduğunu açığa vurmaktadır.
(4) Peygamberlerin hataya düşme olasılıklarının varolması ya da şerre yönelme imkanlarının bulunması, onların hata yapabileceğini ya da hata yapmalarını gerektirmez. Burada vurgulamak istediğimiz konu, insanlığa rehber ve örnek olarak sunulan peygamberlerin diğer insanlar gibi beşeri özelliklere ve arzulara sahip olmalarına rağmen hata yapmamalarıdır. Onların günahsız olması demek, melek gibi iradesiz olup günah işlememelerinden ziyade iradelerine rağmen hataya sapmamaları demektir. Aksi takdirde peygamberlerin, Hz. Asiye ve Meryem’in örnekliğini açıklamak güçleşir veya meleklerin örnekliği anlam kazanır.
(5) Mu’minun 24. Ayette ileri sürülen iddianın “Allah meleklerden de elçiler seçer insanlardan da” (Hac,75) ayetiyle çürütüldüğünü söylemek müşriklerin iddiasını doğrulamak demektir. Oysa Allah bu iddianın yanlışlığını “(Fakat) melekleri görecekleri gün, günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur” (Furkan,22), “Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.” (Furkan,21), “Şunu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (Isra 95), Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez. (Hicr,8) ve buna benzer ayetlerle ortaya koyar. “Allah meleklerden de elçiler seçer” ayetiyle, ademoğullarına elçi olarak gönderilen meleklerin kastedilmiş olması mümkündür. Bunlarda, Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail ve Hafaza melekleri, gibi (Allah'ın salat ve selamı onlar üzerine olsun), büyük meleklerdir. Bütün meleklerin elçi olduğunu bildiren ayet ise meleklerin biribirlerine olan elçiliklerini (haberci oluşlarını) anlatmaktadır. (Mefatihul Gayb, Fahrettin Razi)
(6) Furkan,7
(7) Allah'ın yardımı ve insan hayatına olumlu anlamda müdahalesi, çoğunlukla insanın daha önce yapmış olduğu salih amellerden kaynaklanır. Allah’ın en güzel isimleri dışında Kitab ve Sünnette, salih amelin duanın kabulu için meşru bir vesile olarak kabul edilmesi bu anlamdadır. Bu bağlamda Hz Yusuf’a hüküm ve ilim bahşedilmesi, O’nun geçmişte yaptığı salih amellerden, (Yusuf 22) , kalbi Züleyha’ya meyletmesine rağmen arzusunu Allah’ın yardımıyla gerçekleştirmemesi yine O’rıun ihlaslı bir kul olduğundan dolayıdır (Yusuf 24)
(8) Elbette Allah’ın yardımı olmasaydı Hz. Meryem’in iffetini koruması zorlaşacaktı. Hz. Meryem iffetini korumak istemiş Allah da O’na yardım etmişti. Şüphesiz bu yardım iffetini koruyan bütün Müslümanlara açıktır fakat seçim, Hz. Peygamber’le son bulmuştur.
(9) Oysa seçim öncelikle Hz. İbrahim’in seçimiydi. O fıtratı ve tevhidi seçtikten sonra Allah’ın seçimi gerçekleşmiştir (Bakara 124).
(10) Evet ama Allah seçiminin Hz. Meryem’in iffeti üzerindeki etkisi maddi değil manevidir. Hz. Meryem, Allah’ın kendisini melekler vasıtasıyla iffetsizlikten uzaklaştıracağına inandığından dolayı değil O’ndan çekindiğinden yani takva sahibi olduğundan dolayı hayasızlığa meyletmemiş, iradesi olduğu halde meyledememiştir. Çünkü O iradesini, tümden Allah’a teslim edenlerdendi.
(11) Taş ta müennestir fakat ne hikmetse haceri şevde yerine haceri esved denilmiştir. Bazı rivayetlere göre taş olan Hacer-i Esved cennetten indirilmiş ve ilk zamanlarda beyaz iken insanların işlediği günahlardan dolayı kararmış. Doğrusu,taşın kararması hadisesi israilî rivayetlere benzemektedir. Kutsal taşın Hz. Hacer anamızın şanına atfen Hacer-i Esved olarak adlandırılmış olması da mümkündür.
(12) Bu olay, ibn-i Abbas aracılığıyla Buhari’ de ve diğer hadis kaynaklarında detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.
(13) Ahzap 32
(14) Yine bu durum Ey peygamber hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bu lunursa, ona azabı iki kat arttırılır ayetiyle açıklanmaktadır. (Ahzap 30)
(15) Ahzap 28
(16) Allah’ın fıtratına uygun bir şekilde yaşamak, yaşamaya çalışmak. Yazık ki ve Allah'a şükür ki yalnızız, yalnızız, yalnızız!
(17) İslam dinine kaynaklık eden inançların hepsi uygulanabilir ve amele dönüşebilir niteliktedir. Vahiy ve sahih sünnetten kaynaklanan her inanç salih amele dönüşmek için vardır. Çünkü İslam veya Tevhid’in her şubesi ütopya olmaktan münezzehtir. Kur'an-ı Kerim’de baştan sona beraberce zikredilen iman ve salih amelin bütünlüğü bu anlamdadır. Bir müslüman için Allah, melekler, peygamberler, kıyamet, hesap, mizan, cennet, cehennem kısacası gayb aleminin anlamı maddi alemde yaşanılabiliyor olmasıdır. Örneğin Allah’ın doksandokuz ismine iman eden bir insan, inancını Allah’ın bu sıfatlarından haberdar olacak şekilde yaşamına aktarır ve ona göre hareket eder. Kur'anda amaçsız yani niyetsiz yani inançsız amelin bir anlamı olmadığı gibi, pratiğe aktarılmayan ya da pratiği olmayan inancın da bir değeri yoktur. Allah’ın, cennet ve cehennemin varlığı, inançlı olduğunu iddia eden bir insanın hayatına yön vermiyor ve amellerini etkilemiyorsa o insan için ve Allah katında onların varlığı ile yokluğu arasında ne fark olabilir?
(18) Allah’a inanmak, aynı zamanda sıfatlarına iman edip ona göre yaşamayı gerektirir. Allah’ın ve O'nun bahir sıfatının varolduğunu bilmekle birlikte o bilginin insan davranışlarına katkıda bulunmaması ise evrenin herhangi bir yerinde bir gezegenin varolduğunu veya suyun yüz derecede kaynadığını bilmek gibi bir şeydir. Oysa inanç, bilgiden ayrı ve ondan bağımsızdır. Çünkü teorik olarak bilgi, bilen ile bilinen varlık arasında herhangi bir ilişki ortaya koymaz. Her ne kadar bilginin pratiğe aktarılması bilen ve bilinen arasında bir ilişki kursa da bu ilişki iki varlık arasında sevgiye, muhabbete, karşılıklı saygı ve hürmete, hak ve adalete dayalı değildir. Oysa iman, inanan ile inanılan varlık arasında olumlu, anlamlı, çift yönlü, sevgi, aşk, muhabbet merkezli, hukukî ve adalete uygun bir ilişki ortaya koyar. Ve iman teorik bilgiden, gözle görülür akıl ile inkar edilmez ilmi deneylerden ziyade bilince ve hikmete dayalı olduğundan dolayı o imana tinimi insan da sahip olabilir. Müslümanın bakışından korkulur, çünkü o Allah’ın gözleriyle görür ve ona göre hareket eder. Bu bağlamda Allah’a inanmak, Allah’ın mutlak olarak herşeyi hiçbir gizli yönü kalmayacak şekilde bildiğine, herşeyin içyüzünden haberdar olduğuna ve herşeyin farkında olup ona göre sünnetini icra ettiğine inanmak demektir.
(19) Latîf, Allah’ın en ince işlerin bütün inceliklerini bilmesi, nasıl yapıldığına nüfuz edilmeyen en ince şeyleri yapması, ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştırması demektir
(20) Allah'u Teala hem zatında hem de sıfatlarında birdir, O'nun zatının başlangıcı ve sonu olmaması aynı zamanda sıfatlarının da başlangıcı ve sonunun olmamasını gerektirir. Bazı alimler, sıfatlarının zatından ayrı olması gerektiğini aksi takdirde bir olan Allah'ın sıfatlarla kesrete çokluk dönüşeceğini dile getirmiştir. Asıl Allah’ın sıfatlarının zatından ayrı olması bu sorunu ortaya çıkarır. Eğer sıfatları ezeli ve ebedi ki öyledir ve onun zatından bağımsız ise bu takdirde O’nun dışında ezeli olan ve ebedi olan varlıklar (!) ortaya çıkar. Sıfatlarının bir başlangıcı var ise, bu takdirde zatında ve sünnetinde zamana bağlı bir değişikliğin meydana gelmesi söz konusu olur ki Yüce Rabbimiz bundan münezzehtir. Çünkü O’nun bütün sıfatları, icra ettiği sünnetten (yaratma, rızık verme, hesap sorma, sevdirme, affetme...vs) bağımsız bir şekilde kendiliğinden kendi zatında mevcuttur. O'nun sıfatları yarattıklarını yaratmadan önce de kendisinde ezelden beri vardı, yarattıkları yok olduktan sonra da zatında devam edecektir, bu bağlamda sıfatlarının sonradan tamamlanması, eksik olanların giderilmesi, görevini ifa eden herhangi bir sıfatın ortadan kalkması Allah’ın şanına yakışmaz. Mesela, O kullarını ve bütün varlıkları yarattıktan sonra yaratıcı adını almış değildir, bilakis diğer tüm sıfatları gibi hiçbirşeyi yaratmadan önce de “Yaratıcı” idi. Varlıkları hiç yaratmasaydı yine “Yaratıcı” olarak isimlendirildi. Ya da onun el-Bais sıfatı ölüleri diriltip kabirden çıkardıktan sonra ortadan kalkacak değildir.
(21) Önceden de belirttiğimiz gibi belki şirk iki kısma ayrılabilir; tanrıların varlığına inanmakla beraber onlarla sürekli kavga halinde olan batı şirki ile onlarla barışık bir halde yaşamaya çalışan doğu şirki. Bu bağlamda batılı müşrik toplumların sosyolojisi ile doğulu müşrik toplumların sosyolojisinden bahsedilebilir. Burada kapitalist toplum ile sosyalist toplumun sosyolojisi de vardır denilebilir ama bu topluluklar da en nihayetinde materyalist topluluklardır. Şu farkla ki kapitalist toplum, herşeyi para ya da çıkar çerçevesinde düşünüp ona göre hareket ederken sosyalist toplum herşeyin merkezinde evrimin olduğuna inanır. En nihayetinde her iki toplum da oluşumunu, yasalarını, dünyaya, evrene, insana bakış açılarını Allah'ı inkar üzerine kurar. Bu konuyu somutlaştırmak için şirk ve cehalet bataklığında yüzen bedevi, müşrik arapların, İslam’la müşerref olmalarıyla kısa bir zamanda hem kendilerini, hem toplamlarını hem de dünyayı nasıl değiştirdiklerini incelemek lazım. 7. yy'da ne tarihin akışında, ne coğrafyada ne de iktisadi altyapı ve bilimde bir değişiklik vardı. Değişen tek şey müşriklerin muvahhid olmalarıydı. İşte İm değişim hem müşriklerin psikolojisini hem de onların toplum yapısını bütünüyle alt üst etmişti.
(22) Kelimenin kökü îffe olup manası fıtrata aykırı davranmama yani Allah’ın helal ve haramına riayet etmedir. Bu kelimeden türeyen kelimeler yine benzer manalarda kullanılır. Teâffefe ân; bir şeyde haranı ve çirkin şeylerden kaçındı. Allahu: Allah'ın bir kimseyi dünyevi şehvetlerden ve arzulardan beri kılması. Afif,afife: haram ve çirkin şeylerden kaçınan. Huvc isteâffo: haram ve çirkin şeylerden kaçınmıştı.
(23) İngilizce’de “hiçbir zaman cinsel ilişkide bulunmama duru mu” manasında kullanılır. Dikkat edilirse burada takva elbisesi sözkonusu olmayıp iffet sadece maddi boyutta ele alınmaktadır.
(24) Fransızca’da cinsel temizlik, arılık manasında
(25) Almanca'da temizlik, Saflık, ahlakilik, dürüstlük manasında
(2G) “O halde yüzünü bir lıanif olarak dine tut, Allah' m insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odıır. Fakat insanların çoğu bilmezler”. (Rum,30)
(27) A-li İmratı 33
(28) Hz. Meryem’in annesi, rivayetlere göre adı Hanne olup Hz. Zekeriyyâ’nın baldızı idi.
caizdi. Kız çocuklarına gelince, hayız ve diğer özel halleri sebebiyle, bu işe ehil görülmüyorlardı. Sonra, Hanne mutlak mânada bir adakta bulunmuştu. Bu, ya o işi takdire göre düşündüğü içindir veyahut da bu adağı erkek çocuk arzusuna vesile kıldığı içindir (Fahrettin Razi, A-li İmran 35 tefsiri) Adak, bir insanın aslında vacip olmayan bir şeyi kendi üzerine gerekli kılması, zorunlu hale getirmesi demektir. Özgür kılma anlamına gelen "muharreren" kelimesinin mastarı "tahrir" ise, bağları çözüp serbest bırakmayı ifade eder. Köle azat etmek anlamında kullanılan "tahrir" buradan gelir. Yine kitap yazmak anlamında kullanılan "tahrir" de buradan gelir, çünkü bununla, sanki zihin ve düşünce dağarcığında olan anlamlar serbest bırakılır. Ayetin orijinalinde geçen "Tekabbel” kelimesinin mastarı "Takabbül" ise, isteyerek ve memnuniyetle bir şeyi kabul etmek demektir. Hediye kabul etmek ve dua kabul etmek gibi. (Allame Tabatabai, el mizan tefsiri)
(30) Yahudi şeriatında âdet şöyle idi: Çocuk, ancak oğlan olduğunda ve, akıl baliğ olup mescid'e hizmete de gücü yettiği vakit vakfedilebilirdi.. Burada Allahu Teâlâ bu kadının duasına icabet edince bu kız çocuğunu, henüz küçük ve mescide de hizmete gücü yetmeyeceği bir hal ve durumda kabul elmişlir.(Mefatihul Gayb). Aslında çocuğun kız olarak yaratılması hem sonradan bu olayı görecek Arap müşriklerine hem de erkek beklerken çocuğun kız olarak doğması karşısında üzülen, surat asan normal şartlarda sadece iki çocuk isterken çocukların kız doğması karşısında erkek çocuk olana kadar çocuk yapmaya devam eden bütün insanlara bir ihtar niteliğindedir. Özellikle erkek çocuk istemeyi Hz. Zekeriyya’mıı “Ya rabbi bana katından tertemiz bir soy ver ” duasıyla delillendironler olabilir. Ama bu duada soyun erkek çocukla devam edeceğine dair herhangi biremmare yoktur. Kaldı ki Hz. Peygamberimiz’in (a.s) soyu bir kadın olan Hz. Fatıma ile devam etmişti.
(31) İmran’ın karısı çocuğu kız olarak doğurunca zaman kaybetmeden O’na Meryem ismini vermişti. Rivayetlere göre Meryem kelimesi, İbranicede ibadet eden ve hizmet eden kadın demektir. Hanna’nın çocuğu doğurur doğurmaz ona isim vermesi ve bu isimlendirmenin Kur'an da geçmesi bir kıssayı anlatmaktan ziyade bir hikmete dayalıdır. O, Meryem’i, saliha bir kul olması için zaman kaybetmeden Meryem ismiyle şartlandırır. Belki de bazı durumlarda ismin yazgıya dönüşmesi bu anlamdadır. Bu durum, “Allah soni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Isa Mesih'tir." Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sahillerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." Ayetlerinde de görüldüğü gibi Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın isimlendirilmesinde de aynıdır.
(32) Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı ve onun güzel bir bitki gibi büyüttü. Onun Zekeriyyâ'mn himayesine verdi. Zekeriyyâ onun yanına, mihraba her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem, bu sana nereden?" derdi. "O, Allah tarafındandır" derdi. Şüphe yok ki Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır. (A-li İmran 37)
(33) Kurtubi, Câmi’ul Ahkam’il Kuran.
(34) A li İmran 42,
(35) Meryem 18
(36) Biz senden evvel de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik. (Enbiya, Yusuf 109)
(37) Meryem 23
(38) Nur 30, Ahzap 35, mearic 30, enbiya 91, nisa fi, nisa 25, meryem 28, mu’minun 5, nur 31,33,60, fahrim 12, bakara 273.
(39) “Zekeriyyâ mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sahillerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.” (A-li imran 39)