Emniyet - rahle.org

Emniyet - rahle.org

Emniyet


Facebookta Paylaş
Tweetle
 
M. Murat tarafından yazıldı.
 
 
İman etmekle her aza, bir emaneti; bu kutsal emanetten kendine düşen payı yükleniyordu. O kutlu Elçi, etrafındakilere takva ve emniyeti talim ve telkin ediyor; onlar da kendi hallerince emin birer insan oluyorlardı.. İman etmekle her aza, bir emaneti; bu kutsal emanetten kendine düşen payı yükleniyordu. O kutlu Elçi, etrafındakilere takva ve emniyeti talim ve telkin ediyor; onlar da kendi hallerince emin birer insan oluyorlardı..
 

Yâ Hannân..

Yâ Mennân..

Es'elüke'l-emân

E'l-emân

Min zevâli'l-îmân

Böyle başlardı zikirleri dervişlerin eskiden..

"Ey Hannân, Ey Mennân, Senden emân dileniyorum. Eman.. imanın zevale uğramasına karşı bir eman.."

İnsanlar, iman eder, imanlarının zeva uğramasından endişe eder; bu endişeyle gönüllerini Allahü Teala'ya açar ve O'nun ezeli ve ebedi eminliğine sığınırlardı.

O ki, kendisi isimlerinden birinin el-Mü'min olduğunu bildirmişti. Emniyet ve güven bu ismin tecellisinden öte bir şey değildi ki O'ndan başkasına sığınılsın..


O'nun Kerim elçisi, ilkinden sonuncusuna kadar bütün peygamberlere vahiy getirmişti.

İster kitap, ister suhuf isterse sadece kelam.. kendisine neyi indirmesi emr edilmişse onu indirmiş; tek bir noktasına halel getirmemişti..

Kur'an'ın şehadetiyle Emin idi; bütün melaike emin idi ama O, emniyeti ile tebarüz ediyor; diğerlerinden bir adım öne çıkıyordu.

Allahü Teala'nın el-Mü'min ismi, alem-i melekûtta tecelli ederken en büyük pay O'na verilmişti: Cibrîl-i Emin olarak anılıyordu.


Cibril-i Emin'in talebeleri sadedinde bütün peygamberler de emin idiler.

Seyyidinâ Nûh, kavmine şöyle diyordu:

"Muhakkak ki ben size gönderilmiş emin bir elçiden başkası değilim. O halde Allah'a karşı takva üzere olun ve bana itaat edin"

O'nun arkasından Hud, Salih, Şuayb ve Lut aleyhimüsselam da aynı şeyi söylüyorlardı:

"Muhakkak ki ben size gönderilmiş emin bir elçiden başkası değilim. O halde Allah'a karşı takva üzere olun ve bana itaat edin"


Ve Nübüvvet zincirinin son halkası, daha Cibril-i emin ile karşılaşmadan, bizzat Zat-ı İlahî'nin el-Mü'min isminin insanlık alemindeki tecellilerinin en büyüğüne mazhar kılınıyor ve Muhammedü'l-Emin olarak adlandırılıyordu.

Dost-düşman bütün bilenlerin ittifakıyla el-Emin idi. Öyle ki, kendisinin güvenilir bir elçi olduğunu söylemesine bile gerek yoktu; zaten bütün alem O'nun (as) emniyetine şahit idiler.

Cibril-i Emin ile buluştuklarında farklı alemlerden iki Emin, bir araya gelmiş oldular. Emn ü emanet adına, emniyet adına, güven adına her ne varsa hepsinin kaynağı olan Allah Teala, iki emin kulunu bir araya getirmişti: Böylece emniyetin zirve noktası hasıl oldu. İslam bu emn/emniyet/iman zemini üzerinde doğdu.


Öylesine emin idi ki; Hicret için Mekke'den çıkacağı günlerde bile, 13 yıldır kendisine hasım olanların altınları, gümüşleri, kıymetli eşyaları evinde emanet olarak bulunuyordu. Gün boyu canına kast eden düşmanları, gece kıymetli şeylerini getirip O'na (as) emanet ediyorlardı. O'nun dünyasında düşmanları bile emniyet yağmurundan müstefid idiler.

Öylesine emin idi ki; yuvadaki bir kuşun yavrularını alan sahabiye kızmış; kuş bile olsa emniyetinin zarar görmesine razı olmayacağını belirtmişti. O'nun gölgesinde kuşlar bile emniyette idiler.

Öylesine emin idi ki; atını boş yem torbası ile kandırmaya çalışan zatı görünce, hayvan bile olsa, kandırmanın emniyete zarar vereceğinden endişe etmişti, o zatı azarlamıştı. O'nun bölgesinde atlar bile güvenlikte idiler.

Öylesine emin idi ki; çocuğunu "bak sana ne vereceğim" diyerek çağıran kadını görünce, çocuğu kandırıyor diyerek korkuya kapılmış, müdahale ederek "ne vereceksin?" diyerek sormuş; "birkaç hurma verecektim Ya Rasulallah" deyince rahatlamıştı. O'nun civarında çocuklar zaten emn ü eman içinde idiler.


Böylece doğdu bu din..

Böyle öğrendiler ilk Müslümanlar emanetin kıymetini ve emin olmanın mü'min olmakla aynı anlama geldiğini..

İman, insanın, künhüne vakıf olamadığı, ama emin bir elçinin emin bir elçiye haber vermesiyle haberdar olduğumuz bir alemde yüklendiği emanetin farkına varması ve korumaya almaya ahdetmesiydi.

İman etmekle her aza, bir emaneti; bu kutsal emanetten kendine düşen payı yükleniyordu.

El, o emanetten pay alıyor, sapını tuttuğu kılıç, etrafına emniyet dağıtıyordu: Kan, güvenle akıyordu.

Göz, o emanetten nasipleniyor; görebildiği her şeye değil, bakabileceği her şeye nazar ediyordu: güzellikler, güvenle sergileniyordu.

Dudaklar, o emanetten bir hisse alıyor; her geleni değil; hesabını verebileceği sözleri söylüyordu: söz, güvenle dökülüyordu.

Akıl, o emanetten hissedar oluyor; kendini alemin merkezi sayıp düşünmek yerine, tefekkür buutlarına doğru yekle açıyordu: fikir, güvenle arz-ı endam ediyordu.

Gönül, o emanetten kendine düşeni yükleniyor; güzelin değil güzelliğin peşine düşüyor, fani olanı değil, baki olanı istiyordu: aşk, güvenle tomurcuklanıyordu.


O kutlu Elçi, etrafındakilere takva ve emniyeti talim ve telkin ediyor; onlar da kendi hallerince emin birer insan oluyorlardı..

İman eden ve takva yoluna düşen insanda öz, emin'di. Allah Teala'nın ilahlığından, rabliğinden, melikliğinden.. kendi bildirdiği her nasılsa öylece olduğundan emin idi.

Muhammedü'l-Emin'in O'nun kulu ve rasulu olduğundan emin idi.

Meleklerin varlığından, Kitabın Allah Teala tarafından indirildiğinden, ahiretin, sıratın, mizanın, mahşerin, cennet ve cehhenemin varlığından emin idi.

Öylesine emin idi ki görmüş gibi şahitlik ediyordu. Sanki Cenneti görmüştü, bahçelerini gezip, ağaçları altında uzanmıştı; meyvelerinden yemiş, kevserinden içmişti. Öylesine emindi: "ben şahidim, cennet var" diyordu.

Bu derecede kesin bir güvenle şahitlik edene "Mü'min" deniyordu. Allah Teala, ayna aydınlığı göstererek güneşi işaret ettiği gibi kendi ismini gösteriyor diye böyle kullarına kendi ismini lutfetmişti.

Mü'minin özündeki emniyet, azalarına, fiillerine, hallerine, davranışlarına nüfuz ediyor; her haliyle bir "emniyet insanı" zuhur ediyordu: özde emniyet vardı.


İman eden ve takva yoluna düşen insan, kendisinden başlamak üzere yakın-uzak bütün insanlığa, sonra bütün varlığa karşı emniyet kaynağı oluyordu.

Sözüne güvenilir biri aranıyorsa, O idi. Dudakları, taşıdıkları emanetin ağırlığı altında iki düşünüp bir söylüyordu; ama mutlaka doğru söylüyordu. Doğruyu söyleyemeyecekse susmayı tercih ediyordu; sözündeki emniyete halel getirmiyordu: sözde emniyet vardı.

Kendisine bir meta' emanet edildiğinde onu kendi imanına denk bir hassasiyetle koruyordu. Gerekirse kendi bir parça zarar görüyor; ama emanete zarar gelmesine rıza göstermiyordu. Emanete zarar vermenin kendi takvasına daha da öte kendi imanına zarar vermek olduğunun korkusuyla yaşıyordu: Malda emniyet vardı.

Ona bir makam tevdi edilirse, ümmet adına üstlendiği bu emanetin ağırlığı ile uykusu kaçıyor, "bu emanetin hakkını veremezsem, takvamı nasıl sürdürür, imanımı nasıl korurum?" endişesiyle dolaşıyordu: Mülkte emniyet vardı.

Hele bir ilim sahibi olmuşsa; ilmin en kıymetli emanetlerden olduğunu hiç unutmuyor; ilmin hakkını korumanın Hakk'ın hakkını korumakla eşdeğer olduğunu biliyor, takva ve verasını rikkatle taşıyor; dünya meta'ına paye vermenin emanete hıyanet olduğu korkusuyla hareket ediyordu: ilimde emniyet vardı.

 

Allah Teala'nın dini adına bir hizmeti üstleniyordu insanlar.

Biliyorlardı ki, bu dine hizmet, emniyetle kaimdir; emin bir Elçi emin bir Elçiye getirmiştir. Bu davanın bir noktasına omuz vermek; O elçinin yerinde olmaktır.

Davasının emniyetini her şeyin üstünde tutuyordu: "sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz; davamdan dönmem" diyen Rasul as ın emaneti olan bu davanın bir hakikatinin bin candan daha kıymetli olduğunu unutmuyordu: hizmette emin idi.

Davası adına her yükü: "ben de kendi halimce Muhammedim (as)" diyerek omuzluyordu. O'nun hassasisetiyle, O'nun endişesiyle, O'nun eminliğiyle..

Davaya sahip çıkmanın iman demek olduğunu biliyor; imanın emanetin hakkını vermek olduğunu unutmuyor; davanın terkinin emanetin zayi olması anlamına geleceğinden; emanetin zayi olmasının ise imanın zayi olması demek olduğunu unutmuyor; bu endişe ile davasının her zerresine sahip çıkıyordu.


Davanın tamamını yüklenmek, Emin'lerin Efendisi Muhammed as a nasib olmuştu. O as, yüklendiği emanetin hakkıyla korumuş, ezeli eminliğine halel getirmeden ifa etmiş ve ümmetine emanet etmişti.

Şimdi sıra bizdedir..

"Ben de kendi halimce Muhammedim (as)" edasıyla emniyeti kuşanmak; el-Emin olmak ve O'nun davasına omuz verme vaktidir.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ