Dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunun, Allah'ın, insanların kendisine nasıl kulluk edeceklerini sınamak için onları yeryüzüne gönderdiğinin, ölümün ve ahiretin hak olduğunun yakînen bilinmesi, hayatta insanın başına gelen her şeyin bunun bir parçası olduğunu insana öğretir. Dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunun, Allah'ın, insanların kendisine nasıl kulluk edeceklerini sınamak için onları yeryüzüne gönderdiğinin, ölümün ve ahiretin hak olduğunun yakînen bilinmesi, hayatta insanın başına gelen her şeyin bunun bir parçası olduğunu insana öğretir.
Yakînin Kavramsal Tahlili
Kur'ân-ı Kerim'de türevleri ile birlikte yaklaşık yirmi sekiz yerde geçmekte olan yakîn kelimesi, kesinlik derecesinde yerleşmiş sağlam ve güvenilir bilgi anlamına gelmekte olup kendisinde şüphe olmayan bilgiyi(1) ifade eder. Başka bir ifadeyle yakîn, aksine ihtimali olmayan; şüphenin zıddıdır. Bu sebepten dolayı bazı alimler yakîni "şüpheden sonra hasıl olan bilgi" olarak tanımlamışlardır. Suyun havuza boşalıp havuzu doldurmasını "su havuzda karar kıldı" şeklinde belirten Araplar buradaki karar kılmayı yakîn kelimesiyle ifade ederler(2). Kalbin bir şeyin hakikati konusunda mutmain olmasını ifade eden yakîn, ilmin en açık, en te'kid edilmiş şeklidir. Bir şey yakîn derecesine ulaşınca ona karşı bir inat ve tartışma artık söz konusu olamaz(3).
Ragıb el-İsfahani yakînin ilmin sıfatı olduğunu, marifet, dirayet vb. kavramlardan daha üstün olduğunu ifade ettikten sonra bir konudaki bilgi nitelendirilirken ilm-i yakîn denildiğini, marifet-i yakîn denilmediğini kaydeder(4). Bu konuda Gazzali ise şöyle der: "yakînî bilgi, bilinen şeyin kendisinde hiçbir şüphe bırakmayacak tarzda ortaya çıkan bilgidir. Bu tür bilgide yanılmaya ve vehme asla yer yoktur. Yakînî olmayan bilgilerin hiç birine tam güvenilmez ve bunlar yakîn ifade etmezler"(5).
Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere sağlam bilgi ve kat'î olarak bilme anlamına gelen yakîn, kendi içinde subjektif ve objektif olmak üzere ikiye ayrılır. Kesin bilgiye sahip olan kimsenin onu bir başkasına aktaramaması durumuna sübjektif yakîn denir. Bir kimsenin kendisinde hissettiği duygu böyledir. Buna karşılık objektif yakîn, birtakım sebep ve öncüllere dayanır ki bu tür yakînî bilgi kendisini başkasına zorunlu olarak kabul ettirir. Değişik ilimlere ve mantığa dair kesin bilgiler buna örnek verilebilir(6).
Yakîn Kavramının Değişik İlim Dallarındaki Kullanımı
Çeşitli disiplinler arasında ortak bir kullanıma sahip olan yakîn kelimesinin Kitap ve Sünnette kullanımına geçmeden önce diğer ilim dallarında ifade ettiği anlama kısaca göz atmak yararlı olacaktır.
Mantık ilminde yakîn, sağlıklı düşünebilme melekesine sahip bir akıl için hiçbir şüpheye yer bırakmayan kesin bilgiyi ifade eder. Psikoloji biliminde ise bir hükmü şüpheden uzak olarak doğru kabul eden durum anlamında kullanılır. Bu durum ya apaçıktır veya herhangi bir şekilde delillendirilerek ispatlanmış bir hükme bağlıdır. Apaçık olan yakîne bedihî (apaçık), zarurî, bizzat yakîn denir. Psikolojik olarak tabiî yakîn veya hissî yakîn denilen şey ise aklın, duyu organlarının verilerine inanmasıdır. "Cisimler vardır, gece karanlıktır" önermelerindeki kesin bilgiler buna örnek verilebilir(7).
Daha çok Tasavvufta ancak genel manada dinî ilimlerde yakînin üç kısmından bahsedilir:
İlme'l-yakîn: Aklın ve naklin, bir başka ifadeyle düşünme ve rivayet edilen haberin ifade ettiği kesin ilimdir. Bu, bilgi durumundaki kesinliktir, düşünmeyle elde edilir. Mesela müminlerin cennete gireceğine, suyun denizdeki varlığına dair bilgimiz ilme'l-yakîndir(8).
Ayne'l-yakîn: Görme veya gözlem sonucu meydana gelen kesin bilgidir. "Haber, gözle görmeye benzemez" sözü bu anlamı ifade eder. Kur'ân'da Hz. İbrahim'in, Allah'ın ölüleri dirilttiğini aklıyla bildiği ve buna inandığı halde, kalbinin mutmain olması için bunu gözle görmek istediği bildirilmektedir(9). Cennete girecek olan mü'minlerin cenneti gözle görmeleri, deniz kenarında oturan kişinin denizde suyun bulunduğuna dair bilgisi buna örnektir(10).
Hakka'l-yakîn: İç duyu ve tecrübelerin verdiği ve insanın bizzat içinde bulunduğu ilmi ifade eden bu tür bilgi, bilme ve görmenin her ikisini de içine alır. "Tatmayan bilmez" sözü bu yakîn türünü güzel bir şekilde ifade eder. Cennet ehlinin cennete girdikleri zaman onunla ilgili bilgileri hakka'l-yakîn olacaktır. Denize girip yıkanan kişinin bilgisi de böyledir(11).
Dikkat edilirse burada bilgi derecesinde kesinlik, görme derecesinde kesinlik ve insanın bizzat iç kavrama yoluyla elde ettiği bilgiler şeklinde kesinlik olarak bir sıralama söz konusudur. Akl-ı selim sahibi bir kimsenin ölüm hakkındaki bilgisi ilme'l-yakîn, ölüm meleğini görmesi ayne'l-yakîn, ölümü tatması ise hakka'l-yakîndir(12).
Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde Kelimenin Kullanımı
Kur'ân'da ve Hadislerde yakîn kelimesi daha çok kesinlik derecesinde yerleşmiş sağlam ve güvenilir bilgi anlamında kullanılmaktadır. Allah-u Teâlâ müminlerin gayb ile ilgili meselelere hiçbir şüpheye kapılmaksızın inanmalarını istemektedir. İman esasları içerisinde yer alan Allah'a, meleklere, ahiret gününe iman gibi inanç esaslarının yanı sıra ölümün hak olduğuna inanmak gibi meselelere iman anlatılırken yakîn kelimesi kullanılmaktadır. Mesela Katâde Tekâsür suresinde geçen ilmi yakînin kulun, öldükten sonra Allahın kendisini dirilteceğini bilmesi anlamına geldiğini söylemiştir(13).
Bazı müfessirler yakîni ölüm, dirilme ve kıyamet olarak tefsir etmişlerdir. Çünkü ölüm ve dirilme vaki olunca yakîn gelmiş olur; şüpheler ortadan kalkar. Bu durumda eğer insan ölüm gerçeğini hakkıyla bilse, kabirde ve ahirette kendisine yoldaş olacak ameller hazırlasa mallarla ve çocuklarla övünüp kibirlenmez ve bunlar onu Allah'ı anmaktan alıkoymaz(14).
Peygamberler vasıtasıyla kendilerine bildirilen yakînî bilgilere dünya hayatının geçici aldatmacaları sebebiyle inanmayan kafirlerin öldükten sonra gerçek ile karşılaşmaları konu edilirken bu kavram kullanılmaktadır. Özellikle Allah-u Teâlâ'nın bildirmiş olduğu gayba dair meseleleri müşahede edemedikleri için inanmayan inkârcılar ile dünya hayatında övünç ve kibir vesilesi olan mal ve evlat gibi şeylerin kendilerini Allah'a karşı kulluk yapmaktan alıkoyduğu kimseler, ölüm gelip kendilerine çatınca bunların gerçek olduklarını ayne'l-yakîn (gözle) göreceklerdir(15). Bu da yetmiyormuş gibi azap ile karşılaştıkları zaman bunu hakke'l-yakîn bir şekilde tadacaklardır.
Buhârî'nin Salim b. Abdillah'tan rivayet ettiğine göre "Rabbine kulluk et ki sana yakîn gelsin"(16) âyetindeki yakîn, ölüm anlamındadır(17). Bu durumda âyet şu anlama gelmektedir: "Sana ölüm gelinceye dek Rabbine kulluk et". Nitekim Müddessir suresinde ashâb-ı yemin ile günahkârlar arasındaki konuşma anlatılırken günahkârların, "ceza gününü yalanlardık. İşte böyle iken yakîn bize gelip çattı"(18) şeklindeki itiraflarında yakîn ölüm anlamında kullanılmıştır. Müfessirler yakîni, onların inkâr edip durdukları ölüm ve ahiret olarak tefsir etmişlerdir(19). Âhiret azabına yakalanan kâfirler dünyada ahiret azabının olduğuna dair kesin olan vahyî bilgiyi yalanladıklarını ancak ölümle birlikte kıyâmet gününde bunu ayne'l-yakîn anladıklarını ifade etmişlerdir.
Ayrıca Hz. İbrahim'in ölüleri nasıl dirilttiğini Allah'a sorması ve inandığı halde mutmain olmak için bunu görmek istemesi de ilme'l-yakîn olan bilgisini ayne'l-yakîne çevirme arzusu ile açıklanmıştır(20). Çünkü Hz. İbrahim bunu çok açık bir şekilde biliyorken müşahede ederek bu bilgisini perçinlemek istiyordu. Dikkat edilirse burada bilginin pekiştirilmesi, somutlaştırılması ve hiçbir kuşkuya yer bırakmadan kabullenilmesi söz konusudur.
Hadislerde ise yukarıda ifade ettiğimiz anlamların yanı sıra ibadet esnasında insanın kalbine gelen vesveselerin yerini alan sükûnet ifade edilirken yakîn kelimesi kullanılmıştır(21). Şöyle ki, ibadet esnasında şeytanın vesveselerine muhatap olan kişi ibadetinde kuşkuya kapılır. Ancak daha sonra bu kuşkusunu ortadan kaldıracak şekilde ibadetini tamamlarsa kalbi mutmain olur ve yakînen ibadetinin belirtilen özelliklere uygun bir şekilde eda edildiğini düşünür.
Netice olarak diyebiliriz ki; aksine ihtimali olmayan kesin bilgi anlamına gelen yakîn, İslam düşünce sisteminde Allah'tan gayrı hiç bir şeyde hayır bulunmadığını kesinlikle bilmek anlamına gelmektedir. Bu ise gayba iman ve Allah'ın emrettiklerinin insanın yararına; nehyettiklerinin de zararına olduğu sonucunu doğurur.
Dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunun, Allah'ın, insanların kendisine nasıl kulluk edeceklerini sınamak için onları yeryüzüne gönderdiğinin, ölümün ve ahiretin hak olduğunun yakînen bilinmesi, hayatta insanın başına gelen her şeyin bunun bir parçası olduğunu insana öğretir. Bu sebepten dolayı mü'min, her şeyin kaynağını, nereden geldiğini yakînen bildiğinden dolayı hiçbir şeye şaşmaz ve her şeyde Rabbine sığınır. Yakîn, insanın kalbini sükûn ve istikrara kavuşturur. Allah'ı, onun emirlerini ve ölümü yakînen bilen kimsede şüpheden ve iç kargaşadan eser kalmaz. Yakînî imana sahip olmak, insan zihnindeki gelgitlerin durularak huzur ve süküna ermesini sağlar. Bu sebepten dolayı yakînin olduğu yerde inkar, itiraz ve şüphe bulunmaz
(1) Cürcânî, Tarifât, Yakîn md. (2) Ebü'l-Bekâ el-Kefevî, Külliyât, Yakîn md.; Cürcânî, Tarifât, Yakîn md. (3) Ebü'l-Bekâ el-Kefevî, Külliyât, Yakîn md. (4) Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, Yakîn md. (5) Munkiz, Gazali, s. 64. (6) Taylan, Necip, Şamil İslam Ansiklopedisi, Yakîn md. (7) Taylan, Necip, Şamil İslam Ansiklopedisi, Yakîn md. (8) Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, Yakîn md.; Bardakoğlu, Ali, İslamî Kavramlar, İlmelyakîn md. (9) Bakara 2/260. (10) Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, Yakîn md.; Kırca, Celal, İslamî Kavramlar, Aynelyakîn md.; Taylan, Necip, Şamil İslam Ansiklopedisi, Yakîn md. (11) Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, Yakîn md.; Kırca, Celal, İslamî Kavramlar, Hakkelyakîn md.; Taylan, Necip, Şamil İslam Ansiklopedisi, Yakîn md. (12) Bkz. Alûsî, Rûhu'l-Meânî fî Tefsîri'l-Kur'âni'l-Azîm ve Sebu'l-Meânî, C. 21, s. 254. (13) Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Te'vîli'l-Kur'ân, C. 24, s. 581. (14) Râzî, Mefâtîhü'l-Ğayb, C. 17, s. 189. (15) Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, C. 20, s. 174. (16) Hicr 15/99. (17) Buhârî, Kitâbü't-Tefsîr 191. (18) Müddessir 74/46-47. (19) Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Te'vîli'l-Kur'ân, C. 24, s. 37; Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân, C. 6, s. 523. (20) İbn-i Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, C. 1, s. 689. (21) Nesâî, Sehv 24.