“Ilımlı İslâm”ın Tarihsel Zemini - rahle.org

“Ilımlı İslâm”ın Tarihsel Zemini - rahle.org

“Ilımlı İslâm”ın Tarihsel Zemini


Facebookta Paylaş
Tweetle

Necmettin Irmak

 

Giriş

Günümüzde siyasal ve toplumsal bir proje haline getirilen ve İslâm dünyasında bir zihniyet yapısı olarak karşımıza çıkan ılımlı İslâm olgusunun izdüşümünü İslâm tarihinde görebilmekteyiz.

Bazen mevcut siyasal yapının kontrol ve yönlendirmesi ile bazen bireysel değişim ve dönüşümler neticesinde, bazen de toplumsal zeminde elde edilen refah düzeyinin tesiri ile, ayrıca Moğol İstilası gibi etkenlerle altüst oluşlar, kırılmalar ve dağılmalar ile sahih İslâm anlayışından sapmalar olmuştur.

Müslümanlara itidali emreden İslâm’dan her şeyi mümkün kılan ve meşrulaştıran bir anlayış devşirmek, sapmadan başka bir şeyle ifade edilemez. İslâm’ın gerçekliğine teslim olmaktan ziyade gerçekliği (!) İslâmlaştıran ve içinde bulunduğu hali meşrulaştıran bir yaklaşım tarzı olarak ılımlılık hep var olmuştur.

Uzun saltanat asırları içerisinde bir koruyucu (muhafazakâr) refleks olarak karşımıza çıkan ılımlılık, geleneksel bir yapı kazanarak özellikle bazı tasavvufî akımlar içersinde bir söylem tarzına da sahip olmuştur.

Günümüzde ister ılımlı İslâm projesi dâhilinde olsun ister haricinde olsun söz konusu yaklaşıma sahip olanların referanslarının da bu geleneksel yapı olduğunu görürüz. Bu günü doğru anlamanın ve doğru tahliller yapabilmenin zeminini, kendisine gönderme yapılan referansları ve yaşanılan süreci tespit etmek oluşturmaktadır.

Modern bir söylem tarzı olarak İslâm’ın önüne ve arkasına ilavelerle yapılan tanımlamaları tarihe dönük ve sosyolojik kategorizelerle kullanmak tarihe bir deli gömleği giydirmek manası taşımaktadır. Böyle bir tehlikeden uzak durmak adına bugün karşı karşıya kaldığımız olgunun tarihsel arka planını görmeye çalışabiliriz. Ancak bu, “Ilımlı İslâm” şeklinden ziyade,’ ılımlı Müslümanlar’ tanımlaması ile yapılabilirse daha sıhhatli bir zemini yakalama imkânını elde etmiş oluruz.

Esasen insan fıtratı ve dolayısıyla eşyayı algı biçimi sürekliliğini muhafaza eder. Yani bu anlamda yeni olan hiçbir şey aslında yeni değildir. Bir biçimde daha önceden de varlığı söz konusudur. Onun için İslâm adına ve İslâm adıyla ortaya konan refleks ve yaklaşımlar ilk kez ortaya çıkmış değildir. Hatta Hz. Peygamber’den (sa) önce de ve ondan sonra da var olagelmiştir. Geçmişte İsrailoğullarının sergilediği tavırlarda da Hz. İsa’dan sonra tevhid dininin Hıristiyanlığa evrilme sürecinde Roma ile ilişkilerinde de, Moğol istilası ve haçlı seferleri gibi işgal dönemlerinde de bu durumu müşahede ediyoruz.

Haddi zatında ılımlılık başlı başına olumsuz bir anlam taşımaz. Sert ve katı olmamak anlamında kelime kendi içinde olumluluk da barındırmaktadır. Ancak;

-              Bir sapmaya sebebiyet veriyorsa,

-              Zalimlerle işbirliğine veya bilinçli-bilinçsiz kullanılmaya götürüyorsa,

bu olumlu anlam kendini olumsuza çevirir.

Tarihi seyirde kendilerini ‘ılımlılıkla’ vasfedeceğimiz Müslümanlar, bu nitelemeyi gerektiren tavır ve davranışlarına Kur’an ve Sünnetten karşılıklar ve gerekçeler dillendirmişlerdir. Bu durum kendini İSLÂM’a nispet eden her anlayış için mümkündür. Özellikle Kitap ve Sünnete yaklaşımda bütüncüllüğü terk ederseniz ve parçacı bir yaklaşım sergilerseniz bu mümkünlük zarurete bile dönüşebilir.

Kur’an ve Sünnette bir davet stratejisi olarak yahut sabır tavsiyesi niteliğinde kimi yerde de Müslümanların kendi aralarındaki ilişkilerde ortaya koymaları istenen tahammül, anlayışlılık, barış, alçak gönüllülük, affetme, vazgeçme gibi anlamları içeren ayet ve hadisler, Müslümanlara ılımlılığı zorunlu kılıyor gibi algılanabilir. Ancak bu, Kur’an ve Sünnetin bütünlüğü açısından mutlakıyet arz etmez.

Hz. Peygamber (sa) sonrasında kimi Müslümanların ılımlı bir karakter ortaya koymalarını ve bu karakteristik tavrın süreç içerisinde çeşitli topluluklarda anlayışa dönüşmesinin çeşitli sebepleri vardır. Bunlar;

-              Fıtri özellik: Yaratılıştan gelen ılımlı/halim selim (!) vasfın yapısal bir hale dönüşmesi.

-              Dünyevileşme: Cihad ve fetihlerle zenginleşen Müslümanların refah düzeyleri artınca dünyevileşmenin de artması. Çünkü dünyevileşme ılımlılaştırır. Refah düzeyinin/hayat standardının düşmesi korkusu ılımlılaşmanın temel faktörlerindendir.

-              Saltanat: Hz. Peygamber’in (sa) tabiriyle ‘ısırıcı saltanat’, tabiatı gereği kendi varlığını koruyacak ve sürdürecek bir çevre oluşturur. Onları her türlü payelendirir. Bu konumu kaybetme endişesi de ‘ılımlılaşmanın’ etkenlerindendir.

-              Stratejik tercih: Bir savunma mekanizması olarak da ‘ılımlılık’, stratejik tercih sebebidir. Karşı konulamayacak güç karşısında varlığını devam ettirme refleksi bu tercihi ortaya çıkarmaktadır. Fıkhî bir tanımlama olarak ‘azimet’ yerine ‘ruhsatın’ tercihi de ılımlılığa zemin oluşturmaktadır. Tehlikeden korunma anlamında ‘takiyye’ de bu refleksin yansımalarındandır. Her ne kadar sonraki süreçte çeşitli anlayışların tabiatı haline dönüşmüş olsa da Kur’an’ın belirli şartlarla izin verdiği, Sünnetin izah ettiği ve Ammar b. Yasir örneğinde görüldüğü üzere ‘takiyye’, hikmet-i teşriinden uzak bir korunma mekanizması olarak karşımızda durmaktadır.

-              Tarafsızlık: Ortaya çıkan hadiseler karşısında kayıtsız kalma ve bedel ödeme endişesi ile ‘suya sabuna dokunmama’ yaklaşımı büyük kitlelerin tercih ettiği bir tavırdır.

-              Fitneden uzak durma: Kimi sahabe ve

tabiinin büyüklerinde gördüğümüz ve Müslümanların her türlü değerlerinin haksız yere heder edildiği fitne ortamlarından uzak durma ve birbiriyle çarpışan Müslüman gruplardan her hangi birinin yanında yer almama tavrı da ‘ılımlı’ bir anlayışı süreç içerisinde ortaya çıkarmıştır.

-              İdare-i maslahatçılık: Herkesin ve her kesimin suyuna gitme ve her tarafa yeşil ışık yakma anlamında pragmatist/çıkarcı ve fırsatçı/münafıkça tavırlar sergileyen kesimlerin varlığı da ‘ılımlılığın’ bir başka sebebidir.

Bunlara farklı sebepler ilave etmek de mümkündür.

Ilımlılık Açısından Bazı Unsurlar :

Saltanat

Raşit halifeler sonrası ortaya çıkan saltanatın karakteristik yapısı İSLÂM ile örtüşmez. Fakat insanlık tarihi boyunca sosyal bir realite olarak kabullenilmiş olması İSLÂM tarihini de bir saltanat tarihine dönüştürmüştür. Hz. Peygamber’in (sa) namazı/şeriatı kaim kıldıkları müddetçe otoriteye isyan etmemeyi önerdiği hadisleri, Müslümanları idareciler karşısında temkinli olmaya götürmüştür.

Ancak söz konusu temkin, saltanat tarafından çoğu zaman dolaylı olarak kullanılan bir malzeme haline gelmiştir. Haddi zatında temkini tabi bir sonuç olarak ortaya çıkaran ‘ılımlılık’, sosyal bir gerçeklik halinde işliyor. Saltanatın sahiplerine düşen sadece bu gerçekliği kendi meşruiyetleri için kullanmak olmuştur. ‘Ilımlılığın’ yapısında var olan uyumluluk, bazen ortamı uygun kılma / bulma, bazen de ortama uygun olma sonucunu üretmektedir. Bu durum otorite sahipleri için elverişli bir zemindir.

Müslümanların tek bir irade altında toplanmaları, cihat ve fetih hareketlerinin yeniden başlaması ve göreceli de olsa Müslümanların arasında kavganın son bulması diğer bir deyişle ortamı uygun bulma sebebi ile Emevi saltanatı, kerhen de olsa kabul görmüş ancak bu kabul görme daha sonra saltanat ortamına uygun olma sonucunu çıkarmıştır.

Ayrıca saltanat sürecinde çoğu zaman meydana gelen zulüm ve haksızlıklar da muhalif unsurlarda kendilerini koruma refleksi ile daya yumuşak/ılımlı tavırlar oluşturmuştur. Emevilerden başlayarak daha sonraki dönemlerde de devam eden muhalif unsurların şiddetle ve büyük zulümlerle yok edilmesi, bu hali zorunlu kılmıştır. Buna örnek olarak muhalefetten iktidara geçen Mutezile’nin farklı düşünen ulemaya uyguladığı baskıcı yöntemler neticesinde Ahmet b. Hanbel dışında karşı söylem sahibi ulemanın zahirende olsa kalmamasını gösterebiliriz.

Aynı şekilde Emeviler döneminde İmam Zeyd, Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyir gibi zülüm ve saltanat karşıtı muhaliflerin zalimce ortadan kaldırılmaları da yukarıdaki tavrı zorunlu hala gelmesinin örneklerindendir. Bu zulüm süreci daha sonra Abbasilerde ve bazı istisnalar ile beraber diğer dönemlerde de görülebilir.

Saltanat, bir taraftan kendi çevresini kayırarak, bu kayırmadan nemalanan kesimi de hak sözü söylemekten sakınan ‘ılımlı’ bir noktaya çekmiş; diğer taraftan da baskı ve zulümle muhalif kesimin gözünü korkutarak korunma refleksi ile bu kesimi de ‘ılımlı’ bir noktaya taşımıştır.

Burada bir hususa vurgu yapmak gerekir; o da tarihe ve tarihi olgulara matematiksel bir yaklaşımla bakmanın sorunlu halidir. Zira gerek bireysel ve gerekse toplumsal hususlar ve hadiseler pek çok etkeni içinde barındırır, Dolayısıyla bir denklem çözer gibi tarihe dönük tahliller yapmak, tarihe deli gömleği giydirmek anlamına gelir. Bunun için hem yukarda ki hem de bundan sonraki değerlendirmelerimiz bu hassasiyet içerisinde ele alınmalıdır.

Ehl-i Sünnet ve İtidal

Hz. Peygamber’den (sa) sonra Kitab’a ve Sünnete uymada selef ulemasının ortaya koyduğu ve Müslümanların kahır ekseriyetiyle tercih ettiği bir yönteme tabi olmanın tanımı olarak Ehl-i Sünnet, aşırlıklardan kendini uzak tutmayı da bu yöntem gereği benimsemiş ve uygulamaya çalışmışıdır. Esasen Ehl-i Sünnet olgusunu ne şahsa ve ne de mezhebe indirgemek doğru bir yaklaşım değildir kanaatindeyim. Zira Ehl-i Sünnetin pek çok prensibine uygun davranmakla birlikte bazı hususları daha fazla öne çıkarıp belirgin kılan ve bu hususlarda aşırıya giden tavırlara sahip şahıs ve mezhepler de ola gelmiştir.

Ümmetin ana damarı gibi bir konuma sahip Ehl-i Sünnetin ‘ılımlılık’ hususundaki durumu daha bir ehemmiyet arz etmektedir. Ümmetin maslahatını, fitnenin ortadan kalkmasını, Müslümanların parçalanmışlığını ve buna binaen düşmanın saldırılarını yok etmeyi hedefleyen bir yaklaşımla Ehl-i Sünnet, ‘temkini’ kendisine esas almıştır. Zaman zaman bu ‘temkin’ yaklaşımı abartılmış yahut istismar edilmiş veya otorite ve güç odaklarlı tarafından kullanılmıştır. Ancak çoğu zaman Müslümanların mahremlerinin ve değerlerinin korunmasında büyük rol oynadığı da yadsınamaz.

Ehl-i Sünnetin sabır ve temkini şiar edinmesinde asıl etken Kur’an ve Sünnetin itidal çağrısıdır. Müslümanları vasat ümmet olarak niteleyen Kur’an, onları aşırılığa (ifrat ve tefrite)  düşmekten kaçınmaya, haddi aşmamaya, adil olmaya ve hatta bazen kendi hakkından feragat etmeye davet eder. Yine Kur’an, sabrı takva ehli olmak için temel bir vasıf olarak emreder. Diğer yandan bu olguların yanlış anlama sonucu Müslümanlarda zillet ve meskenete dönüşmemesi için zülüm ve haksızlıklar karşısında susmamayı ve direnmeyi, münkeri neyh etmeyi de yine Kur’an, Müslümanlara emreder.

Kur’an’ın hayata uygulanmasının yöntemi konumunda bulunun Sünnet de Müslümanlara ifrat ve tefrit boyutlarıyla aşırılıktan uzak durmalarını öğütleyerek bunun nasıllığını Hz. Peygamber’in (a.s) uygulamalarıyla gösterirken aşırıya kaçanların helak olacağını bildirir. Bu yönüyle sahih sünnet, itidalin de kendisi durumundadır.

Şia ve Takiyye

Emevi zulmünün Ehl-i Beyt çevresine bütün ağırlığı ile çöktüğü bir dönemde korunma refleksi olarak ortaya çıkan ‘takiyye’, daha sonra mezhepleşme sürecinde Şia mezhebinin temel prensiplerinden birisi olmuştur. Özellikle iktidar ve güç odaklarından, dolayısı ile merkezden uzak oldukları ve otoritenin baskısına maruz kaldıkları zamanlarda fıkhı bir çözüm olan ‘takkiyye’, Ehl-i Sünnet’te temkinin abartı, istismar ve kullanımı gibi yanlış bir mecraya sürüklenmiştir.

Tasavvuf ve Tarikatlar

Günümüz de ‘ılımlı İSLÂM’ diye bir projeden bahsediliyorsa bunun en önemli sacayaklarından birinin tarikat oluşumları olduğu bir gerçektir. Ancak ‘ılımlılık’ vasfı, -bu sürecin içinde gönüllü bulunanları ki bu her kesimden olabilir, bir kenara koyarsak- tasavvufun yapısında vardır. ‘Vurana elsiz, sövene dilsiz gerek’ anlayışı bu yapının temellerindendir. Bu yapısal tavrın doğruluğu ve eğriliğini burada tartışmayacağız. Ancak tasavvufu “Müslümanların ılımlılaşması”nda bir etken olarak göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Manevi bir arınma ve terbiye yöntemi olarak tasavvuf, Kur’an ve Sünnetin bütünlüğü içerisinde bir konuma esasen sahiptir. Kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesinin Kur’an ve Sünnet ölçülerinde gerçekleştirilmesi gayesi hiçbir Müslüman tarafından göz ardı edilemez. Hele de fetihlerle elde edilen zenginlikler ve Müslümanların arasında baş gösteren fitne ortamı sebebi ile yaşanan savrulmalar bu eğitim yöntemini daha bir zorunlu hale getirmiştir. Daha sonra kendisine tasavvuf ismini verecek olan yapısal tavır da tam bu iki husus gerekçe gösterilerek kendisini kaçınılmaz görür.

-              Bütün anlam ve boyutlarıyla dünyevileşmeye tavır;

-              Yaşanılan fitne ortamının sebebiyet verdiği itikadî ve amelî sapmalardan kendini koruma;

Bu iki husus tasavvufun kendisini dayandırdığı iki fiili durum olarak karşımızda durmaktadır. Ancak süreç içerisinde hem bu iki etken olgu ve hem de başka gerekçeler/sapmalar Müslümanlar arasında büyük bir kesimi, olan bitene karşı tavırsız, teslimiyetçi, hoşgörülü (!) bir noktaya taşımıştır. Daha sonraki dönemlerde bu düşünce yapısının öncülerinin çeşitli söylemleri ve örgütsel yapısı haline gelen tarikatların tavır ve davranışları dolayısıyla tasavvuf, ‘ılımlı İSLÂM’ olgusunda en temel figür haline gelmiştir

Yenilgiler, İşgaller ve Dağılmışlık

Bu gün bir proje olarak uygulamaya konulan ‘ılımlı İSLÂM’ anlayışının arkasında İSLÂM dünyasını işgal etmiş modern emperyalist güçlerin varlığı inkâr olunamaz. Haddi zatında işgal ve sömürgenin uzun zaman dilimlerine yayılması ve toplumsal derinlik kazanması da ancak bu türden şekillendirmelerle mümkündür. İSLÂM tarihinde dış etkenli kırılma ve sapmaların bu türden yenilgi ve işgallerin neticesinde yoğunluk kazandığının tipik örneği Haçlı seferleri ve Moğol istilasıdır.

1099 da Kudüs’ün işgal edilmesi ile neticelenen ilk Haçlı Seferinden sonra yaklaşık iki yüzyıl süren diğer haçlı seferleri boyunca hem Kudüs’ün işgali hem de diğer yenilgiler sebebiyle İSLÂM dünyası psikolojik bir savrulma yaşadı. Diğer taraftan parçalanmışlıklarla beraber kırılgan zayıf ve saldırılara açık bir durum alan İSLÂM coğrafyası, Moğol saldırılarına direnecek güç ve imkânları çoktan kaybetmişti.

Moğol istilası, İSLÂM ümmetine etkileri bakımından üzerinde dikkatle durulması gereken bir hadisedir. Müslümanların zihin ve algılarında önemli değişimlere sebebiyet vermiştir. Yenilgi psikolojisi, beraberinde korku ve savunma mekanizmalarını yoğun bir şekilde çalıştırmıştır. Moğolların yaptığı katliamlar, Müslüman topluluklarda, yönetici kadrolarda ve ulema sınıfında varlığı koruma ve sürdürme endişesiyle ‘ılımlı’ tavırların konulmasına sebebiyet vermiştir. Celaleddin Rumi ve onun yönlendirmesi ile Anadolu Selçuklu sultanı Muinuddin bu tavrın örneklerindendir. Yine bu dönemde bireysel ve toplumsal korunma yöntemlerinden olmak üzere tarikatların sistematik olarak ortaya çıktığını da söyleyebiliriz.

Yenilgi ve işgaller neticesinde ortaya çıkan zihni dönüşüm ve savrulmaların bir benzeri de Osmanlının dağılmasıyla yaşanmıştır. Belki de bu dönüşüm ve savrulmaların en kapsamlısı ve en derini bu süreçte gerçekleşmiştir. İSLÂM ümmeti içinde pek çok unsur, bu son yenilgi sonrası kendini toplama adına bir uçtan bir uca çok farklı yöntemler geliştirdi. Bu yöntemlerin en belirginlerinden biri de batıyla uzlaşmacı hatta batıya eklemlenmiş dolayısıyla düşmanla daha uyumlu ilişkiler olanıdır.

Sonuç

Günümüzde Müslümanların dönüştürülmesi maksatlı üretilmiş bir proje olarak ‘ılımlı İSLÂM’ için tarihi, sosyal, psikolojik bir altyapı, potansiyel anlamda barındırdığımız bir gerçektir. Bu gerçekliğin olumlu ya da olumsuz kullanımı biz Müslümanların irade ve şuuruna kalmıştır. Bizim sahih bir zeminde kazanımımız olan hoşgörü, alçak gönüllülük, merhametlilik gibi vasıflarımızı yanlış zeminlere kaydırmamız, düşmanı suçlamak için bir gerekçe teşkil etmez. Hz. Peygamber’in (sa) kişiliğinde karşılık bulan ahlâki vasıfları bütün boyutlarıyla ve dengeli bir şekilde ortaya çıkarmak, aşırılıkların giderilmesinde tek çaredir. Peygamberini kalem ve kılıçla gönderen Allah’a hamdolsun.

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ