ATALET - rahle.org

ATALET - rahle.org

ATALET


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Atalet Nedir?

İnsanların bireysel olarak, hayatlarında başarmak istedikleri birçok arzusu vardır. Bu arzular ve hedefler elbette kişilere göre değişebilir.

Hedefimize ulaşabilmek için neler yapmamız gerektiğini biliyoruz. Bu yapmanız gerekenleri niçin yapmamız gerektiğini de biliyoruz. İstersek nereden başlayabileceğimizi ve işleri nasıl yapabileceğimizi de biliyoruz. Yapmamakla neler kaybettiğimizi, yaparsak neler kazanacağımızı da biliyoruz. O işi yapmayı istediğinizi de düşünüyoruz. Ama yine de yapmıyoruz. Bir türlü ilk adımı atamıyor, eyleme geçemiyoruz. Ya da eyleme geçtikten sonra yarı yoldan vazgeçiyoruz.

Hiç düşündük mü; bizi durduran nedir?

Bizi durduran “atalet”tir.

Atalet fizik biliminde “eylemsizlik hali”, kişisel gelişim terminolojisinde “amaca yönelik eyleme geçmeme” demektir. Onlarca kişisel gelişim kitabı okuduğu halde, o kitaplarda anlatılanları uygulamayanların sorunu atalet içerisinde olmalarıdır. Yıllardır başarılı olmak için hayaller kuran, hedefler koyan, planlar yapan ama bir türlü ilk adımı atamayan kişilerin sorunu da atalet halinde yaşıyor olmalarıdır.

Atalet aslında un, yağ ve şekerin olup da kişinin helva yapmaması hali gibidir. Her türlü imkân var fakat kişi bir türlü harekete geçmiyor veya geçemiyorsunuz!

Ataletin Kişisel ve toplumsal hayatımızda en fazla göründüğü yönü ise "ERTELEME HASTALIĞI" dır. Bu öyle bir hastalık ki bulaştığında hayatın her alanına sirayet ediyor.

Öyle ki;

          İmkânınız olduğu halde yapmıyorsunuz.

          Paranız olduğu halde infak etmiyorsunuz.

          Vaktiniz olduğu halde namaz kılmıyorsunuz.

Atalet bir virüs gibidir. Onunla ömür boyu mücadele etmeniz gerekir. Her an yayılabilir. Bazen yayıldığının farkında bile olmayabilirsiniz. Bazen bir alanda başarılı olursunuz diğer alanda atalete düşebilirsiniz.

Atalet, insanın içinde oluşur ve maalesef diğer insanlara da bulaşır. Zararı sizinle de sınırlı kalmaz başka insanları da atalete sürüklersiniz.

Bunun tersi de geçerlidir. Yakınınızdaki birisi bu hastalığa yakalanmış ise size de bulaşabilir. Dikkatli olmalı veya ondan uzaklaşmalısınız.

“Ataletli” insanları nereden tanıyabiliriz?

Atalet halinde yaşayan kişiler genellikle yavaş hareket ederler. Tembellik, yılgınlık, yeis, miskinlik, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi hareket etmek, yumurta kapıya gelmeden harekete geçmemek, bezginlik ve şevksizlik karakteristik özellikleridir.

Görevlerini yaparken sık sık işleri erteler, mazeret beyan ederler. Hayata bakışları sitemkâr, umursamaz, reaktif, kötümser, eleştirel ve kaygılıdır. Bu nedenle de yaşama sevinçleri ve hayat enerjileri çok düşüktür. Onları çağırdığınızda genelde başlarını kaldırmadan kaşlarını kaldırarak size bakarlar!

İnsanlar neden eyleme geçemezler? Neden atalet halinde yaşarlar?

Bu sorunun cevabı kişilere göre değişmektedir. Bunun yanında temel nedenler şunlardır;

          Hedef yokluğu,

          İç disiplin (irade) zayıflığı,

          Kısa vadeli düşünmek ya da uzağı görememek,

          Alınganlık ve pasif direnç duygusu içerisinde yaşamak,

          Motivasyon yetersizliği,

          Negatif kurum kültürü,

          Konformist ve hedonist (hazcı) bir dünya görüşüne sahip olmak,

          Başarısızlık korkusu,

          Standart ve kriter algısının olmaması,

          Öğrenilmiş çaresizlik duygusu,

          Hedefin gerektirdiği asgari yeterliliklere sahip olmamak,

          Zaman kullanma bilincinin olmaması,

          Objektif bir performans değerlendirme sisteminin olmaması,

          Yanlış yorumlanmış kadercilik anlayışı,

          Açık değil imalı iletişim kültürüne sahip olmak,

          Sert gerçeklerle yüzleşme cesaretine sahip olmamak

Atalet halinde yaşayan kişiler ikiye ayrılır;

1.         İç disiplini ve motivasyonu zayıf olduğu için harekete geçemeyenler.

2.         Aşırı iş yükü altında boğuşmaktan önemli işlere öncelik veremeyenler.

Bu kişilerin temel sorunu ise temelde kişisel organizasyon mekanizmalarının yetersiz olmasıdır. Ayrıca İlk grup tembel ve iradesiz, ikinci grup gayretli ama metotsuzdur.

Maalesef Ataletin sonuçlarını yaşama açısından iki grup birbirine eşit durumdadır.

İnsanlar ataletten neden kurtulamıyor?

1.         Neden; atalet halinde yaşadıklarının farkında olmamalarıdır.

2.         Neden; ataletin nedenini kendi içlerinde değil dışarıda arama eğiliminde olmalarıdır.

3.         Neden; ataleti yenmek için de ataletten kurtulmuş olmanın gerekmesidir.

6.         Ataletin oluşumu iki aşamada gerçekleşir;

1.         Aşama; çevredeki değişiklikleri görmemek / yapması gerekenleri görememek (körlük)

2.         Aşama; yapması gerekenleri gördüğü halde hiçbir şey yapmamak, ihmal etmek, üşenmek, ertelemek ve eyleme geçmemektir.

Ataleti tehlikeli yapan ise aşamalı şekilde oluşmasıdır. Bu özelliği ile Atalet bir nevi kanser gibidir.

Şok değişimlere karşı kişiler, kurumlar ya da toplumlar reflekslerini kullanarak harekete geçebilirler. Oysa tedricen (kademeli) oluşan değişimleri bünye tam algılayamaz. Bu durumun tipik örneği meşhur “suyu ısınan kurbağa” deneyidir;

Bir kurbağa sıcak suya direkt atılır. Yaşadığı şok değişimin etkisiyle kurbağa zıplayarak atıldığı kaptan çıkar. İkinci denemede kurbağamız bu defa içinde oda sıcaklığında su bulunan bir kaba konulur. Kap bir ısıtıcının üzerine konulur ve kurbağanın suyu ısınmaya başlar! Su ısındıkça kurbağa gevşemeye, rehavete ve atalete düşmeye başlar. Suyun sıcaklığı “yakıcı” seviyeye ulaştığında kurbağa zıplayıp kaptan dışarı çıkmaya çalışır ama artık bacak reflekslerinin çalışmadığını görür. Ataletin insanı etki altına alma şekli de yaklaşık olarak bu şekildedir.

İnsanların hayat karşısındaki duruşları da örneğimizdeki kurbağa ile pek çok noktada benzerlik göstermektedir. Pek çok kişi ya hiç eyleme geçmez ya da artık eyleme geçmenin dahi sorunu çözemeyeceği noktada bir şeyler yapmaya başlar.

İnsanları eyleme geçme şekillerine göre 4 gruba ayırabiliriz:

1.         Bilen ve yapanlar (profesyonelce başaranlar)

2.         Bilen ama yapmayanlar (ataletliler)

3.         Yapan ama bilmeyenler (amatörler)

4.         Yapmayan ve bilmeyenler (başarısız kişiler)

Eğer 1. grupta yer almak ve başarmak ve Ataleti Yenmek istiyorsanız aşağıdaki “ipuçlarını” izleyebilirsiniz.

1.         Ataletten kurtulmanın ilk adımı atalet halinde yaşadığını fark etmektir. Kabul etmektir!

2.         “Üşenmeyin, Ertelemeyin, Vazgeçmeyin”. Atalete düşmek istiyorsanız önce hedefler belirleyip planlar yapın, sonra da üşenin, erteleyin, vazgeçin!

3.         Umutlarınızı yüksek, sabit giderlerinizi düşük tutun. Atalete düşmek istiyorsanız umutlarımızı düşük, sabit giderlerinizi yüksek tutun!

4.         Geniş düşünün, dar başlayın, çabuk bitirin. Atalete düşmek istiyorsanız “dar düşünün, geniş başlayın, geç bitirin” tarzında çalışın!

5.         Her alanda bir şeyler öğrenin, bir alanda ise her şeyi öğrenin. Atalete düşmek istiyorsanız her alanda yüzeysel bir şeyler öğrenin.

6.         Panonuza şu soruyu yazın: Bugün yapmadıklarımın gelecekteki sonuçları neler olacak?

7.         Hayatta başınıza gelen olaylardan daha çok, o olaylara verdiğiniz anlamların sizi atalete düşürdüğünü unutmayın. Önemli olan size neler olduğundan daha çok sizin nasıl biri olduğunuzdur.

8.         Eyleme geçmek için mükemmel hale gelmeyi beklemeyin. Özellikle küçük işlerde kervanı yolda düzeltecek şekilde hareket edin.

Genel Manada Atalet 3’e ayrılır

1.         Kişisel atalet.

2.         Kurumsal atalet.

3.         Ulusal atalet

Bireylerin atalet halinde olmaları, bir süre sonra o bireylerin yönettiği kurumların da atalete düşmesine neden olmaktadır. Ataletli bireyler ve kurumlar da bir araya gelerek ataletli toplumları oluşturmaktadır.

Bir ülkede veya bir toplumda, sorunların ve çözümlerin neler olduğu, bu çözümleri kimlerin uygulaması gerektiği biliniyor, çözümsüzlüğün bedelleri her gün ödeniyor ama yine de yapılması gerekenler yapılmıyor ise, o ülkede atalet hali oluşmuş demektir.

Atalet halini yoğun ve yaygın olarak yaşayan toplumların “yapabilecekleri” ile “yaptıkları” arasındaki fark gittikçe açılır. Verilen kamusal sözler genellikle tutulmaz ve işler sürüncemede kalır. Toplumsal atalet halinin egemen olduğu toplumlarda; bu durumun sonucu olarak, kişisel ve kurumsal atalet hali de yaygındır. Toplumsal ataletin önemli sonuçlarından ikisi yoksulluk ve yolsuzlukların artmasıdır.

Atalet oluşumuna neden olan iki türlü davranış vardır;

Yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımız ve yapmamamız gerektiği halde yaptıklarımız. Her ataletli toplum, ataletini yenebilecek gücü kendi içinde taşır. Bu enerjinin kullanılmasını engelleyen şey de ataletin kendisidir.

Hiçbir toplumsal atalet hali sonsuza kadar sürmez. Toplum o Ataleti kırar veya felaketler o Toplumu kırar!

Bir toplumun başına gelen olaylar değil, o olaylara verdiği anlamlar onu atalete düşürür. Toplumsal atalet hali kalıcılığını, atalet halinin uzun süre devam edeceğine dair inançtan alır.

Ataletin İlacı Çalışma!

Çalışma kelime olarak “çabalamak, sa’y etmek, emek ve gayret sarf etmek” anlamına geldiği gibi “faaliyet, faal olma, hareketlilik, hareket etme, aktivite, amel, iş” gibi kelimelerle de yakın anlam içerisindedir.

Çalışma en geniş anlamıyla faaliyet olarak kabul edilecek olduğu takdirde bu faaliyet, varlığın en temel, en belirgin özelliğidir. Bu noktada faaliyet, var olma ya da varlığını duyma ve duyurma demektir; bu yönüyle çalışma, doğrudan var olmayla alâkalıdır. Zira faal halde olmak için önce var olmak gerekir. Ayrıca var olmanın bizatihi kendisi bir faaliyettir, bir aktivite ve oluştur da denebilir. Zira vücutta asla Atalet yoktur. Atalet, vücut içinde yokluk, hayat içinde ölümdür; buna karşılık faaliyet ve çalışma ise asıldır.  Öyleyse, var olmanın en önemli derinliği hareket ve faaliyettir, hamledir. Bunun zıttı olan hareketsizlik, bir çözülme ve ölümün bir başka adıdır.

Gözümüzü dünyaya çevirdiğimizde hareket ve faaliyetin kâinatın en temel özelliği olduğunu, canlı-cansız bütün varlığın her an faaliyet içerisinde bulunduklarını fark ederiz. Zaman, var olma ve yeni özellikler kazanıp kaybetme niteliğiyle her an değişmekte olan tabiat, hareket etmekte olan dünya, güneş sistemi ve galaksiler, atom ve elektronların hareketlilik ve dinamizmi bunun en açık delilidir.

“Delil mi isterler? İşte ölmüş yer! Hayatı ona Biz veriyoruz. Oradan yiyecekleri habbeleri çıkarıyoruz… Ne güneş aya kavuşabilir ne de gece gündüzün önüne geçebilir. O gök cisimlerinden her biri birer yörüngede akar durur.” (Yâsin Sûresi, 36/33, 40).

“Allah O’dur ki, gökleri sizin de görüp durduğuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arş’ın üstüne istiva etti. Güneşi ve ayı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belli bir vakte kadar dolaşmaktadır.” (Ra’d Sûresi, 13/2; krş. Lokman Sûresi, 31/29, Fâtır Sûresi, 35/13; Zümer Sûresi, 39/5)

Zihnimizi dış âlemden kendi üzerimize ve içimize çevirdiğimizde de aynı gerçeği bütün açıklığıyla görebiliriz. İnanılmaz bir dinamizm, sistem, muhteşemlik ve gayelilik görürüz. En hareketsiz, en atalet içinde bulunduğumuz anlarda bile irademizin dışında bütün hücrelerimizin sürekli faaliyet içinde olduklarını, bizim varlığımızı devam ettirmek için çalışmayı âdeta kendi varlıklarının gayesi haline getirdiklerini, hücrelerimizin doğumumuzdan bugüne kadar acaba kaç kere değiştiğini, sürekli biz olarak kalmamızla birlikte her an değişmekte olduğumuzu fark etmemiz ve ürpermemiz gerekir.

Hareket ve dinamizmin bu enfüsî ve afakî evrenselliğinden dolayıdır ki ekmel dinimiz İslâm, Kâdir-i Mutlak fa’âl bir Allah inancını bizlere öğretmiş (Bürûc Sûresi, 85/13-16; Rahman Sûresi, 55/29), buna bağlı olarak atalet ve sükûn içindeki bir kâinatı değil, aksine faal bir evren anlayışını gözümüzün önüne sermiştir. İlaveten, canlı-cansız varlıkların bu faaliyetlerinin gayesiz olmadığını, hem Allah Teâlâ’nın küllî ve cüzî maksatlarına uygun birçok hedefleri olduğunu hem de böylelikle Yüce Rabbe kulluk şuur ve faaliyeti sergilediklerini göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn Sûresi, 23/115) ve “Yedi gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan her şey O’nu (n şanını yüceltir) tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur…” (İsrâ Sûresi, 17/44)

Anlamındaki ayetlerle varlığın boş ve maksatsız olarak yaratılmadıkları, her bir varlığın hem kendileri hem de bağlı oldukları türler ve sistemler adına Allah’ın şanını yücelttikleri bildirilmektedir.

Ataletin Tedavisi Çalışmadır!

Çalışma, İlâhî Sıfatlarla ve Allah Teâlâ’nın Ahlâkıyla Ahlâklanmadır!

Kâinatın dinamik yapıda olması, Allah Tealâ’nın varlığı, sıfat ve isimleriyle doğrudan alâkalıdır. Bu dinamizm, O’nun Zatı ve Vücud’u başta olmak üzere, sıfatlarının ortak niteliğidir.

Meselâ, Allah’ın “Hayy, Kâdir, Hâlık, Mübdî, Bedî’, Musavvir, Muhyî, Mumît, Rezzak, Mukît, Kâbız, Vehhab, Vâlî, Tevvâb, Mucîb, Semî’-Basîr...” gibi sıfat ve isimleri, Yüce Yaratıcı’nın kâinatla ve faaliyetle alakasını göstermektedir.

Allah Teâlâ da; “Bir de o dağları görür, donuk ve hareketsiz sanırsın. Oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. İşte bu, her şeyi muhkem ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml Sûresi/27: 88), “Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır.” (Hûd Sûresi/11: 107), “O daima ayrı bir tecellî ile her an faaliyettedir.” (Rahman Sûresi/55: 29) anlamındaki çeşitli ayetlerde kendi İlâhî Zâtını, dilediğini hikmetle yapan, her an faal halde bulunan, yaratan, suret ve şekil veren, ilk kez yoktan var eden gibi sıfatlarla vasıflandırmıştır.

Çalışma Kâinatın Düzenine Katılmadır.

Kâinatın bir parçası olan ve ondan ayrı düşünülemeyecek bulunan, en şerefli varlık konumundaki insanın da bu evrensel kaidenin dışında olması düşünülemez. Bu itibarla faaliyet halinde bulunma, insanın mecburî fıtrî bir özelliği, faaliyet ve çalışma da fıtrî bir insan faaliyeti olmak durumundadır. Zira beslenme, barınma, giyinme, savunma, inanma ve ahlakilik gibi insanın en temel maddî-manevî ihtiyaçları ancak insanın faaliyet içinde olması ve çalışmasıyla gerçekleşebilmektedir.

Bütün bunlara göre faaliyet ve çalışma, bizatihi bir var oluş ve varlığın en temel özelliğidir. İlâhî Zat’ın ve O’nun sıfatlarının ortak vasfıdır. Faaliyet, Yüce Yaratıcının koyduğu evrensel bir kanundur. Çalışma, İlâhî sıfatlara uygun bir davranış, evrenin faaliyet ve düzenine katılış, onlarla birlikte hareket ediştir.

Atalet ve tembellik ise hem Allah’ın İlâhî sıfatlarına hem de canlı-cansız bütün varlıkların faaliyet ve düzenine aykırı bir duruştur. İlâhî faaliyete ve evrensel düzene bir tür isyan veya kâinatın işleyiş çarkının dışında kalıştır.

Bu itibarla çalışma, evrensel bir düstur ve ahlaki bir gerekliliktir.

Çalışma, Peygamberlerin ve Salihlerin Yoludur.

Peygamberler hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî sorumluluk noktasında daima faaliyet içerisinde bulunmuşlardır. Hattâ geçimlerini temin noktasında, birçok peygamberin belli mesleklerin pîri olacak kadar hayatı kazanmada öncüler oldukları bilinmektedir.

Meselâ Hz. Âdem (as), ilk çalışan meslek insanıdır. O, hem çiftçilik hem de dokumacılık yapmıştır. Hz. İdris (as) terzi ve kalemle ilk yazı yazan, Hz.İsmail (as), ilk Arapça yazı yazandır. (Süheylî 1387, 1:78; Paşa 1984, 1:18); Hz. Nuh (as) ile Hz. Zekeriya (as) ise marangozdur. Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre Resûlüllah (s.a.s), Hz. Davud (as)’ın elinin emeğinden başka bir şey yemediğini, Zekeriya (a.s)’ın da marangoz olduğunu haber vermiştir (Buharî, “Büyû”, 15; Müslim, “Fedail”, 45). Hz. İbrahim (as) hububat tohumu satarak geçiniyor, aynı zamanda ziraat ve marangozluk yapıyordu. Hud ve Salih (a.s) ticaretle, Hz. Eyyüp (as) çiftçilik, Hz. Davud (as) sultan olduğu halde demircilik (bk. Sebe’ Sûresi, 34/10-11), Hz. Musa ve Hz. Şuayb (a.s) ise çobanlık yaparak geçinmişlerdi (Yavuz 1992, 46-49). Allah Resûlü (s.a.s.) de çobanlık ve ticaret yapmış olduğu malûmdur (a.g.e., 49).

Faaliyet, insanların zirveleri olan peygamberlerin belirgin özelliklerinden olunca, onları örnek almak en uygun davranış olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ

“İşte, o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü!”  (En’am Sûresi, 6/90) meâlindeki âyetiyle, inananlara ve onların şahsında tüm insanlığa peygamberin yolundan gitmemizi, onları örnek almamızı emretmiştir.

Dünya geçimini temin açısından bakıldığında, Allah Resûlü (s.a.s),

“Bir kimse kendi eliyle çalışıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.” (Buharî, “Büyû”, 15); “İnsanın kazandıklarının en hayırlısı, çalışıp kazanarak elde ettikleridir.” (İ. Hanbel, 2: 354, 357); “İçinizden kim bana insanlara yük olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine dair söz verirse, ben de ona Cennet’te olacağına garanti veririm.” (Tirmizî, “Zühd”, 61) gibi beyanlarında, insanları çalışmaya ve haklı kazanca teşvik etmiş; Fahr-i Kainat (s.a.s) hangi kazancın en temiz ve en üstün olduğu sorulunca da şöyle beyan buyurmuştur;

“Kişinin bizzat kendi emeğiyle kazandığı iş ve şüpheli olmayan helâl alışveriş en temiz ve en üstün kazançtır”  (İ. Hanbel, 3:466).

Resûl-ü Ekrem (s.a.s) helâl kazancı sadece emretmekle kalmamış, hayatı boyunca geçimini helâlinden çalışarak bizzat kendi elde etmiştir. Kendisinin dinî-dünyevî otorite olmasını istismar etmemiş, normal bir insan gibi hem kendisi ve ailesi hem de toplumu ilgilendiren hizmetlerde bizzat çalışmış ve tembellikten, insanlara yük olmaktan şiddetle kaçınmıştır. Nitekim Cenab-ı Resûl (s.a.s), Hz. Aişe (r.anha)’nin anlattığına göre ailesinin işlerine de yardım eder, ev işlerinde çalışır, elbisesini yamar, elbiselerini kendisi temizler, ayakkabısını tamir eder, evini süpürür, koyunlarını sağar, devesini bağlardı (Miras 1960, 2:644). Satın aldığı eşyayı bizzat kendisi taşır, koyun ve develere işaretleri kendisi koyardı. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin yapımı sırasında herkes bir kerpiç taşırken O, iki kerpiç taşıyarak caminin yapılmasında bizzat çalışmıştı. Hendek Savaşı öncesi hendek kazılması sırasında ashabın bir türlü kıramayıp Hazret-i Resûl’den (s.a.s) yardım istemeleri üzerine eline balyozu alarak kendisi kırmış, ashabına yardım ederek hendekten çıkan toprakları taşımıştır (Yavuz, 50).

Bir defasında da Resûlullah (s.a.s) Sa’d b. Muaz’la tokalaştığında ellerinin nasırlı olduğunu fark etmiş, sebebini sorup ailesini geçindirmek için amelelik yaptığını öğrenince

“İşte Allah’ın sevdiği eller.”  diyerek onun ellerini öpmüştür (Serahsî, 30:245). Ayrıca O (s.a.s), çalışıp kazanmanın dinî önemine dikkat çekmek için her Müslümana sadaka vermenin vacip olduğunu belirtmiştir. Orada bulunanlar sadaka verecek bir şey bulamadığında ne yapılacağını sorunca

“Çalışsın, elinin emeğiyle kazandığını hem kendisi için harcasın hem de sadaka versin.”  Buyurmuştur. (Miras, 12:133).

Hâtemu’l-Enbiyâ (s.a.s) bununla da kalmamış, kişinin çalışmasını, ailesini geçindirmesini, üretimde bulunmasını gündüzleri oruç, geceleri namazla geçirme gibi bazı nafile ibadetlerden ve cihad gibi farz-ı kifaye olan ibadet mahiyetli emirlerden daha hayırlı kabul etmiştir (Buharî, “Nafakât”, 1).

Sahabe efendilerimiz, her hususta olduğu gibi kazançlarını temin için çalışmada da Resûlü’s-Sakaleyn’in (s.a.s) yolunu izlemişlerdir.

Nitekim Hz. Ebû Bekir zahirecilik, Hz. Ömer dericilik, Hz. Osman kervanlarla ticaret yaparak hayatlarını kazanıyorlardı. Hz. Ali ise ücret karşılığında başkalarının yanında çalışır, yani bir nevî amelelik yapardı (Yavuz, 50-51). Sahabenin önde gelenlerinden Abdurrahman b. Avf da Medine’de Resûlullah’ın (s.a.s) kardeş ilan ettiği Ensar’dan Sa’d b. Rebi’ kendisine malının yarısını teklif ettiği halde o, pazar yerini sormuş, yerini öğrenince de pazara gidip keş ve yağ alıp satmış, geçimini bir süre bu şekilde kazanmıştır (Miras, 6: 341-342).

Çalışma İslam’ın Temel Emridir!

Allah Teâlâ birçok âyette çalışmanın önemini beyan etmiştir. Öncelikle Allah (c.c), insanı Kendisi adına yeryüzünde tasarrufta bulunması için halife olarak yaratmış ve varlıkları insanın emrine vermiştir (Yunus Sûresi, 10/14). Cenâb-ı Allah’ın insana böyle bir sorumluluk yüklemesi, varlıkları onun emrine vererek şereflendirmesi, insanın faal bir varlık olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Allah Teâla;

“İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatlarını tam olarak verecektir.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/57); “Allah, iman eden ve iyi şeyler yapanlara söz vermiştir, onlara bağışlama ve büyük mükâfat vardır.” (Mâide Sûresi, 5/59; Nisâ Sûresi, 4/57)

Anlamındaki ayetlerde, iman etmenin peşinden öncelikle ameli / faaliyette bulunmayı, insanî bir olgu; ilaveten “salih amel”i, yani hayırlı, güzel faaliyetler içerisinde bulunmayı da müminlerin bir özelliği olarak zikretmiştir. İlgili ayetlerdeki insanoğluna yönelik “salih amel” kavramı umumî bir ifade olup, farz ve nafile ibadetlerin yanı sıra, onun zihnî, kalbî ve bedenî bütün hayırlı-güzel faaliyetlerini kuşatmaktadır.

Bu noktada tefekkürün zihnin faaliyeti, zikrin ise kalbin ve dilin faaliyeti olduğunu hatırlamak gerekir. Faaliyet ve çalışmanın iman ile olan bu yakın ilişkisinden dolayıdır ki, başta peygamberler olmak üzere bütün salih insanlar, aynı zamanda dinamizim ve aksiyon insanı olmuşlardır.

İslâm, Salih faaliyet ve çalışmayı farz kılmıştır!

Nitekim Allah Teâlâ Asır Süresinde kurtuluşa Erenlerin Salih Faaliyet te bulunanlar olacağını ifade etmiştir. Ayrıca;

“De ki: Çalışın, yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de göreceklerdir.” (Tevbe Sûresi, 9/105) ve “Ey iman edenler düşmanlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve savaş atları (araçları) hazırlayın ki bunlarla Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği kimseleri korkutasınız.”(Enfal Sûresi, 8/60) şeklindeki beyanı ile farz kılınmıştır.

Âyetler, sadece savaş veya savunma maksadına yönelik silahlı kuvvetler hazırlamayı ve bu doğrultuda çalışmayı değil, geçim için çalışmayı, helalinden kazanmayı da ifade etmektedir. Buna ilaveten cuma namazına çağrıldığında alış-verişin bırakılıp derhal namaza gidilmesi, namazı kılınca da yeryüzüne dağılarak Allah’ın rızkını elde etmek için çalışmaya başlanılmasının ifade buyurulması (Cum’a Sûresi, 62/9-10) da meselenin ehemmiyetini göstermektedir. Nitekim İslâm âlimleri, helâl rızık elde etmek için çalışmanın her Müslüman’a farz (Münavî, 4:260); bazıları ise ailesinin geçimini temin etmesinin icma ile vacip olduğunu söylemişlerdir (Miras, 11:372). (Ancak bu vücupla farz oluşunu kastetmiş olmalıdırlar).

Ehl-i Sünnet âlimlerin çoğunluğuna göre bir insanın kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak, borçlarını ödemek ve yardıma muhtaçlara el uzatmak için çalışması farzdır. (Mülteka, 2:229).

Çalışmada farz olan, nasıl ve ne şekilde olursa olsun değil, helâl-meşrû yolda çalışıp kazanmaktır. Bunun aksi ise haramdır. Allah Teâlâ;

“Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz temiz olan şeylerden yiyiniz ve eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara Sûresi, 2/172; krş., Bakara Sûresi, 2/267) anlamındaki âyetle helal olan şeylerin yenilmesini, temiz ve doğru kazançların helal kılındığını bildirmiştir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s) de aynı şekilde davranmıştır ki bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de

“O peygamber, temiz olanları helal, pis olanları ise haram kılmıştır.” (A’raf Sûresi, 7/157) şeklinde ifade buyurulmuştur.

Ataleti Yenmek İçin Kimin Kazanacağına Karar Vermeliyiz,

Atalet, tembellik öyle bir hastalıktır ki (Nefsi Hastalık); Sahibini, Mevla’nın bahşetmiş olduğu akıl nimetini, fikre dönüştürme zahmetinden dahi alıkoyar. Bu sebeple kişi evvela kendine olan saygısını yitirir ve hatta Öz saygıyı lüzumsuz görür. Bir adım sonra “dilediği gibi” davranma salahiyetini elde eder. Yaradılıştan var olan insan olma şeref ve onurunu kendisinden süratle uzaklaştırarak, kendisine ve çevresine daima yük ve eziyet haline gelmiş olur. Yaptığı hiçbir pervasızlık, onurunu zedelemeyeceğinden (öyle bir endişe taşımadığından), “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” hadisini nasihatane algılamak şöyle dursun, emir telakki etmiş olacaktır.

Kişi sahip olduğu nefsi hastalıklardan dolayı hekimlere başvurur. Reçetelerden medet umar. Çeşitli uyuşturucu kapsüller vesilesiyle ruhunun ızdırabını dindirmeye çalışır.

Batılı hekimler nefsi hastalıkların adına psikoloji dediler diyeli bedende görünmeyen, belirti ve hasar vermeyen rahatsızlıkların, görünmeyen ve bizi insan yapan asıl unsurun gıdasız kalmasından kaynaklandığı bilinemez, şifası bulunamaz, tedavi edilemez olmuştur. Maalesef Her geçen gün sayısı artan psikolojik vakalar icat olmuştur. Olmaya Devam Etmektedir.

Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbirleriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, diğeri ise siyahtı. Çocuk kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, ikinci köpeğe neden ihtiyaç olduğunu ve renklerinin neden illa siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu. Dedesine merakla sordu. Yaşlı reis bilgece bir tebessüm ile torununun sırtını sıvazladı.

- “Onlar, benim için iki simgedir evlat.”

- “Neyin simgesi” diye sordu çocuk.

- “İyiliğin ve kötülüğün simgesi. İyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımdalar onlar.”

Çocuk;  “mücadele varsa kazanan da olmalı” diye düşündü ve bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi;

-  Peki, dedi. “Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”

Yaşlı reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.

- Hangisi mi evlat?

- “Ben hangisini daha iyi beslersem o kazanacak!”

Gönül denen makam bir saray ve o sarayın yönetimi iki rakibin arasında paylaşılacak. Kral kim olacak? Hangi rakibin kral olacağını beslenme biçimimiz belirleyecektir!

Ataleti Yenmek İçin Basit Bir Öneri,

Gözümüzde büyüyen angarya işler ya da koltuktan bile kalkmaya üşendiğimiz zamanlar. Hepimizin hayatında var olan atalet ve tembellikten kurtulmak aslında çok kolaydır.

Newton’un dediği gibi; "Duran cisimler durma eğiliminde, hareket eden cisimler hareket eğiliminde olur". Bu açıdan bakıldığında ataleti yok etmenin tek yolu, nasıl olursa olsun, bir şekilde harekete geçmektir!

Bu farkındalığı kazandığımızda ise karşımıza başka bir kocaman engel çıkıyor. Zihin! Yapılacak şey çok, sen bir kişisin, zaman az! Haliyle kafamızın içinde yankılanan cümle hemen “Yaa şimdi kim kalkıpta…, üç gün sonra bilmem ne olunca, şey yaparız.”

Atalet, tembellik, üşengeçlik halinde olduğumuzu kavramamıza rağmen, bahane üretmek harekete geçmekten daha kolay geliyor. Bir kurtulsak neler yapacağız ama işte bahane bahane bahane…

Bu kadar büyükmüş gibi görünen sorunun çözümü ise aslında çok çok basit. Yaratıcı ve din kavramları olmayan Japonlar, bunun üstesinden gelmenin basit bir formülünü keşfetmişler. Adı da Kaizen.

İlk bakışta mantığı çok basit duruyor. O kadar basit ki sanki işe yaramayacakmış gibi. Diyor ki; Bir şeyi başarmak, çok çok küçük bir sürü adımın atılması ile gelir!

Daha kolay kavranabilmesi için en yaygın örnek üzerinden gidelim. Evi batmış bir durumda. Su içecek bardak kalmamış, pencerenin üstünde örümcek ağı var, kıyafetler o kadar dağınık ki, aynı çift çorabı giymek bir hayal gibi.

Sende son 2 haftadır, temizlik yapmam lazım diyorsun. Sürekli ağzında olmasına rağmen iki haftadır hiç aksiyon yok. Bugünde evi temizlemem lazım diye birkaç arkadaşını ekip eve dönmüşsün, ancak koltukta yayılmaktan başka bir şey yaptığın yok.

“İşte bir çıkmaz, ya tatil günü temizlik mi yapılır” ile “başlasam 2-3 saate biter aslında” arasında gidip geliyorsun. Newton prensibi gereği ise oturdukça, oturasın geliyor. Sonrasında “ya pazartesi akşamı zaten bir şey yok o zaman yaparım” diyerek bir günü daha atalet içinde hiçbir şey yapmadan geçireceksin.

Kaizen burada devreye giriyor. Tüm evi bal dök yala kıvamına getirmek, çamaşırları yıkayıp ütülemek, sonra bulaşıkları halletmek falan filan diye işleri gözünde büyütmektense, hepsini unut ve alarmını bir dakikaya ayarla.

Geri sayımı başlatır başlatmaz en yakınındaki işleri halletmeye başla. Alarm çaldığı zaman yaptıklarına bak. Bir dakikada ne kadar iş yapabildiğini gördüğünde, kendiliğinden bir özgüven durumu oluşuyor.

Sonraki 1 dakikayı başlatmak, daha kolay bir hale geliyor. Momentum yakalayana kadar 1 dakikalık geri sayımlarla işleri halletmeye devam ettikten sonra, saate bakmayı bile unutup devam edeceksin.

Masaaki Imai tarafından 1986 yılında geliştirilen Kaizen, o günden beri dünyaca bir üne kavuşarak, uluslararası şirketlerde bile kullanılmaya başlayan bir sisteme dönüşmüştür.

Ataleti yenmek için uluslararası şirket olmanıza gerek yok. Bitirilmesi gereken küçük işlerden, büyük atılımlara kadar her konuda siz de bu sistemi kullanabilirsiniz.

Esasen Bu konuyu Allah Resulü (s.a.v.) En güzel şekilde ve çok basitçe tanımlamıştır.

“Amellerin En Güzeli Az da olsa sürekli olanıdır!”

Ataleti Yenmek İçin Hayırlı İşlere Koşmak Ve İyilik Yapmak Gerekir

“Her toplumun yöneldiği bir yönü ve yöntemi vardır ki, ona doğru yönelir. Ey Muhammed ümmeti! Siz de hayırlara yönelip bu hususta birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizi kendi katında toplayacaktır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Bakara: 2/148)

“Rabbinizden bir bağışlanmaya ve genişliği göklerle yer kadar olan, yolunu Allah ve kitabıyla bulmaya çalışanlar için hazırlanmış cennete ulaşmakta birbirinizle yarışın.” (Âl-i İmrân: 3/133)

“Elbette her zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten her zorluğun yanında bir kolaylık daha vardır. Öyleyse boş kalınca hemen kalk, (başka bir) işe koyul. Ve yalnız Rabbine giden yola yönel.” (İnşirah, 5-8) Bu konuda benzeri ayetler için bakınız: (Ali İmran: 3/114, Enbiya: 21/90, Mü’minun: 23/61, Hadid: 57/21, Maide: 5/48, Fatır: 35/32, Tevbe: 9/100, Vakıa: 56/10).

1.         Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, Mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; Mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar.”  Hayırlı İşleri ve Sevap Kazandıracak Amelleri gecikmeksizin ağırlık verip yapmak gerekir. Çünkü gelecek günlerin ne getireceği belli olmaz.

2.         Ebû Sirve’a (veya Serve’a) Ukbe İbni Hâris radıyallahu anh şöyle dedi: Bir keresinde Medine’de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Resûlullah selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı, safları yararak hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bu telaşından endişe ettiler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kısa sürede döndü, kendisinin bu acele davranışından dolayı meraklanmış olduklarını gördü ve şöyle buyurdu:

Odamızda birazcık altın –veya gümüş– olduğunu hatırladım da beni hayırda acele etmekten alıkoymasını istemedim ve derhal dağıtılmasını emrettim.” Buhârî’nin bir başka rivayetinde bu ifade şu şekildedir: “Odada, sadaka (olarak dağıtılacak) bir miktar altın –veya gümüş– bırakmıştım. Onun gece evde kalmasını uygun görmedim.”

3.         Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir adam geldi ve şöyle dedi:

– Ey Allah’ın elçisi! Hangi sadakanın sevabı daha büyüktür?

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu:

– “Güçlü–kuvvetliyken, sıhhatın yerindeyken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de “falana şu kadar”, “filana bu kadar” demeye bırakma. Zaten o mal vârislerden şunun veya bunun olmuştur.”

4.         Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Yedi (engelleyici) şey (gelme)den önce iyi işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz, unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, (her şeyi) bozup perişan eden hastalık, saçma–sapan konuşturan ihtiyarlık, ansızın geliveren ölüm, gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl, belâsı en müthiş ve en acı olan kıyametten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?”

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ