Ulviyet Ve Sefalet - rahle.org

Ulviyet Ve Sefalet - rahle.org

Ulviyet Ve Sefalet


Facebookta Paylaş
Tweetle

Tevfik Uğur 

 

-...Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik...-

Vahiy ile Materyalist felsefe arasındaki ilk çatışma alanı, insanın varoluşu ve onun özgür iradesi üzerindedir. Adem’den (as) beri hem ruhsal hem de bedensel olarak insanın meydana geliş şeklinin aynı olduğunu dile getiren vahyin karşısında onun hem ömrü hem de içinde yaşadığı toplumun tarihsel serüveni boyunca fiziki ve zihni açıdan değişim evrelerinden geçtiğini ve bu değişimin zaman ilerledikçe kemâlâta -mükemmel olgunluk- doğru yol aldığını iddia eden evrimci felsefe vardır. İnsanı en güzel biçimde yaratan Allah, onun bu güzellikten uzaklaşıp esfele safilin durumuna dönüştüren şeyin batıl yolda kullanılan cüz-i irade olduğunu açıklarken, vahyin aksine felsefe; onun özgür irade sayesinde ilk hal olan sefaletten kurtulup mükemmel bir varlığa doğru yol aldığını savunur.

Allah ahlakı da bedeni de yoktan var eder. Yoktan var etmek yokluk içinden yani zerrenin dahi olmadığı hiçbir şeyden maddeyi bir anda var etmektir. İnsanın çeşitli hallerden geçerek yaratılma olayını “İslam evrime bütünüyle karşı çıkmaz” sefih düşüncesini ayetlerle delil sunarak savunan bazı İslamsı evrimcilerin aksine, Allah’ın yaratış sanatı; var olanın üzerine bir şey inşa edip onu yaratma olarak gösterme hokkabazlığından münezzehtir. Yaradılış sünnetinde bir değişiklik olmaması her alemin -insan, cin, bitki, hayvan… vb- aynı sünnetin kuralları çerçevesinde yaratıldığını yani yüce sanatın her defasında hiçbir farklılık arz etmeden tekrarlandığını ifade eder. Eğer İslamsıların iddia ettiği gibi evrim; yaratma sanatının bir parçası ise bu takdirde canlıların hem ahlakının hem de bedeninin zaman içerisinde evrilip mükemmeliyete doğru olgunlaşması gerekir. Oysa İslam’a göre ne ilk ahlakta ne de ilk bedende zamana bağlı yapısal bir değişiklik söz konusu değildir. Eğer savunulan İslamî evrimden (!)  kasıt “tekrarlama”dan ibaretse bu takdirde İslamsıların, materyalistlerden evrim kavramını taklit etmek yerine Levh-i mahfuzdan süzülen sünnet kavramını sıkılmadan kullanabilmeleri gerekir. O sünnet ki Allah’ın ezelden beri değişmeyen âdeti ve yüce kanunudur. Ki Allah’ın âdetinde hiçbir değişikliğe rastlanamaz. Geçmiş kavimler için vahyin kanunları ne ise hali hazırda olan ve gelecekte var olacak insanlar için de aynı bireysel ve toplumsal kanunlar işleyecektir. (1)

Kur’an, aşama aşama yaratılma olayını açıklarken çamurdan süzülmüş özden (2) yaratılan Adem (as) dışında O ve eşinden türeyen bütün insanların aynı hallerden geçip dünyaya geldiğini vurgular. Bu bağlamda Ademoğlu’nun ana karnında ilkin nutfeye sonra sırayla kan pıhtısına ardından çiğnemlik ete sonra kemiğe ardından ete bürünmüş kemiğe son olarak apayrı bir yaratığa dönüşümü (3) bir kanunun tekrarından ibarettir. Buradaki aşamalar; yaradılış kanunun her vuku bulmasında gelişip mükemmelleşmeyi değil her adımın tüm insanlar için kesintisiz olarak nasıl ilerlediğini ve bu sanatın en ince ayrıntısının sahibi olan Allah’ın yüceliğini insana anlatmak içindir. Vahye göre ana karnından dünyaya gelen her insana aynı ahlak bahşedilir ki bu ahlak (4) Adem’in (as) ilk çocuğundan itibaren mükemmeldir. Öyleyse insan için fıtratın daha doğrusu “Kamîl ahlak”ın değişiminden ziyade “kâmil irade”nin değişimi söz konusudur. Yani “sadece Allah’ın elinin değdiği” ilk ahlakın olgunlaşmaya ihtiyacı yoktur. Ama iradeyi kullanma bilincine erişen her insan, toplumların heterojen -iyilik ve kötülüğün aynı anda var olması- olan ahlakına ilk adım attığı zaman var olan “kâmil ahlakı”nı ya koruyacak ya da onu değiştirip aslını bozacaktır. Bir başka deyişle ilk ahlakın, iradenin kullanımından sonra daha da güzelleşme gibi bir durumu söz konusu değildir çünkü Ahsen-i takvim doruktur bu noktadan itibaren artık sadece düşüş mümkün olabilir ki “aşağıların en aşağı” grubunun sınırı yoktur. O zaman “kamil irade”; Allah’ın insana üflediği “kamil ahlak”ı her anlamda koruyan, ondan hiçbir şey eksiltmeden ve onu zerre miskali kadar bozmadan ölüm anında onu ilk hali gibi Allah’a teslim eden iradedir.

Esfele safilin ise, cüz-i iradenin bütünüyle şer yolunda kullanılıp kâmil ahlaktan hiçbir eser bırakmayan ve iradeyi tümüyle şeytan ve dostlarına teslim eden insanların düşeceği en aşağılık durumdur.

Peygamberler, ormanda yaşam süren ve ömrü boyunca toplumsal bir hayatla tanışmamış olan bir bireye değil, toplumsal hayatın içinde bulunan insanlara gönderilmiştir. Çünkü irade sahibi olmayan ve ömrü boyunca Allah’a itaat etmek zorunda olan varlıkların arasında yalnız olarak büyüyüp yaşayan ve irade sahibi herhangi bir toplum ya da insanla karşılaşmadan hayatı sona eren bir insan; ilk ahlakını bozacak bir ortamla yüz yüze gelmediğinden dolayı iradesini kullanma gereği duymayacaktır. Daha doğrusu bu irade ister istemez Allah’ın elinden başka kimsenin elinin değmediği doğanın tevhide zorunlu olarak boyun eğen iradesine benzeyecektir. Özgür iradeyi kullanma bilincine erişildikten sonra ilk ahlakın bozulma ortamı, doğadan ziyade toplum ya da diğer insanların yaşam sahasıdır. Kibri kamçılamayan ya da onu azdıracak –iblis dedi ki; öyleyse ben azdırmana karşılık ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. (5) Bir başka varlığın olmadığı bir ortamda kıskançlık, hased, dedikodu, mala sahip olma hırsı, artniyet, kibir, şirk, azgınlık, haksız yere kan dökme, fesad… vb gibi his ve ameller mümkün olmayacağından dolayı böyle bir ortamda tek başına var olan bir insanın da bu kötü tutum ve davranışları sergileyeceği bir ortam olmayacaktır.

Yaradılış kıssasına bakıldığında büyüklenmenin; konumu yüksek olan yaratılmış bir varlığı aşağılık bir konuma nasıl soktuğu rahatlıkla görülebilir. Olayın baş figürlerinden biri olan iblis, cinlerin ileri geleniydi ki Allah bu sebeple cinlerin temsilcisi olarak Adem’e (as) secde etmesini emretti. Daha önce nefis, kibri kullanma ihtiyacı duymadığı için iblis henüz üstünlük taslayacağı bir durumla karşılaşmamıştı. Âdem (as) yaratıldıktan sonra kendi cin alemi içinde üstün olan iblis, bir başka varlık alemi olan insan karşısında da aynı üstünlüğe sahip olmak istedi ama kibri yüzünden Allah’a itaat etmediği için lanetlenenlerden oldu. Burada İblis Allah’ın büyüklüğüne değil Allah’ın emrinin büyüklüğüne karşı çıktı. Yani İblis Âdem’e (as) secde konusunda Allah’ın iradesine değil kendi nefsinin irade ve arzusuna teslim oldu. Bu bağlamda irade sahibi her varlık kendi nefsine teslim oldukça Allah’a teslimiyetten uzaklaşır. İblis Allah’a isyan edebildiğine göre bir iradeye sahipti. Şimdiye kadar böyle bir ortamda onun, olduğundan farklı bir şekilde görünmeye ihtiyacı olmamıştı. Allah katında konumu ne ise bu konumdan memnundu ama Âdem’e secde emri, iblisin kendi konumundan şikâyetçi olmasına ve gözünü daha yüksek bir konuma dikmesine neden olmuştu. O kibirlendikçe kendi nefsinin kölesi oldu ve şeytana dönüştü, kendini yücelttikçe “Âdem’e secde etme emri” onu aşağıladı. İblis Âdem yaratılana kadar henüz bir dış etkene maruz bırakılmamış ve tabiri caizse sınanmamıştı. Dış etkenlere maruz bırakılmak bir imtihan, maruz kalıp kalmamak ise imtihanın sonucunu belirleyen iradenin değeridir. Allah, İblisi Âdem’e (as) secde etme emrine maruz bıraktı, İblis’in nefsi bu olaya maruz kaldı ve sonuç olarak iradesini kötü yönde kullanıp değersizliğini ortaya koydu. Yaradılış kıssasında Âdem’e secde edenler yani nefsine teslim olmayanlar yüceldiler, O’na secde etmeyip büyüklenen ve kendini olduğundan daha büyük göstermeye çalışan iblis ise aşağılananlardan olup şeytana dönüştü. Bu kıssa özetle genelleştirilirse, irade sahibi varlıkların -insan ve cin- Allah katında büyük ve üstün olmaları onların tevazu ve alçakgönüllülüğüyle, küçük ve aşağılık olmaları kibir ve büyüklük taslamalarıyla ilgili olduğu görülecektir.

İnsanın, cüz-i iradeyi kullanma yeteneğine sahip çağa eriştiği an sayısız dış etkenler tarafından maruz bırakıldığı imtihan alanına adım attığı andır. “Kâmil irade” dış etkenlerden hiçbir zaman etkilenmeden “Ahsen-i takvim”i olduğu gibi koruyan, “aşağılık irade” ise önüne gelen her dış etkenden etkilenip ona teslim olan ve sahibini “aşağılanmışların en aşağısına” dönüştüren iradedir. İnsan ve cin hesap günü geldiğinde Allah’ın önüne “ahsen-i takvim”in üzerine kendi nefsinin güzelliğinden bir şey koymaz. Allah, insanı yaratırken ona “kutlu bir hazine” olan “Ahsen-i takvim”i bahşetmiştir. İmtihan, bu “kutlu hazine”nin kıyamet gününde ne kadarının Allah’a teslim edileceğidir. En yüce insan bile bu hazinenin üstüne daha güzel bir şey ekleyip onu Allah’a teslim edebilme gücüne sahip değildir. Yine en kutlu peygamberin bile Ahsen-i takvimi daha da güzelleştirme yetisi yoktur. Öyleyse “ilk ahlak”ın iyi yönde değişip güzelleşmesi mümkün değilken kötü yönde değişmesinin sayısız aşamaları vardır ki bu aşamanın sonuncusu “esfelessafilin”dir. İşte “kâmil irade” sayısız harcama yerlerinin olduğu dünya pazarında “kutlu hazine” den hiçbir şey harcamadan onu olduğu gibi Allah’a teslim edebilen iradedir. Bu hazine; imtihan alanı olan dünyada onlarca malla karşı karşıyadır. Bu ticaret alanında en kârlı tüccar, hazinesine sahip çıkarak dünyadan hiçbir şeyi -günahı- satın almayan tüccardır en hüsran tüccar ise önüne gelen her malı -günahı- satın alan tüccardır. Hikmet ve mükemmel bir basirete sahip olan her insan, kurulan pazardan hiçbir şey satın almadan ve öze bir şey eklemeden dünyadan eli boş çıkan insandır. Cahil ve kalbi körelmiş her insan ise “ahsen-i takvim” hazinesiyle önüne çıkan her malı –günah işleme imkan ve ortamı- satın alıp hazineyi tüketen ve hazinden eser bırakmadan eli boş bir şekilde Allah’ın huzuruna çıkan insandır.

İnsan kendi özünde kaldıkça kendi lehine Allah katında kazanır, özünden uzaklaşıp dışarıdan benliğine bir şeyler koyup kazandıkça kendi aleyhine Allah katında kaybeder. “Lehe me kesebet ve aleyhe mektesebet” ayetinde olduğu gibi nefsin kendi içinde kazandığı lehine, kendi dışından dışarıdan bir şey elde ettiği ve kazandırıldığı şeyler ise aleyhinedir. (6) Çünkü insan öz itibariyle iyi, güzel ve yaratılmışlar arasında en mükemmel varlıktır. O’nun güzellik ve mükemmelliğini bozan etken ise dışarıdan kendi özüne kazandırdığı yabancı şeylerdir. Bu anlamda yabancılaşmak ya da alinasyon özden uzaklaşmak demektir. İnsan dışarıdan bir şeyler kazandıkça benliğinden uzaklaşıp özüyle yabancı ve tanınmaz hale gelir, özden uzaklaştıkça dışarıya daha çok meyleder. Allah en kutlu hazineyi insana bahşetmiş ve onu insanın özünde gizlemiştir. “Kendini bilen rabbini bilir!” kutlu sözünde de olduğu gibi kendi benliğine doğru yol alan insan özüne ulaşınca ahsen-i takvimle ve Allah’la yüz yüze gelir. İşte o tam bu anda yabancı bir diyar olan dünyaya gönderildiğini anlayacak ve yad el diyarında var olmanın bunaltıcı yalnızlığını fazlasıyla duyumsayacaktır. Artık bu noktada “kâmil irade”nin en önemli arzusu vuslattır. Artık bu irade, dış etkenlerle donatılmış ve gözleri kamaştırıp kalbi körelten hiçbir imkândan etkilenmez. Aynı şekilde insan, kendinden uzaklaştıkça Allah’tan ıraklaşır ve şeytana yaklaşır. Şeytan ise, insana hâkim oldukça özünü daha çok gizler ve günahlarla üstünü örter.

Kendini bilen ve kendi gücünden, konumundan, sınırlı yetenek ve kudretinden haberdar olan varlıklar tevazu sahibi olduklarından dolayı kibirli davranmaz ve büyüklük taslamazlar. Bundan dolayı Allah’ın emir ve yasaklarına gönülden boyun eğerler. Onlar Allah’ın gücü karşısında boyun eğdikçe O’nun emirlerine itaat ederler böylece Allah katında yücelir ve üstün bir mertebeye nail olurlar. Vahyin emri karşısında her teslimiyet ve tevazuda bir ulviyet ve asalet basamağını aşıp göğe doğru yücelme, her kibirlenmede ve vahiy karşısında isyanda ise şeytana aşağılık bir teslimiyet ve yere doğru alçalma söz konusudur. Tevazu, imtihan alanında bulunan dış etkenlerden maruz kalmadan ve nefsi objeye dönüştürmeden insanın sadece Allah’ın emirlerinden etkilenmesini sağlar. Kibir ise, maruz kalınan her günah ortamından etkilenip nefsi bir köle gibi her etkene teslim eden ve insanın Allah’ın emirlerine isyan edip her çirkinliğe teslim olmasına yol açar. Kamil irade, şeriatın emir ve yasakları karşısında mütevazi ve boynu bükük, şeytan ve onun dostları karşısında ise hiddetli ve dik başlıdır. Sefil irade ise, tam tersi Allah karşısında hiddetli şeytan karşısında yumuşak başlıdır. İnsanın yüceliği kamil iradenin, alçaklığı ise sefil iradenin bir sonucudur. Kamil irade, bilerek ya da bilmeden işlenen her günahın sonunda pişmanlık duyup bağışlanma dilerken sefil irade ise her günahın akabinde daha büyük bir günaha yönelir. Burada günah, kâmil iradeye tevbe etme ve Allah’ı büyükleme zorunluluğunu sunması ve bağışlanma duygusunu diri tutması açısından bir anlamda faydalı olurken (7), sefil irade için daha büyük bir yıkıma kapı açtığından dolayı oldukça zararlıdır. Örneğin Âdem (as) kendiliğinden yüce bir varlık değildi, sadece Allah’ın emri gereği şeytan karşısında yüce bir konumdaydı. O’nun gerçek yüceliği ise, günah işleyip kendi değerinin -daha doğrusu değersizliğinin- farkına varıp iradesiyle günahı karşısında pişman olup Allah’a tevbe etmesiyle ortaya çıkmıştır.

Ulviyet ve sefalet, cüz-i iradenin Kemâlatı ve mefsedeti ile ilgili bir durumdur. Burada hem insanın hem de toplumun değişimi, faydalanıldığı takdirde şerre yol açan imkanların ne kadarının sunulduğu ve bunların ne kadarının kullanıldığı ile ilgilidir. Allah, iradeyi insana teslim ederken onu başıboş bırakmamış ve onun faydasına olacak şekilde günahın ve hayrın tanımını yapmış, günaha yol açan amelleri açıklayıp bunlardan nehyederken onu hayra götüren amelleri de sunmuş ve bu amelleri emretmiştir. Yani Yaradan, hayrı ve şerri sunmakla kalmamış aynı zamanda neyin şer neyin hayır olduğunu da açığa çıkarıp tabiri caizse şer ve hayır yolu virajında insanın elinden tutup onun hayır yoluna girmesi için vahyi sunmuştur ama şer yolu karşısında da serbest bırakmıştır. Burada yine şer yoluna giren insan ve toplulukları hemen cezalandırmamış ve onlara tevbe etme imkân ve zamanı tanımıştır. Şeytanın yoluna giren insan özünden uzaklaşır ve kendi benliğine yabancılaşır. Kendini artık tanıyamayan insan ise yapısal bir değişikliğe uğrar. İnsan değişip başkalaştıkça Allah ona yeni günahlar işleyeceği başka kapılar açar. Ta ki esfelesafilin konumuna düşene dek. Allah insanın iyiliğini ister ama kötülükte ısrar eden ve isyanda direnen bir insana da kötülük yollarını açmaktan imtina etmez. Burada söz konusu kötülük yolları, günah kapıları ya da imkânlar; dünyada sunulup nefse hoş gelen ve ona zevk veren maddi imkân ve fırsatlardır. Dünyevî imkân ve fırsatlardan etkilenen insan maddileşir ve kendi özüne yabancılaşır. Benliğine yabancılaşan insanda ise “ahsen-i takvim”in belirtileri gittikçe azalır ve dünyevi belirtiler görünmeye başlar. Dünyevileşen insan değişir ve insanlığından çıkar. Böyle bir insanın üzerinde maddi vücut dışında Allah’tan eser görülmez.

Buradan yola çıkarak denilebilir ki İnsanı değiştiren ve alçaltan şey, dünyanın kendisi ve içinde bulunan maddi değerler değil onun dünyaya meyleden iradesidir. Onu değiştirmeyen ve anadan doğduğu gibi ilk hal yani “ahsen-i takvim” üzerinde sabit kalmasını sağlayan şey ise Allah’ın iradesine teslim olan iradedir. Kibir, insanın yere ve şeytana teslim olmasına yol açıp onu “aşağıların en aşağı” yaratığına dönüştürürken, tevazu onun göğe ve Allah’a gönülden teslim olmasını ve onu doğaötesel ulvi bir varlık kalmasını sağlar.

Dipnotlar:

1. İsra 77, Ahzab 62, Fetih 23.

2. “Andolsun ki Biz, insanı çamurdan, süzme bir özden yarattık.” (Mu’minun 12)

3. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık. Bir çiğ­nemlik et parçasını kemik olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Ve sonra onu apayrı bir yaratık yaptık. Ya­ratanların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir. (Muminun 13-14)

4. Öyleyse sen yüzünü Allah'ı hanif olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; o fıtrat ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum ,30)

5. Araf 16.

6. Herkesin içten kazandığı lehine, dışarıdan kazandırıldığı ise aleyhinedir. (Bakara,286)

7. Ebu Eyyub (ra) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." [Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât 105, (3533)]

Müslim'de Ebu Hüreyre'nin (ra) bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi." [Müslim, Tevbe 9, (2748)]

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ