Toplumsal Değişimde Anlam Kayması - rahle.org

Toplumsal Değişimde Anlam Kayması - rahle.org

Toplumsal Değişimde Anlam Kayması


Facebookta Paylaş
Tweetle

Bekir Yolcu 

 

Bireyin sosyal bir varlık olması, onu toplu halde yaşamaya zorunlu kılmıştır. İnsan birey olarak ancak toplumsal ilişkileriyle varlığının bilincine erer ve varlık gayesi doğrultusunda hayatını bütünlük içerisinde sürdürebilir.

Bireysiz toplum olamayacağı gibi toplumsuz bireyin olması da zordur. İnsan olmanın varlık gayesini anlayabilen kişiyi “birey” olarak tanımlarsak, bireyin toplum içinde etkileyen ve etkilenen rolünü de bilinçli bir eylem kabul edebiliriz.

İnsanoğlu sürekli bir tehavvül (1) içerisindedir. Bu bazen olumlu bazen de olumsuz yönde olabilir. Toplumdan topluma farklılık gösterdiği gibi aynı toplum içinde tarihe dönerek değişimi arama şeklinde de ortaya çıkabilir. Sosyologlar, felsefeciler, tarih felsefecileri, değişime etki eden faktörleri, modelleri, bir çok sınıfa ayırarak (yapısal fonksiyonel model, çatışma modeli, evrimsel model, diyalektik model, devri dalgalı model…vb) tanımlar yapıp toplumlara yol göstermeye çalışmışlardır.

Toplumsal değişimin süreçleri içinde daha çok halk eksenli ya da kurum eksenli modellerin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. Bu anlayış çoğunlukla Ortaçağ Avrupası’nın Yeniçağa hediye ettiği materyalist felsefenin sosyal bilimlere de uygulanmasıyla ortaya çıkan, semavi olanın dışlandığı genel geçer bir yöntembilim olarak şekillenmiştir. Hz. Âdem’den (as) başlayarak son peygamber Hz. Muhammed’e (sav) kadarki tevhidî mücadele, peygamberlerin -vahiy merkezli- toplumları şekillendirerek, İlahî misyonu yeryüzüne hâkim kılma süreçleri 19. yy’ın sonlarından itibaren metodolojisini oluşturan sosyal bilimlerin değerlendirme alanına alınmamıştır. Çünkü pozitivist, realist görüş üzerine kurgulanan yöntembilim için semavi alan çok da anlam ifade etmemekteydi.

Toplumsal değişimi tabandan tavana, tepeden halka ve vahiy merkezli (inkılabî) olarak ele alıp değerlendirirsek bugün itibariyle özellikle mazlum İslam ümmetini çepeçevre sarmış seküler emperyal sistemlerin doğuş ve yayılış süreçlerini, kavramlarını iyi anlar ve bunları iç bütünlüğümüzde -özellikle kavramlarını- anlamlandırırsak, hedef ve gayemiz doğrultusunda değişimden ne anladığımızı da netleştirmiş oluruz.

Devrime Uzanan Yol

Ortaçağ (375-1453) Avrupa’sında siyasî, ekonomik ve dinî çatışmalar, Yeniçağı (1453-1789) birçok fikir akımı (faşizm, kapitalizm, sosyalizm, liberaliz…) düşünce şekilleri (realizm, pozitivizm, seküleriz…) ve mezhepler (Protestanlık, Kalvenizm, Cizvit…) üreterek şekillendirmeye çalıştı. Kilise ve feodal yapılarla girilen savaşı krallar ve burjuva kazanırken, bu süreç daha sonra hümanizmle başlayıp, Rönesans ve Reform hareketleriyle Aydınlanma Çağı diye tanımlan; kendini tek doğru, aklı, gerçeğin aslı, aklın ürününü de -skolastik (dogmatik) düşünce yerine koyan- “bilim” olarak tanımladı. Bu çatışmalarla başlayıp ve başarıya ulaşan hâkim güçler, izledikleri yolu ve düşünce şekillerini genel geçer kılarak devrim diye tarif ettiler.

Devrim sözcüğü her ne kadar ilk zamanlar kullanılmasa da bir süre sonra halkların veya totaliter güçlerin dönüşüm süreçlerinde, eylemlerini dillendirdikleri yöntem ve metot olarak bayraklaştırıldı. Toplumdaki nitelik değişikliği olarak ifade edilen “devrim” batıda, genel itibariyle sömüren, ezen, insanlık onurunu hiçe sayan otoriteye karşı, alternatif düşüncenin, zaman içerisinde birikim kazanarak ani bir sıçramayla hâkim güçleri (zorda kullanarak) yok edip, yerine doğru bilip inandığı anlayışı ve yaşamı iktidara geçirmesiyle son bulan çatışma ve galibiyet serüveni olarak tanımlanabilmektedir. Devrime götüren süreçte halkı yönlendiren ve yetiştirenler aydınlar olmuştur. Fransız devriminde Montesquieu, Voltaire, J. J. Rousseau, Diderot… vb, Bolşevik devriminde Marks, Lenin, Trotskiy, Gorki, Gogol… gibi düşünür ve teorisyenlerin etkileri çok büyük olmuştur. Halkın çaresizliğini fikir dünyasında işleyen, çözüm yollarını üreten ve halkın bilinçlenmesinde öncü rol oynayan bu şahsiyetler devrim sürecini şekillendirmişlerdir. Devrim sürecinde halk bilgiden bilince, bilinçten de refleks haline dönüştürülmüştür.

Devrim sürecinde iktidarı ele geçiren yeni güçler vaat ettikleri mutluluk ve huzuru, eşitlik ve hukuku arzulanan yönde kullanmamışlardır. Coğrafyası, rengi, yöntemi değişik yeni zulüm ve sömürü çarkları oluşmuştur.

Fransız devrimi sonrasında oluşan ulus devlet anlayışı, seküler / emperyal güçlerin, imparatorlukları parçalayarak sömürgeler oluşturmasına; özgürlük ve hukuk kavramlarını, kendileri gibi düşünüp, yaşayanlara hitap eden, sınırlar dışı sömürünün meşruiyetini kurgulayan bir doğma haline dönüşmesine yol açtı.

Menşeviklere karşı 1917 yılında gerçekleşen Bolşevik devrimi de Fransız devriminden farklı sonuçlar  doğurmamıştır. 1917’de iktidarı ele geçiren komünist ideoloji; sınırsız, sınıfsız, devletsiz, dinsiz bir toplum hedefleyerek kolektif güce ulaşmayı, proletaryayı gücün merkezine oturtarak halkların eşitliğini, eşit paylaşımı gerçekleştireceğini vaat etmişti, ama devrim sonrası sürecin hiç de böyle olmadığı yapılan uygulamalarla kısa zamanda anlaşıldı. Lenin, “işçi sınıfı gerçek iktidarı ele alıncaya kadar” yönetimin ve devlet aygıtının vekâleten komünist partisine devredilmesi gerektiğini söyledi ve 1917 den 1990 yılına kadar S.S.C.B de parti kurulmasına izin verilmedi. 70 sene komünist parti despotizmi yaşandı. Hakim sınıf devleti bir soygun aracı olarak kullandı. Kolhozlarla Solhozlarda çalışan tarım ve sanayi işçilerinin aylık gelirleri 115 ruble ile 3000 ruble arası değişirken orta sınıfı temsil eden intelijans dedikleri mühendisler, teknisyenler, fabrika müdürleri, film rejisörleri ve yazarlar da 3000 ila 15.000 ruble arası maaş alırken kozmonotlar ve devlet memurları, özellikle yönetime katılan Komünist Partisi üyeleri 25.000 rubleden 100.000 rubleye kadar ücret alıyorlardı. Bunun dışında parti üyeleri köşk, otomobil, senatoryum gibi türlü bedava imkânlardan faydalanıyorlardı. (2)

İnsanlara mutluluk ve huzur vadeden ideolojiler, devrim sloganıyla yola çıkıp, devirip yağmaladıkları her şeyi devrimin meşruluğundan sayıp, iktidarı ele geçirdikten sonra, özgürlük, eşitlik, hak ve hukuk gibi kavramları, sadece güç odakları için uygularken; devrimin taşıyıcıları olan proleter sınıf ise, ya efendilerinden arta kalanlarla yetinmek ya da başka bir ideolojinin çığırtkanlığını yaparak hesaplaşma zamanını beklemek gibi zavallı bir hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştır.

 Batılı insanın Ortaçağ’da ödediği bedel Yeniçağa ışık tutmuş ama Yeniçağdan günümüze kadar ki uygulamalar hiç de Ortaçağ zulmünü aratmamıştır. Hatta bu sürecin, inanç / fikir ekseninde ta Orta Çağ’dan itibaren temellerinin atılmış olduğu da uygulamalarla ortaya konmuştur.

Batının tarihsel süreçte realitesinin ürettiği devrim anlayışı, genel itibariyle halka dayanmaktadır. Halkın hâkim güçlerden hak alma mücadelesinde izlediği yol, devrimin yöntemini, pratiğini ve iktidar anlayışını da şekillendirmiştir. Toplumsal değişim sürecinde halk rejimlere, sistemlere ve sermayedarlara rağmen etkin rol oynamıştır.

Batının açık kapısı haline gelmiş doğu toplumlarında ise devrim anlayışı batılılaşmayla paralellik arz etmektedir. Özellikle İslam toplumlarının yaşadığı devletlerde değişim, devlet eliyle halka dayatılmış çağdaşlaşmaya götüren sürecin adı devrim diye tanımlanmıştır. Batıda hak arayışı olarak ortaya çıkan devrim, doğuda otoriter rejimlerin elinde halkı tarihinden, coğrafyasından, toplumsal refleksinden kopararak, -zorla- batılılaştırma yolunda yapılan zulümleri meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır. Bunun en tipik örneği T.C.’nin kuruluş sürecidir. Yapılan devrimleri ele alırsak dışarıya öykünmeci, tepeden inen, halka rağmen halk için yapılan bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz. Halk meydanlara dökülerek, “Medrese, tekke, hilafet, Arap alfabesi istemiyoruz. Biz laik eğitim sistemi istiyoruz...”, “Latin alfabesi, şapka istiyoruz. Batılı gibi düşünüp onun gibi yaşayacağız...” diyerek meydanlara çıkıp devletle çatışmamış, devleti zorlamamıştır. Tam tersi durum ise devlet tarafından halka dayatılmıştır ve adına da devrim denilmiştir. Tabii ki bunlar ileriyi göremeyen, sultanların tebaası cahil halkı aydınlatmak için yapılmış uygulamalardır!

Batının sosyo-ekonomik, dini çatışmaları içerisinde oluşan devrim, ihtilal gibi kavramlar farklı coğrafyalarda tam anlamıyla anlaşılamamış tarihsel benzeşmenin, şartların, inanç ve amaçların aynilik göstermemesinden dolayı da batıdaki gibi pratiğe aktarılamamıştır. Devrim kavramı toplumların içinde azda olsa hak talebi anlayışına kaymıştır. Batıya öykünen, tarihiyle toplumuyla barışık olmayan guruplar var olmasına rağmen, devlet politikaları sonucu marjinalleştirilmişlerdir.

Devrimden İnkılâba…

Konfüçyüs’e “Bir kültürü, bir ideolojiyi veya bir dini yok etmenin

veya onunla savaşmanın en etkileyici ve kolay yolu nedir?”

diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiş:

“O kültürün veya dinin konuşulduğu dilde kavram kargaşası oluşturmaktır.” (3)

İslam toplumlarında toplumsal değişimi, toplumun iktidarla olan ilişkisini, mücadelesini inkılâp kavramıyla tanımlamak gerekmektedir. İnkılâp, değişimi ifade ederken değişimde tekâmülü, inkişafı değişimin merkezine koyar. İslam sadece kendine benzeyen ve kendi bütünlüğü içinde tutarlı ve evrenseldir. (4) İslam, devlet aygıtını, kurumlarını, devletin toplumla olan ilişkisini, toplumun devlete itaat durumunu, toplumun değişim hakkının yön ve yöntemini, meşruiyetini kendi iç bütünlüğü içinde değerlendirir.

İslam toplumunda değişim şirkten tevhide, batıldan hakka, haksızlıktan adalete, karanlıktan aydınlığa doğru ise bir anlam ifade eder. İnsanoğlu yaradılış gayesinin dışına çıkarak maddeyi kutsayıp, hedonizmi yaşam felsefesi haline getirip, teknolojik ve bilimsel gayretlerle büyümeyi, kendi büyüklüğünden görürse, sapkınlığın ve azgınlaşmanın da ağına düşmüş olur. Değişimde, sapkınlığa, azgınlığa, zulme götüren her bir adım batıl olarak tanımlanır ve batılın zail olması için, batılı hakka bulamak yerine, batılın hak tarafından ortadan kaldırılması emredilir. Batılın bir başka batılla değiştirilmesi ya da batılın hak ile tamir edilmesi inkılâbın ne amacına ne de ruhuna uygundur. “Hakla batılın birbirine karıştırılması batılı hak yapmaz, ancak hakkı hak olmaktan çıkarır. Bu karışıma Kur’an “şirk” adını verir.” (5)

“Asra yemin olsun ki. Elbette insanoğlu tarifsiz bir kayıptadır. Ancak iman edip Salih amel işleyenler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başka.” (6)

 

Zaman hakikatin ışığında yaşanmazsa İlahî düstur zamanı şekillendirmezse, değişim denilen şey hem bu dünyada hem de ahrette ziyan getirir. İslam toplumunun değişim ekseni, iman ve salih amel merkezli olup, hakkı ikame ve hakkı hâkim kılma yolunda sabır ve sebatla çağları şekillendirmeye uzanır.

Müslüman’ın görevi zamana ait olmak değil, zamana sahip olmaktır. Zamana sahip olamayan nimete hâkim olamaz.(7)

Müslümanlar için vahiy merkezli değişim, hangi kavramla ifade edilirse edilsin imanî bir sorumluluktur. Verilen mücadele, beşeri sistemlerin –sadece- dünyevi nimet tanımından uzak, uhrevi alana taşıyan, kurtuluşa götüren özellik arz etmektedir. Mücadele bilinç ekseninde sorumlulukla yürür. Değişim, imtihanın bir parçası olarak İlahî yasa tarafından insanların gayretine bırakılmıştır.

“… hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez. Ve Allah (hak eden) bir toplumu cezalandırmayı murat ettiği zaman, onu engellemek mümkün olmaz; O’ndan başka sığınacak bir merci de bulamazlar.” (8)

“Uğrumuzda çaba gösterenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir.” (9)

İlahî uyarıyı dikkate almayıp sadece dualarda değişim aramak hem İlahî yasaya hem de imtihanın mahiyetine aykırıdır. “Allah’ın bir toplumun gidişatı hakkındaki iradesi, o toplumu oluşturan bireylerin tercihlerinden bağımsız değildir. Değişimin başlama noktası kişinin kendisidir.”(10)

İslam toplumlarında iç değişim hem yatay hem de dikey yönlü olmak üzere bir bütünlük arz eder. Tepeden inmeci bir anlayışla halkın zorla değiştirilmesi, inkılâbî bir sürecin özelliği olmadığı gibi, toplumun, nifaka, küfre, şirke, zulme, batıla kayma alanlarının da İslamî güç odakları tarafından serbest bırakılması inkılâbın ruhuna aykırı olur. Halk, değişimin merkezinde yer alarak hem kendini hem de devleti vahiy merkezli kontrol eder durumda olmalıdır. İslam toplumu, eylem anlayışını, kurumlardan beklentisini, değişime açık alanlarını ve niyetini; İslamî bilinç içerisinde özgünleştirerek oluşturmalıdır. Müslümanlar tevhidî düşünce merkezli hayata bakıp, hayatı varoluş gayesi doğrultusunda kendi kavramlarıyla şekillendirmezse, inkılâbı devrimle, kıyamı ihtilal ile tanımlama yanlışına düşer ki bu da İslam toplumu açısından hem anlam kaymasına hem de hedef sapmasına yol açar.

Uzun yıllardır İslam toplumu siyasî, sosyal, kültürel alanlarını kendi inanç bütünlüğü içinde ne tam olarak tanımlayabildi ne de kendi tanımını pratize ederek güç haline dönüştürebildi. Bir dönem sultanların, şahların sultasında ezilen, son dönem ithal rejimlerin seküler/emperyal despotların, mandater devletlerin sinsi politikalarıyla yağmalanan İslam ümmeti, iç dinamiklerine (Kur’an ve Sünnet) yönelerek çağı şekillendirmenin fikrini, ilmini üretecek ve bunun heyecanını yaşayacaktır.

Sana ve senden önce indirilenlere iman ettiğini sananlara bir baksana! Birbirlerini (ilahlık rolüne soyunan) şeytani güç odaklarının hâkimiyetine çağırmakta bir sakınca görmüyorlar; oysa onu inkâr etmekle emrolun-muşlardı. Nitekim şeytanın tek arzusu, derin bir sapıklığa itmektir. (11)

Batıya kafadan, kalpten bağlı sistemlerde inancını yaşamaya çalışanlar, sistemleri değiştirme güç ve birikimine ulaşamayınca, sistemlerin işlerliğini meşrulaştırıcı rollere bürünerek, yapılan işin ıslahat yönlü tamirat olduğunu dillendirmeye başladılar. Bundan başka çarenin olmadığını, ehven-i şer’in bu olduğunu söyleyerek, yaptıkları hizmetin büyüklüğünden dem vurup, takdir edil(me)menin bazen hüznünü bazen de sevincini yaşıyorlar. Bu anlayışın sonucu, özünden uzaklaştırılmış anlam kaymasına uğramış bir yığın fikir, ruhunu kaybetmiş amel, dünyevileşmiş, bencil, zevkperest insanlar, parçalanmış ümmet zillet hayatı yaşayan Müslüman olarak 21. yy’ın karşısında durmaktadır.

Rejimleri meşrulaştırma gayretine düşmek ya da kısa yoldan zafere götürecek hazır reçeteler aramak, mücadelenin ve imtihanın ruhuna aykırıdır. Ancak aktif alanda verilen mücadelenin, tevhit, ilim, ihlâs, niyet ve adalet anlayışını sorgulamak, hayatın gerçekleriyle fikirlerimizi yüzleştirmek, yüzleşme anında kolaycılığa kaçarak fikirlerimizi değiştirmek yerine, onlara heyecan katarak gerçek diye dayatılan sahtelere karşı mücadeleyi alınyazısı olarak seçmek İslam inkılâbının dikenli yollarında bizleri zafere taşıyacaktır.

 Dipnotlar:

1. Tehavvül: Birinden diğerine geçme, tebdil olma.

2. Çağdaş Kavramlar ve Düzenler /Ali BULAÇ.

3. Mostar/Sayı: 56 Mazhar BAĞLI.

4. a. g. e.

5. 2 Bakara 42:11 “Gerekçeli Meal-Tefsir” / Mustafa İSLAMOĞLU.

6. 103 Asr 1-3.

7. 103 Asr 1-3 “Gerekçeli Meal-Tefsir” / Mustafa İSLAMOĞLU.

8. 13 Rad 11.

9. 29 Ankebut 69.

10. 13 Rad 11:10 “Gerekçeli Meal-Tefsir” / Mustafa İSLAMOĞLU.

11. 4 Nisa 60.

 

 

 

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ