Müslümanın Hayatında Usûlün Önemi Hayatı Usûlünce Anlamak - rahle.org

Müslümanın Hayatında Usûlün Önemi Hayatı Usûlünce Anlamak - rahle.org

Müslümanın Hayatında Usûlün Önemi Hayatı Usûlünce Anlamak


Facebookta Paylaş
Tweetle


Abdullah ÖNDER

 

Hasbihal

Rahle: Usûl esastan önce gelir, derler. Bunu böyle mi değerlendirmeliyiz?

Abdullah Önder: Bu ifadeyi biz, genellikle hukuk alanında, özelde anayasa hukuku ile alakalı alanda duyduk. Parti kapatma meselelerinin konuşulduğu günlerde “mahkeme usûle göre inceledi yahut esasa göre inceledi”, gibi tezlerle karşılaşıyorduk. Bu alanların dışında ele alırsak, önce usûl kelimesini açıklamamız gerekiyor. Usûl, bir şeyin çözüm ve inceleme yöntemi, anlamında kullanılır. Asıl kelimesinden gelir. Dolayısıyla, bir şeyin aslı ve yahut aslına götüren yöntem olarak da algılanabilir. Esas ise bir durumun ne olduğu tanımını, yani hükmü ifade eder. Böylece bu sözün karşılığı: Bir şeyin kendisinden, tanımından önce usûlü belirlenir, sonra o şeyin kendisi ifade edilir. Mesela imanla ilgili alana baktığımız zaman, “önce bir akaid usûlü belirleyelim, sonra bu bir iman ortaya koyuyorsa biz o imanı sahiplenelim” gibi bir önerme ortaya çıkabileceği için bu tespiti hep kuşkuyla karşılamışımdır. Diğer yandan usûl ile ilgili kitapları karıştırdığımız zaman, usûl esastan önce gelir sözünün, bir Mecelle hükmü olduğunu görüyoruz. Ve fakat Mecelle metinlerine baktığımda böyle bir söze rastlayamadım. Mecelleye yapılan göndermelerde de şu şekilde geçiyordu: “usûl esasa mukaddemdir.” Bu sözün biraz daha değişik bir vurgusu var ve daha akla yatkın gördüm. Zira bu cümle: “usûl, esasa götüren bir öncüldür”, anlamını taşıyor, yani “usûlü takip edersen seni esasa götürür” yani zaten esas kendi zatıyla vardır ve usûlde seni ona götürür. Bir şeyin doğruluğunu, yanlışlığını, aslını, esasını, kimliğini, değerini belirleyecek olan şey insan açısından (problemi çözecek olan) usûldür. Maksada götüren bir yoldur, sözü doğru gibi duruyor.

Aşağı yukarı bütün hukuk normları bu tezi doğruluyorlar, bunun üzerine bina ediyorlar. Bunu önemsemek lazım. Mesela bir olayın, bir suçun delili usûlsüz olarak tespit edilmişse -velev ki suç vaki olsunbir esası belirlemeniz, bu delilden bir hüküm çıkarmanız reddediliyor. Özellikle günümüzde telefonla dinleme usûlden doğan bir çözüm olmadığı için, hukukta hiçbir şekilde delil olmuyor. Kanunu uygulayanlar bu yöntemi kullanmışlarsa bile buradan bir fikir ediniyorlar, ancak farklı kanallardan elde ettikleri bilgilerle hüküm verebiliyorlar.

Eğer siz bir adaleti tesis ediyorsanız, belli bir usûlü takip etmeniz gerekiyor. Kendi medeniyet tarihimiz içinde de buna rastlamak mümkün. Zani bir kadın ile zani bir erkeğin durumlarını bir kişi görmüşse, bu kişinin çıkıp da ben bunu gördüm demesi, yasaktır, memnudur, yanlıştır, durumu afişe ederse o kişiye had uygulanır. Zira onun böyle bir şey yapması usûlen doğru değildir. Burada usûlü aştığı için afişe edene ceza verilir. Usûl ve esas arasında, esasın tespitinde bütün insanlık tecrübesini barındıran önemli bir bağ vardır. Usûle göre ortaya çıkan esas hakikat olmayabilir, ama adaletin dağıtılması için insanlığın üzerinde buluştuğu bir müşterektir, adaletin dağıtılışı usûle bağlı olarak tespit edilen esasla olur.

Rahle: Çok defa söylenir; vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir. Bu sözü nereye koymak lazım? Ya da nasıl yorumlayalım?

Abdullah Önder: Bazıları bu sözün Mecelle’de geçtiğini sanır, oysa işin gerçeği sözün Cemil Meriç’e ait olmasıdır. 1960’lı yıllarda, ülkenin bilhassa Batı Medeniyetine karşı olan yenilgisi üzerine yaptığı bir değerlendirmesi gibidir. Onun bu tespit ve değerlendirmesi Mecelle’nin kaidelerinden çok da uzak değildir aslında. Bu söz tıpkı, “usûl, esasa mukaddemdir”, sözü gibi, esasın temininde sağlıklı bir usûlün belirlenmesi ve usuule riayet edilmesi gerektiğini gösterir. Maslahat için usûlün doğru bir şekilde oluşturulması gerekmektedir. Ülkenin kaotik döneminde, yani Batının hâkim olduğu bir dönemde, “hakikatin yaratıcısı tarafından teşvik edilen ve ödüllendirileceği beklenen bir medeniyetin temsilcilerinin başarısızlığı ne anlama gelir? Böyle bir şey mümkün mü?” sorusuna cevap arayan zihinsel bir çaba olarak değerlendirme yaptığını düşünüyorum. “Biz aslında son birkaç yüzyıldır kendi öz medeniyetimizden türeyen bir usûlü sorunlarımızın çözümünde uygulamada bir kenara bıraktık, gerek tembellikten gerekse özentiler sebebiyle Batı medeniyetinin bize sunduklarını içimize sindirdik ve kendi yolumuzdan, usûlümüzden ayrıldık. Zamanla herkesin kendi doğrusu oluşmaya başladı, bunun sonucunda bireysellik ortaya çıktı, dolayısıyla biz birbirimizi ikna edemez hale geldik ve yaptığımız çalışmalar sürdürülebilir olmaktan çıktı. Zira usûl bir taraftan da belirli bir hedef için sıralı ve düzgün bir biçimde hareketi gerektirir. Medeniyetin inşası uzun vadeli bir metot sağlar. Bu yürüyüşle, bizim yaptığımız her bir hizmet nesiller boyu birbirini tamamlayarak bir hayır ortaya çıkaracak, bir medeniyet inşa edilebilecek, bayındırlık ortaya çıkacak, insanlık İslam'a doğru dönüşecek, toplumda özgürce yaşam ve adalet ortamı temin olunacaktır. Bu çerçevede bu yürüyüşün teminatı bir usûldür, nesillerin sahiplendiği bir usûl olmazsa herkes kendi namına iş yapar ama evrensel etkileri olmaz. Oysa usûlsüzce hareket eden kendi keyfine göre hareket eder, bir bütün olamaz, diğer kardeşlerinden ayrılır, böylece vusûlsüz kalır, yani hedefine vasıl olamaz. Bundan ötürüdür ki usûl dairesinde hareket etmeyen vusûlsüz kalır”.

Cemil Meriç’in bu sözü birçok fikir adamı tarafından benzer bir şekilde dile getirilmiştir. Mesela “vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” deniyor. Bu söz öylesine bir öykünme değil, önemli bir tespiti de yapıyor. Bu sözde de; Bizim maslahatlarımızı temin edemememizin, vusulsüzlüğümüzün temelinde usulsüzlüğümüz yani manevi kirlerimizden temizlenmediğimiz sonucu çıkıyor. İslam

dünyasında Müslüman davetçilerin, önderlerinin, kanaat temsilcilerinin; medeniyet temsilcilerinin bir başarı sağlamalarını engelleyen faktörlerden birisi de şudur: onların yaşadıkları ortamlarda gerek ticaretlerinde gerek özel ve genel ortamlardaki ilişkilerinde, yaşayış şekillerinde önerdikleri medeniyetin pratik ameliyesini yapamıyor durumunda olmaları bir handikaptır. Onlar bu medeniyete mensup olarak görünseler de, bu kültürün esenliğini arzuluyor olsalar da, pratiklerini hâkim olan diğer medeniyetin şekillendiriyor olması manen kirli olduklarını gösteriyor, bu da kendi kimlikleri adına başarı sağlayamıyorlar. Zihinlerini cahiliyeden arındırmayan Müslümanların, evlerinde, ilişkilerinde, ticaretlerinde, ahlaklarında İslam’ın birer aksesuar gibi olması, ama şekillendirmemesi, sadece onay makamı gibi kalması manevi kirdir diye telakki etmek lazım. Yani batının sunduğu kimliği sahiplenerek içindeki gayr-i İslami bileşenleri ayıklamaya çalışmak bu kiri ifade ederse “bu konudaki tavrın da İslam’ı etiket değil kimlik olarak sahiplenip bütün ilişkilerde bu konuda bize düşen ödev nedir?” sorusu daha “milli”, “dini”, bizden bir duruş sağlar. Özetle fikren arınma, zihnen arınma, manen arınma vusûl açısından bir öncül durumundadır.

Rahle: Günümüzde Müslümanların başarısızlıklarının temelinde bu mu vardır? Yani Müslümanların başarısızlığının nedeni olarak usûllerini terk ettiğini mi söylüyorsunuz?

Abdullah Önder: Bir anekdot olarak Seyyid Kutup ile Cevdet Said’in aralarındaki düşünce farkını ortaya koymakta fayda var. Seyyid Kutup der ki: “Müslümanlar ellerinde geleni yapmakla mükelleftirler. İşleri metoda uygun olarak, niyeti güzel bir şekilde, metoda, Sünnetullah’a uygun olarak yapmalılar. Ancak bunun böyle yapılıyor olması başarıyı getirecek diye bir şart yoktur. Bunu verecek olan Allah’tır, bize düşen çalışmaktır.” Cevdet Said ise doğrudan bu düşünceye atıfta bulunarak der ki: “Bu tip bir düşünce problemlidir. Müslümanlar eğer Sünnetullah çerçevesinde hareket ediyorlarsa yine Sünnetullah gereği başarı muhakkak gelecektir. Yeter ki tam güç ile beraber tam bir irade olsun.” Kendi adıma Seyyid Kutub’un tespitinin dinen daha doğru olduğuna ikna oldum.

Müslümanların sadece kuru niyet ve dua ile başarıyı beklemek gibi bir lüksü yoktur. Müslümanların yattıkları yerden bir başarı beklemeleri doğru değildir. “Eğer ben zaferi kazanamıyorsam bende illa da bir yanlışlık var”, diye düşünmüyorum. Allah’a biz herhangi bir şeyi icbar edemeyiz. Kaderiye ile cebriyenin yolunu değil daha vasat bir yol tutmamız gerekiyor. Biz elimizden geldiği kadar elimizdeki imkânları, kaynakları, gidişatı doğru okuyarak bir karar vermeliyiz ve bir metot uygulamalıyız. “Bugün nebilerden biri olsa idi bu toplumu nasıl okurlardı ve bir de bugün bir İslam medeniyeti inşa edebilmemiz için ne yapardı?” sorusunun cevabını aramalıyız ve bunun gereğini yerine getirirken, pişmanlık duymadan doğru adımlar atmalıyız. Zaferi görmeyi isteme duasında illa ki bulunmalıyız, ama bunu göremesek de şikâyet etme hakkımız yok. Demek ki Allah bunun bize yazmamıştır, bizim Onun iradesini aşma gibi bir durumumuz yoktur.

Görüyoruz, bugün halen bilimsel birçok deneyler yapılıyor, bilim gelişiyor ama bilgiyi mutlaklaştıramıyorlar. Hakikat çoktur, şeklinde bir anlayış gelişmeye başladı. Bilgi tektir, anlayışı terk edilmeye başlandı. Bir dönem güç olarak bilgi algılanırken artık bilgi mutlaklığını kaybediyor. Aspirin ile ilgili sürece bakalım. Bir dönem faydalıdır denildi, bir dönem uzak durulması gereken bir şeydir diye bakıldı. Bu bilinen ve bilgi olarak ifade edilen şeyler kullanılamaz demek değil. Siz yer çekimini gerçek değeriyle değil de 9.8 olarak ele alsanız da bir binayı sağlam olarak inşa edebilirsiniz. Yani bilgi kendisini geliştirerek yoluna devam etmektedir. Bunlar birbirini takip eden sürekli gelişen, Allah’ın yasalarını tespit etme sürecidir. Özellikle İslam medeniyetini inşa etmekten bahsettiğimiz bir zamanda doğru bir bilgiye sahip olduğunu iddia etmemiz zor bir şeydir. Bu bilgi sosyolojik bir bilgidir, sizin tespitleriniz bir boyutuyla hakikati tam bir şekilde ifade edemeyecektir. Örneğin miladi binli yıllarda Eşari ekolünün bilgi tanımında şöyle geçer: “Bilgi malumu olduğu gibi idraktir” yani “bilineni olduğu gibi anlamaktır” şeklinde tanımlanır. Daha sonraki dönemlerde Amidi bu tanımı yetersiz bulunarak eleştiriyor. Zira burada bilgiyi kendisiyle birlikte tanımlıyor. Günümüzde sosyal bilgiler ve psikoloji alanındaki sübjektif (nesnel) değerlendirmelerin bir Sünnetullah’ı (değişmez yasa) tespit gibi sunulması, sorun oluşturacaktır.

Vusûl usûl ile birlikte bir anlam ifade eder. Eğer siz bir temel anlayış ve değerlerinizden neşet eden bir usûl ile belirlememişseniz, hedefe vasıl olsanız bile bu usûlün örnek alınabilir, sürdürülebilir bir değeri yoktur. Diğer yandan, biz usûlüne göre hareket etmişsek, illa ki başarıya ulaşacağız diye bir düşünceye de kapılmamamız gerekir. Bizim rolümüz ve sorumluluğumuz, her şartta usûlüne göre hareket etmektir. Başarı ve sonuca ulaşma hesap günü bize sorulmayacaktır.

Fakat başarısızlığımızın temelinde bir usûlsüzlüğümüzün olduğu da düşünülmelidir. Usûlsüzlüğümüz, değerlerimize halisane tutunmamız başarısızlığımızı oluşturur. Müslümanlar iyi niyetle de olsa maksada ulaşmak için aceleye düşüyorlar ve meşru yolları kullanmayı bir kenara bırakıyorlar. Usûlsüzce hareket ettikleri için daha fazla bireysel hükümlere başvuruyorlar. Amacımız, vizyonumuz, misyonumuz, hedefimiz, meşru olan ameller, gerçek başarının kıstası nedir sorusu sorulmalıdır.  Günümüzde uluslararası savaş mahkemeleri kurulmuş, zira harbin bile bir usûlü var, bir sınırı ve mukayyetliği var. Sonuç itibariyle biz doğru yürümüşsek başaramamışsak aslında başarmışız demektir.

28 Şubat sonrası geçirdiğimiz zorlu süreçten sonra Müslümanlar kendi içlerine yönelik ciddi öz eleştiriler yaptılar. Niçin bu toplumu şekillendiremiyoruz? sorusunu sormaya başladılar. Öz eleştiri sorusu bu soru olunca çözümde bu sorunun cevabında arandı. Çeşitli baskılar, ya da sosyal veya ticari ilişkiler neticesinde Müslümanlar taviz vermeye başladılar, fikirlerinde değişiklik yaşadılar. “Ben Allah rasulünün istediği gibi davetçi olamıyorum, dinime adam akıllı katkı sağlayamıyorum, o halde ben yapabileceğim alana çekileyim, bari onu iyi yapayım” şeklinde düşündüler. Bu kendine alanı “az ama sürekli” nevinden tahsis etme ameliyesi dinin aslı gibi algılandı. Bu da bir boyutuyla bireyin zaafından yeteneklerinden kaynaklanan ihtiyacın usûlün temeline oturmasını getirdi. Aydınlanmacı felsefenin ürünü sayılabilecek Sivil Toplum modellenmesine kadar giden yöntemlere döndüler ve böylece işin şirazesini kaçırdılar.

Rahle: Hayrettin Karaman gibi günümüz âlimleri nereye koymamız gerekiyor? Günümüzde ilim adamları da mı usûlden hareket etmiyorlar?

Abdullah Önder: Öncelikle usûl ekseninde konuştuğumuz zaman İslami usûlünce yaşama adı ehl-i sünnet olmuştur. Geçmişimizde böyle bir şey vardır. Usûli takip ettiğimizi iddia ediyorsak fıkıhta, inanç değerlerimizde adı konmuş ve sınırları çizilmiş bir usûle göre hareket ediyor olmamız gerekiyor. Ehl-i sünneti İslami anlama ve yaşama usûlü olarak adlandırılabiliriz. Günümüzde ülkemizin çoğu bu mezhepten olduğunu söylerler, ancak bu bir ülke geleneği ve örf-âdeti şeklinde kalmış gibi görünüyor. Müslümanlar genel sorunlarını bir usûl ile çözüm arayışında değiller. Ehlisünnetin çizgisini takip ettiklerini söylemek çok zor. Müslümanlar adına öne çıkan grupların kendi algılarını ehlisünnete mal ettiklerini görüyoruz. Konjoktur, günümüz şartları, strateji gibi terimlerle bir takım tanımlama yapılıyor. Oysa usûlde bunun yeri yoktur, nettir, esnekliği yoktur, usûl üsluptan farklı bir şeydir. Kurallar sistemini tanımlamaktan bahsediyorsanız, bir ilkeler bütününden hareket eder bir şeydir. Ana yöntemi belirler ve şartlara-zamana göre değişmez. Sabit bir usûle göre günümüz parametrelerini değerlendirirsiniz, bu bir stratejidir, usûl değildir. Konjoktur diyerek birçok şeyi kendinize inandırabilirsiniz. “Dikkat edin aldatanlar sizi Allah’ın adıyla atlatmasın”, deniliyor. Burada Müslümanlar art niyetli değilse de kanmaları mümkündür.

Diyanet teşkilatı evvelden verilen fetvaları günümüz açısında değerlendirme yoluna gidiyor. Hayrettin Hocanın ülkedeki yerini küçümsememiz gerekiyor, ehlisünnet usûlünü takip ederek pratik çözüm arayışında olan bir âlimimiz. Kendi terbiyemizde âlimleri aşmama gibi bir haslet olmalı, onlara hürmet göstermemiz lazım, zira âlime hürmet ilme hürmet demektir. Hayrettin hoca özelde fıkıh sahasında insanları İslami sınırlar içinde tutma gayreti gösteriyor. İnsanları olabildiğince İslam dâhilinde tutmaya çalışan fetvalar veriyor. Müslümanların dertleriyle dertlenerek amel isar etmek, bir cemaatin tavrından daha farklı duruyor. Cemaat bunların yanında insanları daha çok Allah’a nasıl yaklaştırırız, ahlakı nasıl düzeltebiliriz, Resulullah’ın halifeleri olmaları noktasında nasıl hareket edebiliriz, gibi sorulara cevap arıyorlar. Mensuplarını Takva zirvesine taşıma yolunu tutuyorlar. Cemaatlerin insanları taşıdıkları zeminle Hayrettin Hocanın Müslüman’ı tutmaya çalıştığı zemini birbirine karıştırmamak birbiri ile kıyaslamak gerekiyor. Biri diğerini nakzetmiyor, tamamlıyorlar.

Rahle: İnsanları bir şeye davet ederken yumuşak davranılması gerekiyor. Hâlbuki siz usûlü soğuk bir şekilde tanımladınız. Bunu biraz açıklar mısınız?

Abdullah Önder: Usûl adaletin ikamesi noktasında başat bir konuma sahip. Adalet kişiden kişiye değişmez. Haklıya hakkını verebilme sanatıdır. Bunun için adalete ihtiyacı olan her canlıya bu mekanizmayı oluşturabilmek lazımdır. Bunun için de toplumsal bir sözleşmeye ihtiyacımız vardır. Bu ise bir ahidlşeme, yazılı kurallar bütünü oluşturmalıyız. Usûl insanların birlikte aldıkları bir karar olarak tanımlarsak bir mutabatak metnidir. Bu yönüyle soğuktur, duygusallıktan arındırılmıştır. Usûl gerçeklikle ilgilenir.

Hakikati ortaya çıkarma metodolojisidir. Herkes için aynı olacak şey ile ilgilenir. Bırakın duyguları, algıları tarihsellikle bile ilgili değildir. Usûl tarih, mekân üstüdür. Usûl çerçevesinde ele alınan bir konuda tarih ya da mekân veya başka bir şey birer parametredir. İnsanlara yaklaşımımız ise bir üslup şeklidir. Günümüzde bu ikisini birbirinden ayırmamız gerekiyor. İnsanlara bir davet götürürken, evet, yumuşak bir şekilde, güler yüzle götürmeliyiz. Ama usûlden, usûlün belirlediği yoldan ayrılmak başka bir durumdur, üslup başka bir durumdur.

Rahle: Bizim herhangi bir işi yapış şeklimizi nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Bu noktada bir usûlümüz var mıdır?

Abdullah Eğilmez: Ana esasları belirleme tarzı olarak tanımladığımız usûlü, Allah ve Resulünün gösterdiği yahut onlara dayalı olarak çözüm arama şeklinde bir metod olarak tanımlayabiliriz. Daha dar alanda ise, davet, eğitim, hukuk usulü vb. bahsetmek mümkün. Mesela ülkemizde usul mahkemeleri diye bir kavram var. Hangi mahkeme neye bakıyor? Aralarında ihtilaf çıkarsa nasıl çözülür diye soruluyor. Bir de medeniyeti oluşturan disiplinlere ait, gerek kendi içinde gerek disiplinler arası usülün varlığını hatırlatmamız gerekir. Yani bu çerçevede bizim üslubumuz şöyledir şeklinde bir tarzımız olmalıdır. Mesela eğitim konusundaki ana usulümüz budur, insanlarımız arası proplemleri şu şekilde çözeriz şeklinde belirgin bir yanımızın olması gerekiyor. Mesela biz televizyonculuk yapacaksak, “biz bu işi bir asıl üzerinden yaparız, oradaki ürünü, sunumu şöyle sunarız, programlarımızda şöyle bir dil kullanırız”, gibi belirgin bir tarzımızın da olması gerekiyor. “Ben böyleyim, benim ürünüm böyle olur” diye muhatabım bunu bilmeli. Dışarıdaki insan bunu bilmeli yani. Örneğin müslüman bir cemaatin bir tv. kanalında başı açık bir hanım haber sunuyorsa, ve bu durum o cemaatin değer yargılarından neşet etmiyorsa, bu problem oluşturuyor. Cemaat üyesi bundan rahatsız oluyor. Değer yargılarından kaynaklanan bir standart olmalı ve bu oluşan beklentileri karşılamalı. Yine örneğin eğitimde NLP tarzı sunumlara yer verip vermeyeceğini, basından filanca yazardan seminer alınıp alınmayacağı şeklinde bir tanım yapılıp, bu gibi hususları önceden belirli bir tarzının olması gerekiyor. Bunu kurgulayacak olan ana usulümüzdür.

 Pratiğe dair, ahkama dair, temel birliktelik ilkelerinin belirlenmesi konusunda, bir toplumun problemlerini çözüm açısından Mecelle’nin ilk 100 maddesi temeli oluşturabilir. Mecelle bir boyutuyla Müslümanın tercih edeceği bir usul olarak değerlendirilebilir. İslami gelenekten çıkan, günümüzü de yakalayan bir çerçeveye sahip olduğunu düşünüyorum. Pratik ve uygulanabilir bir değere sahip. Çok özlü ve ciddi bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmış gibi görülüyor. Toplumsal bir dönüşümü düşünen dava adamları için ciddi bir kaynak olarak ele alabiliriz. İnsan Hakları Evrensel Kanunnamesi gibi kaynaklardan daha fazla bizden neşet eden bir kaynağa yönelmek daha isabetli olacaktır.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ