Fikri Gülsoy
Bir önceki yazımızın başlığı “Olduğu Gibi İnanmak”tı. Söz konusu yazıda, inancımızın Kitap ve Sünnet’te nasıl inanmamız isteniyorsa öylece olması gerektiğini, ifade etmiştik. Aynı yazıda, olduğu gibi yaşayamasak da olduğu gibi inanmamız gerektiğini, dile getirmiştik. Bu yazıda, inandığımız şeylerin yaşanması konusunu ele alacağız.
Olduğu gibi inanmak meselesi, yaşamaktan daha önce gelen ve daha önemli bir konudur. Doğru yaşantıların ortaya çıkması için mutlaka doğru inancın olması gerekir. İnançta aşamalılıktan söz edilemez. İnançta durum bu iken, inancın hayata geçirilmesinde aşamalılıktan söz edilebilir. İnançlar her şartta aynı olması gerekirken yaşantılar kişiye, zamana, mekâna göre farklılık arz edebilir. İşte bu farktan dolayı da, insan inancındaki hata nedeniyle hiçbir kazanç elde edemezken, yaşantılardaki eksiklik nedeniyle ancak eksik olduğu ölçüde zararlı çıkar. İnancın ve itikadın hatalı olması beraberinde bütün yaşantıların ve amellerin karşılıksız kalmasını getirir. Yaşantıdaki eksiklik ise yapılan diğer amelleri yok etmez.
İnandığı gibi yaşamak söz konusu olduğunda en önemli konu imkândır. Kul, imkânı ölçüsünde inandıklarını yaşamalıdır. Kısaca imkânımız bizim için mümkün olandır.
“Sizden biriniz, bir kötülüğü gördüğü zaman onu eli ile düzeltsin; buna gücü yetmezse dili ile düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbi ile buğz etsin. Bu son uygulama imanın en zayıfıdır.”¹
Yukarıdaki hadis-i şerif inancın yaşama aktarılmasında imkân unsurunun yeri konusunda ana çerçeve belirleme mahiyetindedir. Hadise göre ortada bir kötülük var; imkânımız varsa elimizle düzelteceğiz, buna gücümüz yetmiyorsa dilimizle müdahale edeceğiz, buna da imkânımız yoksa kalbimizle buğzedeceğiz. Bu da yoksa artık imandan söz etmek bile zorlaşır, çünkü imanın en zayıfı kalb ile buğzetmektir. Burada diğer dikkat çekici nokta ise kötülüğe karşı hiçbir şekilde tepki ortaya koymayan kişinin imanının zayıflığından bahsedilmektedir.
Kişilerin ve toplumların yaşayacaklarının sınırını tespitte ikinci önemli unsur kendilerine verilen nimetin boyutudur. Belki imkân içerisinde de değerlendirilebilecek bu ikinci boyut, imkândan belli ölçülerde farklıdır. İmkân kavramı, daha çok olumsuz şeylerin önlenmesinde söz konusu iken, nimetlerin hakkının verilmesi ise daha çok nimetin şükrü mesabesindeki şeylerdir. Nimetler ölçüsünde sorumluluk vardır. Nimetin hakkının verilmemesi daha çok yapılması gerektiği halde yapılmayan işleri ihtiva eder.
İnsanın ve toplumun sorumluluğunu üç ana başlıkta toplayabiliriz: Yapılması gerekenler, yapılmaması gerekenler, yapılması gerektiği halde yapılmayanlar. Bu üç unsurun ilk ikisinde pek sorun yoktur. Derinlemesine düşünülürse bunlarda da insanı zora sokan durumlar söz konusu olabilir. Asıl üçüncü unsurda insanı çokça zorlayan durumlar, sorular ve meseleler vardır.
İnsanın yapması gerekenler: İnsanın mutlaka yapmakla sorumlu olduğu farz ve vacible başlayıp sünnet, müstehab, mendup ve mübah gibi yapılması zorunlu olmayan amellere kadar genişçe bir alanı kapsar. Burada farz ve vacibin yerine getirilmesi bakımından tercihe dayalı bir durum zaten söz konusu değildir. Fakat zorunlu olarak yapılan fillerin nasıl yapıldığıyla ilgili olarak, sonsuz sayıda farklı ifadeden söz edilebilir. Olabildiğince yaşama azmiyle insan sürekli olarak daha iyisine doğru durumunu düzeltebilir. Şeklen farzları yerine getirmek ilk basağı oluştururken; örneğin, namazın huşu ile kılınması daha iyi bir yaşamayı ifade eder. Aynı durum insanın ihtiyarında olan durumlar için daha da önemlidir. Konumu itibariyle insanın ihtiyarına kalmış işlerin yerine getirilmesi sürecinde kul ne kadar kendini tazelerse, yenilerse, yeni basamaklara tırmanırsa o ölçüde yükseklere çıkabilecektir.
İnsanın yapmaması gerekenler: İnsanın kesinlikle yapmaması gereken haramdan başlayıp mekruha kadar uzanan olumsuz amellerin derecelendirilmesini ifade eder. Burada insanın bu olumsuz davranışlardan kaçınmasında da farklı durumlardan söz edilebilir. İnsan bazen haramdan zoraki olarak uzak kalabilirken, bazen de yasaklanan şeyden uzaklaşması tereyağından kıl çeker kolaylığında olabilir. İnsan olabildiğince yasaklardan kaçındıkça önüne sürekli olarak yeni ufuklar açılır ve sayısız sakınmalara kapı aralanır. Öyle ki insan belki yolun başında pek de olumsuz görmediği kimi davranışları, yolun ilerleyen aşamalarında sakıncalı görebilir. Bu hâl, insanın kendi ahvalinin bir neticesidir, yoksa o davranışların Allah (cc) katındaki durumunun değişmesinden kaynaklanmaz.
İnsanın yapması gerektiği halde yapmadıkları: Bu aşamada insanının önüne -baştaki iki maddede dile getirilen maddeyle de ilişkili olarak- çok daha geniş bir ufuk açılır. İnsanın yapması gerekip de yapmadıklarını (emirleri), yapmaması gerekip de yaptıklarını (yasakları), diğer insanlar da bilebildikleri halde insanın yapması gerekip de yapmadıklarını, diğer insanlardan daha çok insanın kendisi bilir. Çünkü insan kendisinden, kendi vicdanından kaçıp kurtulamaz. Kendisi kendisine şahittir. İnsanlar olarak diğer insanların yapması gerekenler bakımından genel bir bakış açımız vardır. Herkes toplumsal sorumluluk almalı, iyiliği emredip kötülükten sakındırmalı, tebliğ yapmalı. Fakat bir insanın gerçekten neyi yapması gerektiği halde yapmadığını bizler hakkıyla bilemeyiz. Burada herkese özel bir konumdan söz edilebildiği için herkesin durumu biriciktir. İnsanoğlu olabildiğince yaşamaya azmedip sürekli emredilenleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınmayı sürdürdükçe önüne daima yeni ve daha yüksek hedefler açılacaktır. Bu durumda bir insan için bile her an değişen bir sorumluluk halkasından söz edebiliriz. Aynı insanın bugünkü sorumluluğu ile yarınki sorumluluğu dahi birbirinden farklı olabilir. Zaten sürekli olarak iyiye doğru yönelen bir insan da hep bir muhasebenin içindedir.
İnsanın yaptıkları ve yapmadıkları kalbinde bir iz bırakır. Olabildiğince yaşadığımızda, önümüze açılan kapılar mekanik, ruhsuz unsurlar değildir. Yaşayarak ulaştığımız her seviyede kalbimize Rabbimiz tarafından bahşedilen bir ikram söz konusudur. Bu ikramla biz, olabildiğince yaşamamızın bir meyvesi olarak, kalbimizdeki iyi hissiyatın da katkısıyla kendimizde daha ilerisi için bir itki gücü buluruz.
İnsanın olabildiğince yaşaması önünde iki engel vardır: İnsanın ibadetlerle ilgili yaşayışının önündeki en büyük engel nefsi iken, dışa dönük yaşantılarıyla ilgili olabildiğince yaşaması önündeki engel gayr-i İslâmî her türlü unsurdur. İnsan nefsinin isteklerini kontrol altına alıp da Allah’ın (cc) rızasına uygun yaşamaya başladığında hayır yönünde kapı aralamış olur. Fakat açılan bu kapının ilelebet açık kalması yönünde elimizde bir garanti yoktur. Nefis her an yan çizip çıtayı aşağı düşürebilir. Ancak -insanın kimi fiziksel hareketleri sürekli olarak tekrarlaması ile her defasında daha ileri gidebilmesi gibi- ibadetler bakımından insan, nefsini her yendiğinde yaşantısında yeni ve daha üstün davranışlar için bir basamak elde etmiş olacaktır. Böylece insan kendi nefsini Allah’ın (cc) rızasına uydurarak olabildiğince yaşamak bağlamında her gün yeni yaşantılar ortaya koyabilecektir. İnsanın sosyal hayatında olabildiğince yaşamasının önündeki İslâm dışı unsurlar ise daha etkili engellerdir. Bu unsurlar ailede baba, işyerinde patron, devlet kurumlarında müdür ve devlette devlet başkanı, polis, asker olabilir. İbadetlerle ilgili olabildiğince yaşama meselesi çoğunlukla kendimizi (nefsimizi) aşmakla yerine getirilebildiği halde çevremizdeki yaşantılar için nefsimizi yenmekle birlikte dışımızdaki bir güce de karşı koymamız gerekmektedir. Kaldı ki bu karşı koyuşların çoğunlukla karşı koyana bir faturası söz konusudur. Ailede baskı, işyerinde işten çıkarılma, devlet kurumlarında sürgün veya görevden alınma, devlette ise hapis, işkence ve ölüm bu karşı koyuşun sonucu olarak insanı bekleyebilir. Tabi durum bu olunca insanın dışından gelen baskıları göğüsleyebilmesi için kalbini çok iyi derecede ıslah etmiş olması ve bu durumu da muhafaza etmesi gerekmektedir. Aksi halde insan dışındaki engelleri aşıp da kendi olabildiğince yaşamak özel hedefine varamaz.
Olabildiğince yaşamak meselesine bir de olabileceği kadar yaşamak penceresinden de bakılabilir: Bu durumda olabildiğince yaşamak endişesinden çok olabileceğinden fazla ve gereksiz yaşama endişesi vardır. Bu durum insanların hem ibadetlerinde hem de dış unsurlara karşı davranışında söz konusudur. İnsan ibadetlerinde hep bir ilerleme ile kemalat arayışını sürdürerek olabildiğince yaşamalıdır. Fakat insanın bu serüveni insanda bıkkınlık, yorgunluk getirecek biçimde tezahür etmemelidir. Bu arayış ve yükseliş seyrinde insan kendini, ailesini ve sosyal hayatını ihmal etmemelidir. İnsan yapmakta olduğu yaşantının altında ezilmemelidir, yaptıklarını da sürekli yapmalıdır. Hadis-i şerifte de men edildiği gibi sürekli oruç tutmamalı, geceleri tümüyle ibadetle geçirmemelidir. Kişi kendi ibadetiyle ilgili durumları kendi durumuna uygun olacak şekilde daha kolay adapte ederken, kendine uygun olabildiğince yaşanabilirlik sınırını daha çatışmasız ve travmasız atlatabilirken; dışa dönük olabildiğince yaşanabilirlik kıstasının belirlenmesi İslâm dışı unsurların durumuna da bağlı olarak daha sancılı, daha karmaşık ve daha uzun süreli problemlere neden olabilir. Bu iki durumda da esasen sorun aynıdır: Her iki durumda da uygun olan yaşantıya isabet edilememiştir. İsabetsizlik ya kişilerin ve toplumların yapması gerektiği halde bir davranışı yapmaması -olabilecekken olmaması- ya da kişilerin ve toplumların kendi durumlarını aşan sorumluklar altına girmesi -olmayacakken olması- şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Olabildiğince yaşamak bakış açısıyla kendi hayatımıza ve kendi toplumumuza baktığımızda mesele daha çok, olabilecek miktarda yaşantımızın ortada olmadığı yönündedir ve sürekli bu durumun muhasebesini yaparak işin hakkını vermemiz gerektiği yönündedir. Kişisel hayatımızda yok denecek derece azda olsa toplumsal hayatımızda bir miktar mevcut olan olmayacak şeyi yapmak üzerine de kafa yorup olabilecek optimum (kâmil) noktayı tespit etmeliyiz.
Dipnot:
1. Müslim, İman, 20; Nesâi, İman, 17.