Maslahatın Temininde Usûl - rahle.org

Maslahatın Temininde Usûl - rahle.org

Maslahatın Temininde Usûl


Facebookta Paylaş
Tweetle

Abdullah Eğilmez 

 

 

Giriş

Bir toplumun, bir medeniyetin alamet-i farikası kurumlaşmasıdır. Bu kurumlaşma sadece bayındırlık, maarif, savunma gibi konularda değil, aynı zamanda ilişki biçimlerine kadar uzanır. Zira kurumsallaşma organizmanın istikrar ve emniyetini temin eder. Kimlik ve kültür mirasını nesilden nesile aktarır.

Şüphesiz İslâm'ın Asr-ı Saadetinde bugünkü anlamda bir kurumsallaşma etkisi görülmemektedir. Zira Allah Resulünün hayatında sürekli vahiy gelmekteydi. Vahiyle beslenen bu toplumda Müslüman kimliği ve İslâm toplumunun nirengisini şekillendirmek ve sürdürmek için insan aklının alması gereken kararlara ihtiyacı olmamıştı. Vahiy bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletlerarası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vaz etmişti.¹  

Diğer yandan Raşit halifeler döneminde Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Âişe,  Ebû Hüreyre, İbn Abbas, İbn Ömer, İbn Mes’ud, Talha, Zubeyr, Sa'd b. Ebî-Vakkas vb, her biri bir ilim deryası olan ümmetin kutuplarının hayatta olması sebebiyle meselelerin halli sorun teşkil etmiyordu. Çünkü bunlar bizatihi dinin birincil kaynaklarının (Kur’an ve Sünnet) doğrudan müdahalesi ile terbiye edildiler. Onların uygulaması “Kitap ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamak” idi.² Bu dönemde ilmin içeriği iyi bir Kuran bilgisi ve Allah Rasulü’nün çözümlemelerine olan yakınlık olarak nitelenebilir.

Zamanla İslâm coğrafyasının genişlemesi, kültürel çeşitlenme ve etkilenme, zaman ve mekândaki farklılıklarla beraber türev değerindeki beslenmelerle yetişen âlimler, keza yeni karşılaşılan problemler karşısında verilen cevaplar çeşitlenmekle karşı karşıya kaldı. Bu süreç aynı zamanda İslâm’ın bir medeniyet çağrısını yüksek sesle ilan ettiği dönemleri de ifade ediyor.

Bu süreç iki alanın sınırlarının çizilmesini zorunlu hale getirdi:

1- Yönetim organizasyonun oluşturulması: Valiler, kadılar, komutanlar vs. rollerin belirginleştirilmesi sağlandı.

2- İlim Mektepleri: Hadis, Tefsir, sonrasında da kelam ile devam eden süreçte bir ilmi standart oluşturulmaya başlandı.

Bu standartlaşmalar ümmetin birliği ve dirliği için, aynı hüccetten aynı neticeye varmak için dil birliği kendisini zorunlu hale getirdi.

Gerek ilim konusunda gerekse meselelerin çözümünde usûlün belirlenmesi, temeli oluşturması kaçınılmaz hale gelmektedir. Zira gerek medeniyet tasavvuru bunu gerektirmektedir, gerekse bir toplumu oluşturan insanlar arasındaki iletişim ve hedef birlikteliği ancak böyle sağlanır. İslâm'ın adalet ilkesinin ikamesi için yine usûl temel bir öneme haizdir. İnsanlığın ortak değerlerinden birisi bu konuda “Usûl esasa mukaddemdir (öncüldür).”

Usûl İhtiyacı

Bir yöntem olarak algılayabileceğimiz Usûl kavramının anlamı sözlükte şöyle tanımlanmaktadır:

Kökler, asıllar. Bir amaca erişmek için izlenen düzenli yol, tutulan yol, yöntem, tarz. Bilimde belli bir sonuca erişmek için, belli ilke ve kurallara göre izlenen yol, metot.  Hukukta bir yasama veya idare işleminin hazırlanması, yapılması veya yürürlüğe konması sırasında uyulması gereken hükümler ve izlenecek yollar. Süre申

İmam Gazalî; “Meseleler hakkında Kitap, Sünnet ve icmâ'a; bunların sıhhat ve sübût şartları­na ve icmâlî olarak delalet yönlerine, yani bu delaletin siga itibariyle mi, lafzın mefhumu itibariyle mi, siyak itibariyle mi, yoksa lafzın makulü itibariyle mi olduğuna temas eder ve bunu yaparken özel bir meseleye değinmez”⁴ şeklinde tanımlar usûlü.

Bu noktada tam da “Ehl-i Sünnet” tanımı önemli bir yer tutmaktadır. Zira “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat İslâm'ı bir usûl çerçevesinde yaşama ve problemlerin çözümünü yine bu Usûl esaslarıyla çözmek için yöntemi İslâm'ın ilk kaynaklarında yani Kur'an'da ve Rasulullah’ın, Ashabının ve Tabiinin hayatlarında arama yöntemidir.”⁵

 Hadis ilmi konusunda İmam Buhari'nin bir hadis bildiği bilinen bir zatı bizzat dinlemek üzere günlerce yol giderek eriştiğinde, adamın eşeğini aldatarak çalıştırmaya çalışmasını görmesi üzerine gerisin geriye dönmesi meşhurdur. Zira “rivayetin hakikati, şartları, çeşitleri, hükümleri, ravilerin halleri, şartları ve rivayetin sınıflarını”⁶ inceleyen Hadis Usûlünde, ravinin sıhhat şartları olarak tespit edilen adalet prensibine bu hal ters düşmektedir. Hadis âlimlerinin bu şekilde Cerh ve Ta’dil ile pratikleştirdiği bu durum aslında bu ilme girişten önce belirlenen yöntemin sonucudur.

Diğer yandan “Müçtehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir.”⁷

Şu halde gerek geçmiş birikimimiz, gerekse insanlık tarihi medeniyetin inşası, ortak değer yargıları için toplumun eğitilmesi, sürecinin bekası açısından usûlün önemini ortaya koymaktadır. Öyleyse insanlık için iddia sahibi olan tüm organizmaların belirgin usûllerinin olması gerekmektedir. Hadis ve Fıkıh örneklerinde görüldüğü gibi her kurumun kendine has bir usûlünün olması yine hayatın doğasındandır. İslâmı anlamak, hayatı anlamak, meselelerin halledilmesi, tebaa ve cemaat mensuplarının itminanı açısından Usûl ve usûle riayet önem arz etmektedir.

Bu çerçevede temel bir usûlün tanımlanması gerekmektedir. Bu Usûl Ehl-i Sünnet olarak tanımlanmıştır.

Çünkü İslâm’ın saf uygulanışı, onların hayatıyla pratik bulmuştur. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, ashab, tabiûn, selef-i salih ve hidayet imamları olan fazilet sahibi üç nesildeki hadis ve ilim ehli olup dinde fakih olan, onların izlerini sürüp, yollarını takip eden, onların gösterdikleri ve tutturdukları hidayet yoluna uymayan şeyleri ve dinde herhangi bir bid’ati sonradan ortaya çıkarmayan kimselerdir.

Günümüzde “sünnetin "illet" ve "mekasıd"ı nasıl bir uygulama ile gerçekleştirilebilir?" ya da "Peygamber bugün yaşasaydı bu konuda ne yapardı?" sorularının cevabı aranmalıdır. Sünnet, bütüncül bir anlayışla arka planına yerleştirildikten sonra, genel ilkeleri çıkarmak, araçlardan amaçlara, değişkenlerden değişmezlere gitmek gerekir. Bundan sonra yapılacak olan, bu ilkelerin günümüz şartlarında nasıl gerçekleştirileceğine cevap aramaktadır. O ilkeler doğrultusunda yapılacak her uygulama sünnetten sayılır ve sünneti ihya etmek olur. ”⁸

Sünnetin illet ve mekasıdının tespit edilerek günümüze izdüşümünün araştırılması; “dinin aslının, bir bina gibi, şeklinin, belirgin özelliklerinin aynen kalması, tabii tesirler sonucu bozulan yerlerinin onarılması, çevresinin ve girişinin güzelleştirilmesi, yollarının yeniden düzenlenmesi ve onun bilinir, tanınır hale getirilmesi anlamındadır. Yoksa onu yıkıp yerine bambaşka ve büyük bir şey dikmek değildir. Dinin tecdidi de ona yeni bir şekil kazandırmak değil, onu, Resûl-i Ekrem ve sahabe dönemindeki saf haline döndürmek, o dönemdekine benzer bir samimiyetle yaşanmasına fert ve toplum seviyesinde zemin hazırlamak demektir.”⁹

Nitekim ehl-i sünnet ve’l-cemaat kavramı, aynı zamanda onların usûlü, hidayetleri ve izledikleri yol manasına gelir.

Sorunların Çözümünde Usûl

İslâmî mücadele, müntesiplerinin keyfine bırakılmış bir mücadele değildir. Onları kayıt ve şart altına alan, sınırlar koyan, dünyevî ve uhrevî sorumluluklar yükleyen bir hukukî yapıya sahiptir. Hiç şüphesiz hukukî yapının kaynağı Kitap ve Sünnet’tir. Mücadelenin hukukî yapısı öyle bir ağla kuşatılmıştır ki, ötekinin haklarını korumayı bile imana bağlamıştır.

Söz konusu hukukî yapının fıtrat gereği değişkenleri olmakla beraber bu değişkenler yine aynı hukukî yapının sabitelerine bağlıdır. Hayatın değişen ve gelişen şartları mücadelenin dikkate alması gereken reel durumlardır. Zira mücadele de aynen onu ortaya koyanlar gibi canlı bir olgudur ve hayatın şartlarını kendi sürekliliği için göz önünde bulundurur; daha doğru bir ifadeyle, mücadeleyi gerçekleştirenler bu realiteyi gözetmekle yükümlüdürler. Ne var ki bu realite, sabitelerin yerine geçirilerek mutlaklaştırılır ise pek çok sapmayı da beraberinde getirir. Usûlün yerini usûlsüzlük, ölçü ve hadlerin yerine de ölçüsüzlük ve haddini bilmezlik alır. Realite mutlaklaştırıldığında sınır tanımaz bir maslahatçılığı, pragmatizme dönüşen bir faydacılığı ortaya çıkarır. Bu durumun sonucu seküler yapılanmaların iktidar mücadelesidir. Kaba bir tabirle mücahitliğin müteahhitliğe dönüşmesidir. Neticede ilkesizlik asıl haline gelir. Gündelik kaygılar çıkar ilişkileri mücadelenin şeklini belirleyici olur.”¹⁰

Şu halde dünyanın hemen tüm hukuk uygulamalarında hukuka aykırı elde edilen delillerin adaletin temininde geçersiz sayılması gibi  Usûl esasa mukaddemdir (öncüldür)” prensibi gereğince bir amacın tespiti ve elde edilmesi için yürünen yolun değeri yani yürüyüş usûlü çok önemlidir, usûle uygun olmayan maslahat teminleri batıldır.

Günümüzün ortaya çıkardığı her meselenin halli için ortaya konan Usûl ekseninde çözüm aranmalı ve bu çözüme riayet edilmelidir. Burada bir Usûl kadar o Usûl ekseninde hareket ediyor olmak da önemlidir. Usûl bir konunun hududunu da tayin eder. Ve hududun aşıldığı yer anarşi doğurur, adaleti zedeler, fesadı yaygınlaştırır. Adaletin olmadığı yerde zulüm baş gösterir. Adaletin tesisi için hudutlara, esasa riayet, hudutların belirginliği için usûlün olması ve uyulması zarurettendir.

Mü’minler, aralarında cereyan edecek her türlü ihtilafı Allah-û Teâla’nın indirdiği hükümlere göre çözmek zorundadırlar. Yani her halükarda şer'î hududları muhafaza etmek farzdır. Zaruriyyat mertebesindeki emniyetler, ancak haddlerin ikamesi ile sağlanır.”¹¹

Şu halde usûl, İslâm’ın maslahatını temin için, bu dinin dava adamlarının takip ettikleri ve hududları belli olan bir yoldur. Maslahat, bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şeydir.

Şatıbî der ki: Delâleti subût-i kati olan ve emir bildiren her hüküm maslahattır.

Maslahatın zıddı ise mefsedet yâni bozukluktur. Mefsedet, fesad kökünden türemiş; bozgunculuk, haddi tecavüz edip zulmetmek, istikametten sapma, ibadetin bozulması, ameller için geçersiz olma, hükmü olmama, uygunluktan uzaklaşma, itidalden çıkma anlamlarına gelir. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır:

Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak bilinmelidir.

Umûmî (genel) olmalıdır, husûsî ve şahsî menfaatler maslahat olamaz.

Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalıdır veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır.

Nasslara (kesinlik ifade eden ayet ve hadislere) ve icma'a aykırı olmamalıdır. Nasslarda, umûmî veya husûsî surette de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet, işâret olmalıdır.¹²

Gazalî der ki: Maslahat kullar için celb-i menafi ve def-i mefsedettir. Maslahat İslâm’ın “özgürlük” ile teminat altına aldığı kişinin dinini, canını, aklını, ırzını, malını korur. İşte bu esasların korunmasını sağlayan her şey maslahat, bunların heder olmasına götüren her şey de mefsedettir. Ki, bunların defedilmesi haddizatında maslahattır.

Maslahattan maksad, şeri şerifin gayelerini korumak ve gerçekleştirmek ise, bunun hüccet (delil) olmasına hiçbir selim akıl sahibinin itiraz etmemesi gerekir.

Maslahat Şari'in amaçlarına uygun olmalı ve herhangi bir Şer'î delile aykırı düşmemelidir. Usûlî şeriyyeden biri, küllî veya cüz’î bir surette delâlet eder olmalıdır.¹³

Maslahat, zarurat ve ruhsat kavramlarının anlamı, içeriği başka bir makale konusu olmakla birlikte, maslahat ile Usûl arasında kurulan doğrudan alaka yukarıda kısaca izah edilmiştir.

Ümmet için ortaya çıkarılacak her bir hükmün, tespiti yapılacak her bir değerin, durumun tahlilinde nakli deliller silsilesinin takip edilmesi usûlün gereğidir. Nakil ve aklın birbirini desteklemesi durumun­da, nakil öne alınır ve metbû (tâbi olunan) kılınır; akıl ise geri alınır ve tabî kabul edilir. İnceleme ve neticeye varma sırasında akıl ancak naklin müsâadesi ölçüsünde katkıda bulunur.¹⁴

Usûlün Güncelliği

Canlı bir İslâm toplumu olan cemaatin, mensupları için sorumluluğunu aldığı beş şeyin emniyetini sağlayabilmesi adalete olan bağlılığını süreğen ve görünür kılması ile mümkündür. Bu güveni besleyecek olan özelliği ise bilinir ilkeleri ve ilkelerini gösteren çalışmalarıdır. Konunun paydaşı olan insanlar tarafından anlaşılamayan tavırlar genellikle ilkesizlik olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle kendini bir taraftan mensubu olmayan dışarıdaki akl-ı selim sahiplerinin, diğer taraftan mensuplarının “bu işi niye yaptılar ki?” değerlendirmeleri genellikle cemaat ilkeleri ile irtibatlandırılmaktadır. Adalete bağlılığı anlaşılamamış adalet davetçilerinin çağrısı ikna edici olamaz. Bu boyutuyla mesele ilkelilik ve netlik konusuyla alakalıdır. 

Usûl ve özellikle Fıkıh kat’i meselelerle ilgilidir, faraziyelerle ilgilenmez: “Fıkıh usûlü şeriatın küllî esaslarına dayalı”dır. Bu ilimde kullanılan öncüller ve kendisine dayanılan deliller mutlaka kesin olmak durumundadır.”¹⁵ Usûl ve bu usûle göre belirlenen her esas, her zaman ve şart altında aynı değeri ortaya çıkarır. Usûlün uygulandığı her hangi bir durumla ilgili bir parametrenin değişmesi ile usûlün ortaya çıkardığı ilim ve pratik bir önceki duruma göre farklılık arz etse de bu bir Usûl değişimi değildir. Yeni parametre ile yeni pratik şekillenmesidir ama özde aynıdır. Sözgelimi insanın soğuk havada kalın giyinmesi ile sıcak havada gölgeyi arayıp ince giyinmesi bir farklılık değil, doğal yaşam sıcaklığı olan 25 dereceyi yakalama refleksidir. Yani öz değişiklik göstermemektedir.

Diğer yandan bir boyutuyla pratik alanı, doğruyu ve yanlışı belirleyen, yani hukuk alanıyla ilgili bir boyuta dikkat edilmelidir. Geniş anlamda anlayış ve ilkeler diye genellendirilebilecek bu alan bir cihetiyle sadece içinde yaşanılan coğrafyadan değil insanın olduğu her alandan gelen meselelere karşı cevap verebilir ve kendisini gerektiğinde yeniden konumlandırabilir yapıda olmalıdır. Bir toplumun değer yargılarının değişimi kimliğinin değişimi demektir. Kimliğin değişimi ise olumlu yöne bile olsa başkalaşma demektir.¹⁶ Başkalaşan bir toplum, ya da kimlik değiştiren toplumlar tarih boyunca büyüyen toplumlar değil çözülen ve küçülen toplumlar olmuştur.

Değişmeyecek tek şey iman esaslarıdır, yegane kaynak Kur’an ve Sünnettir. Müslümanların tecrübeler ile elde ettiği her bilgi ve usûl değişebilme özelliğine sahiptir. Ancak insan olarak var olmanın bir gereği olarak değişimde de süreklilik olmalıdır. Zira değişime ikna olmamış her mensup çözülmenin adresidir.  Yeni söylenecek her sözün, tashih edilecek her ilke ve yaklaşımın da bir Usûl ekseninde olması, yani bir değişim usûlünün olması gerekmektedir.    

Bir usûle dayalı olarak tespit edilen bir hükmün değiştirilmesi elbette mümkündür. Usûl kitapları bu konuda babları da ihtiva etmektedir.  Bir delili ancak onun kuvvetinde veya ondan daha kuvvetli olan bir delil neshedebilir. Şayet delil tevatür yoluyla sabit olmuş ise, kendisi gibi mütevâtir olmayan bir delil ile neshedilemez. Şu var ki Allah Rasulünün vefatından sonra nesh olamaz. Delillerden hüküm çıkarırken oluşan görüş farklılıkları tearüz olarak ifade edilir, tearüzlerde de esasında farklılık yoktur, sadece rey ve kıyastan kaynaklanan zanni zahiri bir farklılık vardır.”¹⁷ Delillerin tearuzunda tercih usûlleri de belirlenmiştir.

Şu halde özellikle günümüzde İslâm’ın delillerinin eksik bilgi ya da zannî değerlendirmeyle hikmete ve mekasıdus Şeria’ya müsavi olmayan tespitlerin dillendirilmesi mümkündür. Ancak bunların da tashih etmek içinde usûl takip edilmelidir

Bu makalede fıkıh konusuyla irtibatından dolayı içtihat yapmanın yolları sıralanarak yeni müçtehitler türetilmesi arzulanmamaktadır.

Gaye; “müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını öğrenerek, onlardan nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenebilmek”¹⁸ için usûle dair bir anlayış kazandırmaktır, Müslüman aklın günün problemleri karşısında yine bir Usûl takibine vurgu yapmaktır. Ulemanın kitap ve sünnetten özümseyerek sunduğu değerlendirmeler Müslümanların önünü aydınlatan ışıklardandır. İnsanlık Tarihi, Müslümanların tecrübesi, Ulemanın usûlü ufuk açıcı unsurlardandır.

Diğer yandan İslâm Toplumunun yeniden inşası ve yapılanması için değişim ve denetim talebi her Müslümanın hakkıdır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi bulunulan halden başka bir hale geçiş bir değişimdir, mutlak olumluluğu ifade etmez.

Değişim talebi, anlayış ve ilkeler hakkında olacaksa bu dünyevi gerekçelerle temellendirilemez. O güne kadar sahiplenilen, öğrenilen anlayış/ilke ya da davranışın temeli olan kaynak ifadeleri (ayet, hadis) yeniden ele alınarak, talep edilen değişime izin verilip verilmediği incelenir. İslâm Toplumunun kimliğini, genel yapısını, yürüyüş şeklini, gayesini etkileyecek talepler, “şartlar gerektiriyor” gibi altı doldurulmamış dünyevi gerekçelerle temellendirilemez, yönlendirilemez. Değişim ve yeniden konumlanma talepleri dinin maksadı ve maslahatını temin için olmalıdır.

Şartlar sadece strateji, model ve bunların biçimlendirdiği davranışları değiştirmenin bir sebebi olur. Yani şartlar Müslüman Kimliğini ve değerini değil onun üslubuna dönük bir etkiye sahiptir.

Bilginin kaynağı vahiydir. Kur’an-ı Kerim’in bir ayeti veya Rasulullah’ın bir hadisi karşısında, her şeyi bırakıp ona kulak kesilen ve kendi düşünce ve konumumu yeniden değerlendiren bir anlayış esastır.

Temel kaynakların (Kur'an ve Sünnetin) bir bütün olduğu ve birbirini tamamladığı, nakzetmediği ve tek bir kaynaktan neşet ettikleri bir vakıadır.

Kaynakları kendine uydurma değil; kendini kaynaklara tabi kılma anlayış ve gayreti olmalıdır.

Kaynakları doğru okumak, kaynakların kendileri kadar değerlidir. Doğru okuyabilmek ancak doğru yaklaşımlarla mümkün olabilir.

 

Dipnotlar:

1. Bkz. Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, İz Yay.

2. Hacevi, müçtehit fakih seviyesinde 27 sahabe ismi aktarmaktadır.

3. Bkz. Büyük Türkçe Sözlük.

4. İmam Gazalî, Mustasfa, Rey Yay. I, 3-4.

5. Abdullah Eğilmez, “Cemaat Anlayışı”, Rahle Eğitim ve Kültür Dergisi, Yaz: 2008, s. 7-12.

6. İbn Efkanî. “Diratyetü’l-Hadis İlmine Hadis Usûlü Denir”; Aktaran: Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Diyanet Yay. s. 87.

7. Zekiyüddin Şa’ban, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l-Fıkh), Diyanet Vakfı Yay. s. 28.

8. Selahattin Polat, Hadis Araştırmaları, İnsan Yay. s. 285-293.

9. İsmail Lütfi Çakan, Sünnetin Dindeki Yeri, Ensar Neşriyat.

10. Necmettin Irmak, “Mücadelenin Usûlü Selasesi”, Rahle Eğitim ve Kültür Dergisi, Güz: 2009. s.14.

11. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmîyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu.

12. Bkz. Şatibî, Muvafakat, İz Yay.

13. İmam-ı Gazzalî, Mustasfa, I, 287-310.

14.          Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, age.

15. Bkz. Şatibî, age.

16. Abdullah Eğilmez, Değişim, Rahle Eğitim ve Kültür Dergisi, Yaz: 2009, s. 7-12.

17. Abdulkerim Zeydan, Fıkıh Usûlü, İFAV Yay. s. 15.

18. Zekiyüddin Şa’ban, age.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ