Usûl Anlayışımız Üzerine - rahle.org

Usûl Anlayışımız Üzerine - rahle.org

Usûl Anlayışımız Üzerine


Facebookta Paylaş
Tweetle

Konuşan: Ebubekir Sifil

 

Emre İlsever: Terim olarak usûl ve usûl-i din ne demektir? Ehl-i Sünnet âlimleri bunları nasıl tanımlamıştır?

Ebubekir Sifil: Usûl, bir şeyin metodu anlamına gelen genel bir kavramdır. Usûl-i din ise bunun itikadî ve kelamî meselelere uygulanış tarzının yansıttığı sistemdir. Usûl, sadece İslâmî ilimlere ya da İslâmî referanslara yaklaşmanın metodu değildir. İnsanoğlu herhangi bir sahada zihnî faaliyet gösterirken mutlaka bir metod, bir yol ve sistem takip ediyordur. Biz usûl derken temelde edile-i şeriyeye bakma, onları okuma, onlardan hüküm çıkarma, onların bize rehberlik etmesini sağlama yönteminden bahsediyoruz. Usûl-i din, işte bu yöntemin itikadî-kelamî sahaya intikal eden kısmının adıdır. Mutlak anlamda İslâmî ilimlerde usûl denilince, usûl-i din kastedilir.

Usûl-i din, İmam Gazalî’nin tespitiyle, küllî olandan bahseder; yani varlıktan bahseder, Müslümanın varlık tasavvurundan ve Allah anlayışından bahseder, Allah’ın emirleri ve yasaklarına karşı pozisyonlarımızdan bahseder, kalbin ameli olan itikaddan bahseder. Usûl-i fıkıh ise azaların ameli olarak cüz-i olandan, cüz-i amellerden, yani muamelattan bahseder. Dolayısıyla bu ikisinin arasında bir küllîlik-cüz’îlik ilişkisi vardır; ama kaynakları birdir.

Usûl-i fıkh, usûl-i din de dâhil olmak üzere diğer teknik ve sistemlerin istifada edebileceği kaynakları ortaya koyar; yani bizi elimizden tutup selamete götürebilecek edile-i şeriye’den bahsediyoruz. Nedir bunlar? Kur’an, sünnet, icma ve kıyas. Usûl-i din ise kaynak metodolojisinden bahsetmez; yani “Kur’an niye delildir?”, “Sünnet niye delildir?”… bunlardan bahsetmez. Ama usûl-i fıkh bundan bahseder. Bununla birlikte usûl-i din, usûl-i fıkhın temin ettiği bir zemin üzerinde küllÎ okumalar, istinbatlar (çıkarımlar) ve tespitler yapar. Aralarında böyle bir ilişki vardır: Biri umum (genel), diğeri husustur (özel).

Emre İlsever: Müslümanın hayatında usûlünce yaşamanın önemi nedir? Mesela, bir kimse Ehl-i Sünnet âlimlerinin edile-i şeriye’ye baktığı gibi bakmadan, onu görmezden gelerek yaşasa yahut kendi usûlünü kendi geliştirse durum ne olur?

Ebubekir Sifil: Böyle bir şey fırkalaşmaya götürür. Daha doğrusu bid’ate götürür… Bir insanın günlük pratik hayatında, yapıp etmelerinde; “Usûl ilkeleri neydi? Bunlara nasıl riayet ederim?” diye her seferinde düşünmesi, böyle bir muhakeme işletmesi, bunu canlı tutması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu mümkün değildir tabi. Bununla birlikte, Müslüman hayatını o ilkeler doğrultusunda yürütür. Nasıl yapar bunu? Çok büyük ölçüde kavaid vasıtası ile yapar.

Kavaid-i şeriye dediğimiz bir alan vardır; bu alan usûl-i fıkh ile furu-i fıkh arasında bir ara mertebedir. Mesela; “ehven-i şer tercih olunur…” diye bir şey var. İnsanlar sandık başına gittiklerinde bu ilkeyi işletirler; toplumun siyasî tercihlerinde çok uzun yıllar belirleyici olmuştur. Bu aslında kavaid-i külliye’den bir kaidedir. Önümüzde iki şerr varsa, başka da seçeneğimiz yoksa, biz bunun en ehven (kabul edilebilir) olanını tercih ederiz. Dolayısıyla Müslümanın günlük hayatını yaşarken böyle kavaidden yansıyan bir takım kodlarla hareket ettiğini söylememiz lazımdır. Bunun farkında olunmayabilir; yani aslının usûlden geldiği bilinmeyebilir. Ama Müslümanın günlük hayatında böyle mutlaka bir iz düşüm, böyle bir kod vardır.

Bir insanın bunlardan bağımsız, bunlara burun kıvırarak Müslümanlığı yaşaması yahut Müslümanca yaşaması mümkün müdür? denirse… Evet, mümkündür, ama arızalı bir şekilde mümkündür. Yani o kimse, arızalı bir Müslümandır. Usûlden, kavaidden, tespit edilmiş İslâmî ilkelerden, yapıdan bağımsız yaşaması iki şekilde mümkündür: Ya kendi usûlünü ve kavaidini oluşturacak, diğerinden tamamen bağımsız, fıtrî olandan tamamen ayrı, kendi sistemini kuracak… Ya da o sisteme tamamen kapılarını kapatacak; “Sistem filan tanımıyorum, kafama göre yaşıyorum” diyecek… Bunların ikisi de aklen mümkündür, adeten mümkün değildir.

Bir Müslüman mevcut fıtrî sisteme bigâne kalarak Müslümanlığını yaşayamaz. Yaşarım, derse arızalı bir şey yaşar… İkincisi; “Ben hiçbir sistem tanımıyorum” der; bu da anarşizme götürür. Böyle Müslümanlık zaten yaşanmaz. Bu durum insanın kural tanımaması, nirengi noktası tanımaması, ilke tanımaması anlamına gelir; ilkeleri kim koyacak, kime göre koyacak? Bu kişinin hayatında mutlaka doğrular ve yanlışlar olacaktır… Bunları neye göre tespit edecek? Eğer İslâmî bir endişesi varsa İslâm’dan tespit edecek; yoksa, zaten o adamın İslâm’la ilişkisi sorgulanabilir raddeye gelmiş, demektir. İslâm’la ilişkisini kendisi temin ve tesis edebilir mi? Kendisi sistem kurabilir mi? Dediğimiz gibi; aklen mümkünse de adeten mümkün değildir.

Emre İlsever: Bu durumda taklit kaçınılmaz olacaktır sanırım? Yani Müslümanların, birebir anlamda olmasa da âlimlerinin yolunu takip etmesi mi gerekiyor?

Ebubekir Sifil: Taklit derken burada bir ayrıma, daha doğrusu bir tafsile gitmemiz lazım. Ki bunlar çoğu zaman birbirine karıştırılırlar… Teknik anlamdaki taklit ile genel olarak din tasavvurundaki taklit birbirine karıştırılır. Ahkâmdaki taklit; münhasıran, günlük ibadetlerinizi yaparken sizden önce yaşamış müçtehitlerin kurmuş oldukları mezhep, bu mezheplerin usûlleri, ilkeleri, esasları doğrultusunda tespit edilmiş kaideler, verilmiş fetvalar, yapılmış istinbatları... her türlü alıp uygulamaktır.

Emre İlsever: Bu caiz midir peki? Yani şer’i hükümlerde bir yeri var mıdır?

Ebubekir Sifil: Kişiye göre değişir… Nazarî konuşuyoruz; eğer kendisi nasslardan hüküm istinbat edebilecek kabiliyette ise böyle bir kimsenin mevcut bir sistemi taklit etmesi caiz değildir. Müçtehit olan içtihat etmek zorunda... Yani Allah’ın kendisine bahşettiği bu nimeti gösterecek, O’nun (cc) kendisine yüklediği sorumluluğun gereğini yapacak ve içtihatta bulunacaktır. Tarih içerisinde içtihatta bulunduğu söylenilen âlimlerin hemen tamamı böyle bir düşünce ile içtihat etmiştir. Kemaleddin İbn Hümam için böyle bir şey söylenebilir… Yine Şafiî mezhebinden Takıyuddin es-Subkî’nin, hadis hafızlarından İmam Suyutî’nin içtihat mertebesine eriştiği söylenebilir… Onların tamamına baktığımızda hep bu düşünce ile hareket etmişlerdir. Mevcudu beğenmemek değil, içtihat seviyesine ulaşmış olmanın kendisine yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirme bakımından böyle yapmışlardır.

Günümüzde taklit meselesi biraz daha farklı bir mantıkla konuşuluyor, tartışılıyor. Şöyle ki; geçmişi, yani mevcudu beğenmemek ve mevcudun yetersizlikleri doğrultusunda bir takım tespitlerde bulunmak, şeklinde… Mesela; “Mevcut yetersiz ve arızalıdır, yeni içtihatlar yapılmalıdır… İşte ben de yapıyorum…” şeklinde bir mantık işliyor. Geçmişte ise böyle işlemiyordu. “Mevcut doğrudur. Ama ben de doğruyum. Ben içtihat seviyesine ulaştım. Bu bana bir sorumluluk yüklüyor. Diğerlerini de şayan kabul etmekle birlikte benim de reyimi ortaya koyma zorunluluğum var.” diyerek, edebiyle ve üslubuyla kendi tercihlerini ortaya koyarlardı.

 Burada dinî sahadaki taklit ile teknik taklidi birbirine karıştırmamak lazım… Yani; “bir insan ilmî sorumluluğunun gereğini yerine getirerek, mesela Kur’an’ın kevnî ayetleri hakkında, bir istidlalde bulunabilir mi?” İlmî kudreti ve alt yapısı yeterli ise bulunabilir… Ama bu insan aynı zamanda bir mezhebi taklit eden bir mukallid olur. Yani diyelim ki, bir adam tıp konusunda uzmanlaşmış ve otorite olmuşsa, Kur’an’ın tıp konusuna taalluk eden ayetleri hakkında mevcut intisabıyla bir şeyler söyleyebilir; o konudaki mevcut ayetlere, hadislere, sahabe icmaına aykırı olmamak kaydıyla… Onların söylemediği, sessiz kaldığı, meskût geçtiği hususlarda kendisi bir takım şeyler söyleyebilir.

Alaka” konusu mesela… Bu konuda geçmişte nasıl yorumlanmış, tıptaki yeni gelişmeler neleri gösteriyordur, bakılır, bir şeyler söylenebilir, sonuna Allah-u âlem kaydını koymak şartıyla… Bunun taklitle bir bağlantısı yoktur. Taklide karşı bir duruşla da ilgisi olduğunu söylememiz mümkün değildir.

Örnekleri genişletebiliriz. Dolayısıyla münhasıran ahkâmdaki taklit ile genel olarak, umumen din tasavvurundaki taklit arasında bir farklılık gözetmemiz lazım… Günümüzde taklit olgusunu zemmedenler o teknik, dar anlamdaki taklidin, ümmet-i Muhammed’i geniş anlamdaki taklitten alıkoyduğu gibi hiç birbiriyle bağlantısı olmayan iki şey söylerler. Bunu da öyle el çabukluğuyla yaparlar ki, biz: “Evet ya, taklit, ümmet-i Muhammed’i bu duruma düşürdü.” diye zannederiz. Oysa münhasıran fıkhî ahkâma taalluk eden konulardaki taklidin, genel olarak din tasavvurundaki taklit ile bir alakası yoktur.

Şöyle bir cümleyi çok duyarız: “Ümmet-i Muhammed çok geride kaldı, çünkü taklit diye bir şey var!” Oysa bunlardan biri elmadır, diğeri armut… Yani fıkhî ahkâmdaki taklit ile ümmetin geri kalması yahut ileri gitmesi arasında nasıl bir ilişki olabilir ki? Yani siz, İslâmî anlamda fıtrî sisteme uygun ne yaptınız da buradaki taklit sizi bağladı?

Bu noktaya dikkat etmek kaydıyla, taklit hakkında konuşurken “Caiz midir? Değil midir?” diye sorulurken, genel ifadeler kullanmak yerine, “kimisi için değildir, kimisi için de vaciptir…” şeklinde ferde göre konuşmamızda fayda var.

Emre İlsever: Bir kimse karşımıza çıkıp; “Hadiste şöyle şöyle söylenirken sen gidip Ebu Hanife’yi taklit ediyorsun!” vs. diye çıkışsa, bu durumda ne yapmamız gerekir?

Ebubekir Sifil: Burada bir bilinç eksikliği var. Şöyle ki; ayetlerin ve hadislerin bildirdiği şer’i hükmü, bu hükmün ne olduğunun tespit etmek behemehâl, yani her halükarda bir sistem gerektirir. Yani, hangi ayetten hangi sonuç çıkaracağız? Hangi ayet neye delalet eder? Hangi hadis bize neyi ifade eder? Yahut hükmü nedir? ... Bu ancak bir istinbat sistemi işletilerek yapılması gerekilen bir şeydir. Aksi halde herkes açar Kur’an’ı ve hadis kitabını önüne… keyfince farklı bir şeyler söyler… Peki, tarihte böyle bir şey niçin hiç olmamış? Tarih içinde, önüne hadis metnini koyup da; “Bu hadis şöyle diyor, 2 x 2 = 4 diyor, o zaman sonuç 4’tür” diyen bir kimse, şayan-ı itibar yahut şayan-ı itimat bir insan var mı? Ben bilmiyorum…

Emre İlsever: En azından Ehl-i Sünnet içersinde yok…

Ebubekir Sifil: Yok tabi, ama diğer mezhepler içersinde de yoktur. Niçin yoktur? Çünkü her biri bir usûle yaslanarak yapar bunu. Şia’nın da usûlü var, Mu’tezîle’nin de usûlü var, Zahirî’nin de usûlü var, Zeydiye’nin de usûlü var… Her biri bir usûl-ü fıkh, bir anlama metodolojisi çerçevesi içinde yapar bunu. Önüne metni alıp da “O şöyle demiş, o halde şudur.” şeklinde tekil olarak her hadisten bir sonuç çıkarma yoluna gidilmez. Böyle bir şey olmaz, yani bir Müslüman bunu böyle bir şekilde işlemez, işlememelidir. Çünkü tarih içinde biz koca koca hadis imamları biliyoruz, fıkıh âlimlerinin yanına gidip; “Ya, bu kadar hadis var, ben bunların içinden çıkamadım, sen bana doğrusunu söyle…” diyorlar… Tabi biraz mübalağa ederek söylüyorum ama vaka böyle, bunlar yaşanmış yani… “Allah, Ebu Hanifi’ye, İmam Malik’e rahmet eylesin, onlar olmasaydı ben helak olmuştum.” diyor mesela… “Her hadisle doğrudan amel edilebileceğini zannediyordum ama öyle bir aşamaya geldim ki içinden çıkamaz oldum. İhtilaflı hadislerle karşılaştığımda İmam Malik’e giderdim, o derdi: Şunu al, şunu alma… Yahut Sevrî’ye giderdim, o da: Şunu al, sunu bırak… derdi, ben de böylece onların dedikleriyle amel ederek kurtuldum.

Hadis âlimi bunu söylerse günümüzde hadis ilmiyle ilişkisi, evde oturup tek başına hadis metnini okumaktan ibaret olan kişi ne yapmalıdır? İlm-i muhtelifu’l-hadis diye bir şeyin olduğunu ona hatırlatmak lazım. Efendimizin (sav) birbiri ile tenakuz (çelişki) arz eden hadisleri var, bunun içinden nasıl çıkacak? Mesela; “Kim gusûl abdestinden sonra abdest alırsa bizden değildir.” şeklinde bir hadis var. Ne yapacağız şimdi? Bu problem, bir anlama yöntemi ve sistem gerektiriyor… Bu hadise bakıp: “Gusûl abdestinden sonra namaz için abdest alan herkes kâfirdir.” demek mümkündür. Hadisin mantıkından bunu çıkarabilir miyiz? Evet, çıkarabiliriz… Ama sadece bu mu çıkar? Yoksa kişiyi dinden çıkaran hususları ele alan diğer hadis külliyatında geçen hadisleri de dikkate almak zorunda değil miyiz? Allah Resulü hangi durumlarda kişiyi dinden çıkacağı hususunda uyarmış ve ikaz etmiştir?… Bütün bunları bir araya getireceğiz ki bu tekil hadisi, külliyat doğrultusunda dikkate alalım.

İşte bu sistem işidir, bir sistem gerektirir… Buna muhtelifu’l-hadis denir ve bu da usûl-ü fıkhın bir alt dalıdır, alt disiplinidir: “Birbiriyle tenakuz halindeki hadisler ile ne yapacağız?”

Mesele sadece bu mu; değil! Hadislerle ayetler arasında münasebetler de var. “Ayet-hadis ilişkisini nasıl kuracağız?” Yine bu mu sadece; bu da değil! “Hakkında ayet ya da hadis olmayan hususlarda ne yapacağız? Kıyas mı işleteceğiz? İstihsana mı başvuracağız? Medine’nin ameline mi bakacağız?” vs. Bu bir sistem işidir ve aklı başında bir adamın: “Ben şöyle bir hadis okudum, sen şöylesin!” demeden önce şapkayı önüne koyup düşünmesi lazım…

Emre İlsever: Bir husus daha var hocam; telfik meselesi… Mesela, ben kendi adıma söyleyeyim; amellerimde tercihen çoğunlukla Ebu Hanife’ye uyuyorum, ama bazı meseleler oluyor ki, burada Ebu Hanife’nin görüşünden daha kuvvetli ya da daha isabetli gördüğüm bir başka imama uyduğum da oluyor. Şimdi bu durum usûl açısından nereye oturuyor acaba? Bu şekilde amel etmeni usûlde yeri var mıdır?

Ebubekir Sifil: Önce hemen şunu söyleyelim; bunun ismi telfik değildir. Telfik; aynı, tek bir meselede birden çok mezhebin hükmünü birleştirerek amel etmek demektir. Örneğin; abdest alan bir kişi, parmağı kanayınca Hanefîye göre abdesti bozulacağına, “Ben Şafiî’yi tercih ediyorum” diyor ve yeniden abdest almıyor… Sonra aynı abdestle gidip mahrem bir kadına dokunuyor, bu sefer de diyor ki: “Şafiî’ye göre bozulmuş olabilir ama ben Hanefîyim…” İşte bu telfiktir ve ittifakla caiz değildir. Yoksa bir kimse namazda Hanefî’yi, oruçta Şafiî’yi, haccda Malikî’yi tercih edebilir, bunda bir sorun yok. Bu tercih meselesidir. Ama burada şuna dikkat etmemiz gerekiyor: Mesela bir kimse fıkıh kitaplarını önüne alıp, “şu hükümde Ebu Hanifî daha makul görünüyor, şu meselede de Şafiî daha güzel görünüyor…” vs. deyip böyle bir tercih yapamaz, yapmamalıdır da… Çünkü bu tercih şekli, kişinin nefsî durumuna göredir ve bir süre sonra işi laçkaya götürür. Takvayı gözeten kimse mezhepler arasında hükümlerde tercihte bulunacak ise azimeti gözetmelidir.

Günümüzde maalesef nerede bir ruhsat var, nerede bir genişlik var, o tercih ediliyor! Teorik olarak bunda bir mahzur yoksa da şuna bakmalıyız: Bu tercihler aslında bizi nereye götürüyor? Mesela Malikî mezhebinde sedd-i zeria diye bir kural var. Yani yanlışa götüren yolların ta en başta engellenmesi söz konusu… Tarihte bu ilke çok defa işletilmiştir. Bir şey bizatihi kötü değilse de kötülüğe götüren bir yönü bulunması sebebiyle yasaklanmıştır.

Emre İlsever: Günümüz modern dönemin yeni hocalarında sıklıkla karşılaştığımız bir durum var. Özel hallerinde kadınların oruç tutması, vb gibi… verdikleri yeni fetvalar sebebiyle birçok kimse ya eksik ya da yanlış bir yol takip ediyorlar. Hocanın şahsına güvenen kimse onun hangi usûlü gözettiğine, hangi fıkıh kuralına göre hareket ettiğine vs. hiç bakmadan ruhsatlarıyla direkt amel ediyorlar. Böyle olunca da insanlar arasında bir anlaşmazlık oluşuyor. Zira klasik fıkıhta görülmeyen yeni uygulamaları takip eden bu kimseler, diğerlerinin amellerine sataşıyor ya da tam tersi… Müslüman bir şahsiyet, böyle bir durum karşısında nasıl bir tavır almalıdır?

Ebubekir Sifil: Önce şuna bakmak lazım; bu tip fetvaların kabul görmesi ne ile mümkün olmuştur? Genellikle modern insanın algılarında -din işlerinde olsun, hayat ile ilgili işlerinde olsun- şöyle bir şey vardır: “Yenilik iyidir, yenileşme güzeldir.” Mesela bir Müslüman giyim-kuşamda değişen moda yeniliklerini takip etmez, bundan etkilenmez ama zihniyetteki moda çoğu zaman görülür olmadığı için dikkatimizden kaçarak bünyemize nüfuz edebiliyor. Düşünce biçimimizde, algılama şeklimizde nasıl modalar işliyor?...  Asıl buralara bakmak gerekiyor! Artık insanlar modası geçtiği için, eskide kaldığı için İmam Gazalî’ye itibar etmeyebiliyor! Ya da İbn Abidin’i çok fazla itibara değer bulmayabiliyor! Yeni bir şey arıyor insanlar, yeni olsun, tatlı bir şey olsun… Müslümanlarda öyle bir düşünce şekli var ki bu değişkene sabitlenmiş, yani değişken olana itibar ediyor artık! “Sabit kalan bir şey doğru bir şey değildir…” anlayışı hâkim.

Emre İlsever: Bu düşünce biçimi Batı’dan gelen bir şey, değil mi hocam?

Ebubekir Sifil:  Evet, tabi ki; bunun felsefî köklerini araştırın, Batı’dan gelmiştir bize… İşte, mekân tasavvuru, varlık tasavvuru, zaman tasavvuru, tarih tasavvuru…

Emre İlsever: Hâlbuki bu düşünce şekli ile suçladığımız insanlar, Batı’nın bu tasavvur şeklini ve zararlarını çoğu konuşmalarında dile de getirirler?

Ebubekir Sifil:  Tabii ki; ama diyorum ya mikrop gibi bir şeydir bu, yani gözle görülmez. Ama etkisiyle biliriz biz. Bunu en azından bizim fark etmemiz lazım, bu yenilik tutkusunu, yenileşme ihtirasını… Hasta, hasta olduğunu kabul etmez ki zaten! Böyle olunca tedaviye de cevap vermez! Ama biz biliyoruz ki bu insanların bilinç durumları arızalı.

Örneğin; kadın-erkek arasında eşitlik anlayışı bize nereden geldi? Şimdi örneğin Müslüman kadınları bir araya getirseniz onlara mirastaki eşitsizliği rahat bir şekilde anlatabilir misiniz? Hayır, anlatamazsınız! O kadınlar size, İslâm adına itiraz ederler… Niye? Çünkü bu yeni bir bilinç durumu ve bize Batı’dan geldi. Yenilik isteyen bir anlayışın neticesi… “Eşitlik diye bir şey var; siz ona aykırı olan her değeri, her ifadeyi, her tespiti bir şekilde reddetmelisiniz…” diyorlar. Ve bunu ya te’vil ederek, ya da “sübut-u kat’i değildir” diyerek, ama mutlaka bir şekilde kabul ettirmeye çalışıyorlar…

Dolayısıyla kadınlarla ilgili hükümler, had cezaları, vb. hususları kabullenmede modern zihnin zorlanması hep bu sebepledir. Bu bir modern algı durumudur ve Batılı değerler, sistemler, metodolojiler tarafından oluşturulmuş bir yapıdır. “Filanca şöyle bir fetva vermiş yahut şöyle söylemiş, dolayısıyla sapıktır” diyerek sorunu çözmüş olmayız!

Öncelikle o kişinin neyden etkilendiğine bakmamız lazım. Ancak sorunun kökenine işaret edersek, onu ortadan kaldırabiliriz.

Emre İlsever: Hocam son olarak, acaba din ve fıkh usûlüne doğru bir şekilde tutunabilmek için tavsiye edebileceğiniz bir yol haritası var mı?

Ebubekir Sifil:  Toplumun şirazesi bozulmuş durumda. Biz eskiden âlimlere bakardık. Bu âlimler ilmiyle amel ederdi, rabbanî idi; toplum da istikametini onlara bakarak düzeltirdi. Toplumsal doku bozulunca, daha doğrusu eskisinin üzerine yeni bir doku inşası söz konusu olunca her şey birbirine girdi. Âlimin âlimliği kalmadı, avamın avamlığı kalmadı… Bunların arasındaki ilişki bozuldu. Bu ilişkiyi yeniden kurmak zorundayız. Yeniden âlimler yetiştirmek ve yeniden toplumu âlimler ile ilişkiye geçirmek durumundayız. İlk dönemdeki değerler sistemini yeniden tesis etmeli ve yeniden toplumsal hayata hâkim kılmalıyız…

Emre İlsever: Çok teşekkür ederim hocam. Benim soracaklarım bu kadar. Allah razı olsun.

Ebubekir Sifil: Ben de teşekkür ederim.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ