"Musab Bican tarafından yazıldı.
Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün insanlığa, alemlere rahmet olarak gönderilmiş evrensel bir Peygamberdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün insanlığa, alemlere rahmet olarak gönderilmiş evrensel bir Peygamberdir.
Ey Abvâ'da yatan ölü,
Bahçende açtı dünyanın en güzel gülü;
Hatıran, uyusun
Çöllerin ılık kumlarıyla örtülü! (A.N. ASYA)
Gülün sevgiyle buluştuğu zirve, hilkatte ve fıtratta en güzel, ahlakta en mükemmel, varlığın sebebi, âlemlerin rahmet peygamberi, insanlığın yegâne önderi, vahyin mihveri, Kur'ân'ın tebliğcisi, âhiretin müjdecisi Hz. Muhammed Mustafâ (s.a), bütün altın silsilelerin çıkış noktası, en büyük ve ilk halkası.
Allâh'ın övüp yarattığı; insanlığa rehber yaptığı, O'na itaati kendisine itaata denk saydığı; O'nu sevmeyi kendisini sevmek diye nitelediği büyük peygamber. O bir andelîb-i zîşan, bütün kâinatın fahri ve nebiy-yi âhir zamandı. Hilkatin fâtihası, nübüvvetin hâtimesiydi. Bu özellikleriyle îtikad, îmân ve ahlakta; ibadet ve muamelatta biricik örnek şahsiyet; bizim için üsve-i hasene'dir O. Nitekim hakkında Allâh Teala: "Allâh'ın peygamberinde sizin için Allâh'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allâh'ı çokça zikredenler için güzel bir örnek (üsve-i hasene) vardır."(Ahzab, 21)
Rabbimizin bize ihsan ettiği en ulvî duygulardan biri de sevgidir. Sevgi gönülde yer eden, dış dünyaya söz ve davranışlarla yansıyan bir duygudur. Sevgi bir verme eylemidir. Sevdiğine gönül verme, sevdiği uğruna verilmesini gerekeni vermedir sevgi. Müslüman; Allâh'ı ve Allâh dostlarını seven insandır. Peygamberimiz (s.a.v.) ise, Allâh dostlarının başında ilahi sevgiye ulaştıran rehberdir. Peygamber'i sevmek, O'na gönül vermek, özveride bulunmakla, hattâ gerektiğinde O'nun uğruna herşeyini feda edebilmekle, tüm varlığını O'nun yoluna sermekle olur. Akabe'de ve Hudeybiye'de söz verenler gibi "Kendimizden, ehl-ü ıyalimizden ve malımızdan daha çok sevmek, Allâh ve Rasulü için canlarını feda edinceye kadar çarpışmaktan yüz çevirmemek gerekir. Bu ise, O'nu tanımak, O'nu izlemek, O'nun sevdiklerini sevmek, O'nun bize emanetleri olan Kitap ve Sünnet'e saygı duymak ve sahip çıkmak, hiçbir konuda O'nun önüne geçmemekle gerçekleşir. Allâh (cc) kitabında, mü'minlerden Hz Peygamberin canını, kendi canlarından bile üstün tutmalarını istemiş ve bu konuda şöyle buyurmuştur: "Peygamber, mü'minler için kendi canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir." [Ahzab 6] Yine bir başka ayeti kerimede "Muhakkak ki Allâh ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey imân edenler! Siz de O'na teslimiyetle salât ve selâm getirin." [Ahzab 56] buyurmaktadır. Salât; namaz, dua anlamına gelmekle beraber, Hz. Peygambere memnuniyet ve bağlılık için yapılan duadır. Salat; Allâh'tan rahmet, peygamberden şefaat, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden dua anlamındadır. Resulünün şanını ve şerefini yüceltmek için melekleriyle O'na bizzat salâvat getiren Cenâbı Allâh; bütün mü'minlerden de, Peygamberine salât ve selâm getirmelerini emretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm bize iki sevgili gösterir: Biri Rabbimiz, diğeri Peygamber Efendimiz. Sonra da bu iki sevgiliyi "her şeyden çok" sevmemizi ister:
- De ki: "Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, üzerinde çok titrediğiniz (işiniz) ticâretiniz, hoşunuza giden evler, size Allâh'tan, O'nun Rasulünden ve Allâh yolunda savaşmaktan daha sevimli geliyorsa, Allâh'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allâh, fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez. (Tevbe 24).
Yıldızların O'na olan Düşkünlüğü
Sevginin sembolü, iki cihan serveri Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, onu yaşayan bahtiyar nesil de sahabilerdir. Hz.Peygamber'e gönülden inanan Ashabı Güzîn, ondan gelen emirleri büyük bir teslimiyetle yerine getirirlerdi. Ayağına batacak ufacık bir dikene bile idamları pahasına da olsa asla razı olmazlardı. Zira sahabe, öbür tarafta O'nunla beraber olabilmenin, burada O'nu adım adım takip etmekten geçtiğinin şuurundaydı. O'nun için ve davası için herşeylerinden geçerler ve O'nu her şeyden fazla severlerdi. Öyleleri vardı ki, Allâh Rasulü'nden ayrı kalma düşüncesi bile akıllarına geldiğinde, iştahtan kesilir ve rahatsız olurlardı. Hz.Ali'ye Rasûlullah'a olan sevginiz nasıldır? diye sorulduğunda O: "Rasûlullah'ı, susuz bir insanın suya hasreti gibi severdik" [Nebhani, Fezail-i Muhammediyye] buyurmuştur.Onların hayatlarının hangi safhasını incelesek, hangi yönlerine baksak önümüze hep sevgi hâleleri çıkacak, sevgi ışıkları saçılacaktır. İşte onlardan sadece birkaç örnek. Buyurun okumaya, hayır hayır, okumaya değil, yaşamaya ve yaşatmaya
Sevban (ra) Yemen'liydi. Bir savaş sonrası esir olarak Mekke pazarına getirildi. Köle diye satılıyordu. Peygamberimiz parasını verdi, serbest bıraktı. Bundan sonra O'na gönülden bağlandı, onu canından öte sevmeye başladı. Sevban (ra) Peygamberimizi bir gölge gibi takip ederdi. Ondan ayrı kalmaya hiç dayanamazdı. Tam bir peygamber aşıkıydı. Ama çeşitli hizmet ve görevler dolayısıyla zaman zaman Peygamberimizden ayrı geçirdiği günler de olurdu. Birgün Efendimiz (sav) bir cihada çıkmış, Sevbân ise bu seferde O'nunla bulunamamıştı. Allâh Rasulü döndüğünde herkes gelip kendisini ziyaret ederdi. Bunlar arasında Sevban da vardı. Melûl, mahzun ve perişan bir halde Peygamberimizin huzuruna geldi. Sararmış, solmuş, rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, âdeta bir deri bir kemik kalmıştı. İçler acısı bu halini gören Peygamber Efendimiz hemen sordu: "Sevban, ne bu halin, hasta mısın?" Sevban içini döktü en sevdiği, anasını babasını tercih ettiği o güzel insana: "Ne hastalığım var, ne de bir ağrım yâ Resulullah. Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben, Allâh Rasulü'nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Hemen yanınıza gelip nur yüzünüze bakıyorum, huzurunuzda oturuyor, sohbetinizi dinliyorum. Fakat ebedî bir alemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O; Allâh'ın Rasulü ve makamı da muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbuki ben sıradan bir insanım. Cennete girmiş dahi olsam, Allâh Rasulü'nün gireceği cennete girebilmem mümkün değildir O halde ben O'ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hale düştüm." Sözünü bitirinceye kadar Sevban'ı dinleyen Peygamberimiz tam ona cevap vermeye hazırlanırken Cebrail Aleyhisselam geldi ve şu âyeti okudu:
"Kim Allâh'a ve peygamberine itaat ederse işte onlar Allâh'ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, sıddîklerle, şehitlerle ve salih kullarla beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar." (Nisa 69) Bunun arkasından da Nebiler nebisi, bu dertli insana, derde derman şu ölümsüz ifadeleriyle karşılık verdi: "Kişi sevdiğiyle beraberdir."
Uhud günü... Bir anlık dikkatsizlik ne yaralar açmıştı o gün. Bir avuç insan kalmıştı Rasulullah s.a.v.'in yanında. Talha (ra) O'na gelen kılıç ve mızrak darbelerine karşı elini, kolunu ve vücudunu siper etmişti ve daha sonra aldığı yaralardan dolayı kan kaybından yere düşüp bayılmıştı. Onun yere düştüğünü gören Ebu Dücane, koşup vüdunu Nebiler nebisinin üzerine örtecek ve sırtına o kadar ok isabet edecekti ki sırtının görüntüsü kirpiyi andıracaktı. O gün Nesîbe Hatunda ordaydı, kocası ve iki oğluyla birlikte gelmiş, mücahidlere su yetiştirecekti fakat bu nazik durum karşısında, o da Rasulullah'ın önüne kendini siper etmiş, elinde yalın kılıç O'na yapılan saldırıları püskürtmeye çalışıyordu. Bir yandan da:
"Ya ResûlAllâh, dua et de, Cennette sana komşu olalım" diyordu.
Resûli Kibriyâ efendimiz:
"Allâh'ım bunları bana Cennette komşu et" diye dua etti.
Bunun üzerine Nesibe Hatun sevinç içinde:
"Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem, bu bana yeter!" diyordu.
Bir ara efendimiz (sav) ona oğlunu gösterip: "Oğlunun yardımına koş" deyince, bir oğlu olduğunu hatırlıyor, hemen koşup yarasını sarıyor, ardından da oğlunun sırtına vurup "Haydi yavrum, Rasulullah'ı müdafaa et!" diyordu.
O gün Medine'ye Rasulüllah öldü' diye haber gelmişti. Sümeyra hatun bu haber karşısında dayanamamış, yayından fırlamış bir ok gibi soluğu Uhud'da almıştı. Onu görenler:
-Kardeşin, baban, kocan ve oğlun şehit edildi, demişlerdi de, o bir an bile gözünü kırpmadan:
-Rasulullah nerede?! Bana O'nu gösterin, demişti.
Rasulullah s.a.v.'i görünce de yanına kadar gitmiş, Kainatın Serveri'nin elbisesinin eteğinden tutarak:
- Anam babam sana feda olsun, Ya Rasulallâh! Sen sağ olduktan sonra her felaket bana hiç gelir, demişti.
Kendi canı tehlikedeyken, can pareleri birer birer toprağa düşmüş iken, sadece ve sadece O'nu düşünmek... O'na bir şey olacak kaygısıyla çırpınmak... Bu nasıl bir haldi? Ve bu halin adı ne olabilirdi?
Ruhum sana,varlık sana hayrandır efendim
Bir ben değil âlem sana kurbandır efendim
Sen habib-i Kibriya Muhammed Mustafa'sın
Senin yoluna uyanlar sultan olur efendim (Ali Ulvi Kurucu)
Henüz Uhud'un yaraları sarılmamıştı ki, kafirler, tebliğ için giden on kişilik mücahid grubtan sekizini şehid edip Hubeyb ve Zeyd'i (ra) Mekke'de idam sehpasına çıkaracaklardı. Sehpada idamını bekleyen Hz. Hubeyb'e müşrikler:
-Şimdi senin yerinde Muhammed'in olmasını ve sana bedel O'nun öldürülmesini ister miydin,
diye sorduklarında müşriklerin feleğini şaşırtan ve tüyleri diken diken eden bir cevap verecekti:
- Allâh'a yemin olsun ki, değil O'nun benim yerimde olmasını, Medine'de yürürken ayağına en ufak bir dikenin batmasına dahi razı olamam. Benim gibi binlerce Hubeyb O'na feda olsun.
Allâh ve rasulüne böylesi bağlılığın ve sevginin tatlı saadetini yaşamamış olanlar için, bu hiçbir zaman anlaşılamayacak bir haldi. İşte O'nun sahabesi böyleydi. Onlar (r.anhüm) peygamber sevgisinin en güzel örneklerini vermişler, onu canlarından da çok sevmişlerdi.
Ümmetin Olduğumuz Devlet Yeter
Andolsun, size içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'nu çok üzer, çok düşkündür size. Mü'minlere ise RAÛF; şefkati bol, RAHÎM; çok merhametlidir. [Tevbe 128]
Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün insanlığa, alemlere rahmet olarak gönderilmiş evrensel bir Peygamberdir. Bu özelliği ile insanların acılarını, sıkıntılarını içinde hissederek duyar, üzülmelerine katlanamaz. Çünkü onlara çok düşkün ve sevgi ile doludur. Yanlışlıklarını düzeltmelerini, doğru yola girmelerini ister. Mü'minlere karşı ise daha şefkatli (Rauf) ve çok merhametli (Rahîm)dir. Cenâbı Allâh; güzel isimlerinden Rauf ve Rahîm sıfatlarını resullerden yalnız Peygamber Efendimiz için kullanmıştır. Ol Fahri cihan daha bezleri arasında bir çocukken bile "ümmetî, ümmetî" diyecek kadar bize düşkündü. Yaşarken de hep ümmetinin kurtuluşu için mesaisini harcadı ve onca çile, sıkıntılara fedakârlıklarla göğüs gerdi, insanlardan gördüğü her türlü eziyeti, sonsuz sabrı ile karşıladı. Mekke'nin panayırlarında insanların hem dünya hem de ukba hayatını kurtarmak için çadır çadır, ev ev gezip onları İslâm'a davet ederken sürekli horlandı, alay edildi, en ağır hakaretlere uğradı, yüzüne toprak atıldı ve hatta namaz kılarken dahi üzerine hayvan pisliği atıldı. Ama O (sav), bütün bunlara rağmen onlar hakkında bedduada bulunmadı, bilakis:
- "Ya Rabbî, onlar bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı" şeklinde şefkat ve merhametini izhar etmişti.
Nebiler Nebisi, yine bir gün amcası Ebû Talib'in ölümünden sonra kendisine bir yardımcı ve destek veren çıkar ümidiyle Taif'e gitti. Fakat Taif'te çaldığı her kapı yüzüne kapandı. Taif'liler bununla da kalmadılar, sokak serserilerini toplayıp yol boyunca ellerinde taşlarla dizildiler. Peygamber Efendimiz (asm) oradan geçerken, ona taş attılar, onunla alay ettiler ve kahkahalarla gülüştüler. Mübârek ayaklarına, her kaldırıp indirdikçe taş vurdular. Ayaklarını ve bacaklarını kan revan içinde bıraktılar.
Peygamber Efendimiz (asm) ayaklarından kanlar akarak zor belâ kendisini onların elinden kurtardı ve bir üzüm bağının gölgesine sığındı. Burada başını semâya kaldırdı ve şöyle duâ etti:
"Allâh'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir görüldüğümü ancak sana arzeder ve sana şikayet ederim! Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zaîf, çaresiz ve kimsesizlerin sahibi Sensin! Benim Rabbim de ancak Sensin! Beni, kötü huylu, yüzsüz düşmana bırakmayacak kadar merhamet sahibisin! Allâh'ım senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir. Eğer Sen bana dargın değilsen, bu zorlukların hiçbiri benim için önemli değildir. Senin affın benim için her şeyden üstündür! Senin gazabına uğramaktan, Senin azabına dûçar olmaktan, karanlık perdelerini yırtan, dünya ile âhiret işlerinin huzur kaynağı olan cemalinin nûruna sığınıyorum! Tâ ki Sen benden hoşnut olasın! Bütün güç ve kudret Senindir!"
Peygamber Efendimiz (asm) duâsını henüz bitirmişti ki, semâdan bir bulut parçası iniverdi. İçinde Hazret-i Cebrâil (as) ile dağlar meleği vardı. Hazret-i Cebrâil (as):
"Yâ Muhammed! Allâh, kavminin sana söylediklerine ve sana yaptıklarına şahit oldu! Bunun için, benimle birlikte dağlar meleğini gönderdi. Ne dilersen emret!" dedi. Ardından dağlar meleği gözüktü:
"Allâh'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun Yâ Muhammed! Bu gün ne dilersen yapacağım! Eğer istersen, şu iki dağı onların üzerine kapatayım da kavmini helâk edeyim!" dedi.
Fakat şefkat ve merhamet kaynağı, Rahmet Peygamberi Efendimiz (sav):
"Hayır! Yeter ki Rabbim bana kızgın olmasın; ben her cefâya râzıyım! Belki Allâh, onların sulbünden yalnız Allâh'a ibâdet eden ve O'na eş koşmayan kimseler yaratır!" buyurdu.
(Hayatü's-Sahabe, 1/340)
O'nun maksad ve gayesi, insanların belâ ve musibetlere uğrayarak yok olmaları değil, bilakis onların iman ve hidayete kavuşmaları ve her iki dünyada kurtuluşa ermeleriydi.
O (sav), mîracta iken, kâb-ı kavseyne ulaşmış cennetleri seyrederken, yıldızların kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serildiği o yerlerde bile hep ümmetinin düşünüyordu. Elli vakit namazı ümmetim kaldıramaz da ateşe düçar olurlar korkusuyla defalarca Rabbisine gidip dönmüş, namazı beş vakte düşürene kadar bizim için yalvarmıştı. O'nun mahşerde Rabbisinin karşısındaki iki büklüm hali de bu sorumluluğunun bir uzantısıdır. Zaten böyle bir mes'uliyeti O'ndan başka kim takat getirebilirdi ki! O(sav), ilk insandan son insana kadar bütün insanlığın kurtuluşunu yüklenmiş gibiydi sanki. Kısaca O, insanlığa sevdalı, bütün varlığını insanlığın kurtuluşuna adamış bir sevgi ve merhamet peygamberiydi..
Uhud günü müşrikler tarafından atılan taşlarla ve kılıç darbeleriyle o nur yüzlü sevgilinin dudağı yaralanmış, bir dişi kırılmıştı. Başındaki miğfer parçalanmış, miğferin halkalarından ikisi şakaklarına batmıştı. O pâk vücudu, yanı üzere düşünce Rahmet Peygamberi (sav), elini kanayan yüzüne götürmüş ve kanlar sakalını ıslattığı zaman: "Ey Rabbim! Kavmimi affet. Çünkü onlar bilmiyorlar..." demişti. (Buhari, Enbiya, 37) Ümmetine karşı da son derece tevazu sahibiydi. Mekke'yi fethettiği zaman bile başını o kadar eğmişti ki, arşa kadar yükselen baş, o esnada devenin semerine değecek kadar eğilmişti. Fetih esnasında komutanlarından biri "bugün et doğrama günüdür" deyince onu hemen azletmiş ve "hayır, bugün bilâkis merhamet günüdür" diye cevap vermişti. Mekke'nin fethinden sonra birgün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu:
"- Kardeşim, benden korkup da titreme! Ben bir hükümdar değilim. Ben de senin gibi kuru ekmek ve güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının oğluyum"
O(sav), hükümdar peygamber olmakla, kul peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldığında kul peygamber olmayı tercih etmişti.
Seviyordu... vefatına yakın kaç defa mescidde ashâbına dönmüş ve onları teker teker süzerek hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. O'nun Refik-i â'la'ya yükselme vakti gelmişti ve sema ehli, sabırsızlık içinde O'nu bekliyordu. O ise bir vefa abidesi olarak, ashâbından ayrılacağı için gözyaşı döküyordu. Ashâbını çok seviyor ve onları mahremlerini koruduğu gibi koruyordu. "Sakının ashâbımdan ve onlara uygunsuz söz söylemeyin" diyordu ve daha nice sözleri bu sevginin deliliydi.
Ve, yine böyle hüzünlü bir gündü. Ağlıyor, ağlıyor, durmadan ağlıyordu.Cibrîl geldi, Allâh'tan (cc) selâm getirdi. Ve Cenâb-ı Hakk, "Muhammedim niçin ağlıyor acaba" diye soruyor, dedi. O, Allâmü'l-Guyûb'tur ama soruyor... Bu sormadan maksad ,ister işhâd, ister O'nun nümuneliğini ilan olsun farketmez. Allâh Resulü ağlamaktan cevap veremiyordu. Sadece dudaklarından şu kelime dökülebildi: "Ümmetî, ümmetî!" Dert, ızdırab belliydi: O'nun ümmeti... Cibrîl-i Emîn durumu adeta rapor edip götürdü. Ve, Cenâb-ı Hakk, onu ikinci bir selamla daha gönderdi ve onu şu sözlerle teselli buyurdu: "Git Habîbime (selâm söyle) ve de ki: Muhakkak ki ümmetin hakkında seni razı edecek ve seni asla tasa ve keder içinde bırakmayacağız. (Müslim, İman, 346)
Aynı zamanda seviliyordu da, hem de delicesine seviliyordu. Zaten O'nu sevmek, imanın kemâline delil değil mi? En kamil imana sahip olan sahabe de O'nu en mütekamil seviyede seviyordu:
Hz. Ömer -radıyAllâhu anh- birgün Peygamberimiz -sallAllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte oturuyorlardı. Hz. Peygamber, Hz. Ömer'in elini, elinin içine aldı. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allâh'ın Rasülü sen bana, nefsim hâriç her şeyden daha fazla sevimlisin".
Hz. Peygamber (s.a.v) ise O'na "Hayır ey Ömer, nefsim elinde olan Allâh'a yemin olsun ki; sen beni nefsinden de daha fazla sevmedikçe gerçek iman etmiş olamazsın" buyurdu.
Hz. Ömer (r.a)'da O'na; "vallâhi şimdi sen bana nefsimden de daha fazla sevimlisin" dediğinde, Hz. Peygamber (s.a.v); "şimdi imanının kemâle ermiştir ey Ömer" dedi.
(Buhari, İman 8 Müslim, İman 69)
... Ve bizler,
Hâk-i pâayine yetem der ömrlerdir muttasıl Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su
(Fûzûlî)
Bütün âlemlere hidayetle gelen, bütün insanlık için rahmetle gönderilen insanlara kitabı ve hikmeti öğreten, dünya ve ahiret saadetine kavuşma yolunu açıklayan bu yüce Peygamber'e karşı tutumumuz ne olması gerekir? Şunu üzüntüyle belirtmeliyiz ki, hayatımızda sevgiye pek az yer veriyoruz. Halbuki her şey sevgi üzerinde duruyor. İman bile...Sevgili Efendimiz "Canım kudret elinde olan Allâh'a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız!" (Müslim, Îmân 93-94) buyururken, sevginin imanın da temeli olduğunu bize hatırlatıyor.
Hiç şüphesiz ki; Allâh sevgisinden sonra sevgiye en lâyık olan Hz. Muhammed (s.a.v)'dir. Zîrâ Yüce Allâh bir ayet-i kerimede Hz.Peygamber (s.a.v)'e hitâben şöyle buyurmaktadır:
"(Ey habibim!) De ki: Eğer Allâh'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir."(Âl-i İmrân, 31)
"Peygamber, mü'minlere kendi canlarından daha yakın ve sevgilidir." (Ahzâb, 6)
Bize çok düşkün ve şefkatle dolu olan insanlığın en yüce varlığı, Allâh'ın habîbi, Kâinatın Serveri, alemlere rahmet olarak gönderilmiş olan iki cihanın güneşi Peygamber efendimizi herkesten ve hatta canımızdan çok sevmeliyiz. Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Ben sizden birisine babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçek iman etmiş olamaz." Peygamberimizin bizim sevgimize, ihtiyacı yok. Çünkü O'nu Allâh Teâlâ sevmiş, âlemlere rahmet yapmış. Fakat bizim O'nu sevmeye ihtiyacımız var. Çünkü insan sevdiğine benzemek O'nun gibi olmak ister. Allâh Rasûlü'nü seven onun yoluna girecek, sünnetini benimseyecek ve Allâh'a sevgili bir kul olma imkânı elde edecektir. Çünkü Allâh sevgisinin yolu Peygamber sevgisinden geçer, insan sevdiği ile beraber bulunacaktır. Zaten O'nun azîz ve latîf ruhu her an bizimle beraberdir. Bir hadisinde şöyle diyorlardı: "Hayatım sizin için rahmet ve berekettir. Yanımda konuşursunuz, size cevap veririm. Ölünce de vefatım sizin için rahmet ve bereket olacaktır. Öldükten sonra da amelleriniz bana arzedilir ve ben bakarım: Eğer iyilik yapmışsanız Allâh'a hamd ederim. Eğer kötülük yapmışsanız Allâh'tan afvınızı dilerim".
İlâhî aşka ermek için önce Rasûl'ü sevmek gerekir. Gerçek sevgiye ulaştıran aşkı elde etmek için O'nun sevgisiyle kanmak gerekir. Çünkü O'na duyulan sevgi, aşk yolunun hem başı hem de sonudur. Bütün sevgiler ona râcîdir. Nitekim Şâir bunu:
"Muhabbetten oldu Muhammed hâsıl Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl" diyerek anlatmaya çalışmıştır. Bu âlemdeki güzellikler varlığın O'na gülümseyişi, ıstıraplar O'na duyurulmak istenen iniltilerdir. Kötülükler O'nu arayanların farkında olmadan birbirleriyle çarpışmalarından ibaret. Rüzgârda, yağmurda selde, kurakta O'nun için soluyan nefesi, akan göz yaşını, çatlayan dudağı görürüz. O'nu karşılamak için renklenen dallar, çimenler onu kucaklayamamanın kederiyle boyunlarını bükerler, solarlar."
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed, Aylar bize hep Muharrem oldu! Akşam ne güneşli geceydi; Eyvah o da leyl-i mâtem oldu! (M. Akif)
Bir şeyi veya bir kimseyi seven, onunla olmak, ona benzemek ister. Sevgideki sadâkatin ölçüsü budur. O'nu sevdiğini söyleyen kimse, dünyaya değer vermemeli, fakirliğe hâzır ve razı olmalıdır. Çünkü Allâh'ın Rasûlü kendisini sevdiğini söyleyen birine "Öyleyse belâya ve fakirliğe hazır ol!" buyurmuştu. O'na ulaşmayı, O'na kavuşmayı sevmek gerekir. Çünkü seven sevdiğine kavuşmak ve ona yakın olmak ister.
Kapında bir zelîl-i hâkisârım yâ Resûlallâh Garîb ü bî-kes-i bî-i'tibârım yâ Resûlallâh Serâser defter-i a'mâlim isyân ile memlûdur Huzûr-ı hazretinde şermsârım yâ Resûlallâh (Hulusi)
Bizler, Hz. Peygamber (s.a.v)'i kaybetmekle her şeyimizi kaybettik. Bu uzun yolda kaybettiğimiz her şeye yeniden sahip olmamız, Hz. Muhammed (s.a.v)'i yeniden bulmaya ve gönüllerimizde O'na karşı coşkun sevginin yeniden uyanmasına bağlıdır. Peygamber Efendimiz, daha sonraki nesillerden de kendisini çok çok seven kimselerin geleceğini şöyle müjdelemiştir:
"Beni çok seven ümmetimden bazıları benim vefatımdan sonra da gelecektir. Onlar, beni görebilmek için ailesini ve servetini feda etmeyi bile göze alacaktır". (Müslim, Cennet 12)
Bizler Onun sevgisi, hoşnutluğu ve şefaati arkasında ne kadar koşarsak, o Rahmet Peygamberi de mutlaka geri dönüp bize teveccüh buyuracak ve elimizden tutacaktır. Evet, biz gönülden bir kerecik Yâ Resulallâh' deyiversek, O "ümmetim!.." deyip imdadımıza koşacaktır.
Bir peygamber âşığı O'na şöyle nidâ etmektedir:
Yâ Rasulallâh! Sen bizim için hem geçmiş hem gelecek hem de hâldin; zaman üstü ve büyüleyen öyle bir duruşun vardı ki, nurunla her vakit içimizde gibiydin.. kendi ışık çağında durur, günümüzü kucaklar, ileriye işaretlerde bulunur ve bütün zamanlara kendini dinletirdin. Sînelerimiz otağındı; gönüllerimizde yaşar, bizi kendin gibi yaşatır, annelerimizin kucaklarından daha sıcak o mübarek atmosferinde bizlere yumuşak yumuşak ninniler söylüyormuşçasına hafakanlarımızı dağıtır ve rahatlatırdın hepimizi. Ne zaman bunalıma düşsek, gölgen tıpkı bir dolunay gibi gönlümüzün tepelerinde beliriverir ve bütün kasvetleri siler-süpürür, götürürdü. Çok defa mânevî huzurunun câzibesine kendimizi salar ve ışığınla taçlandırdığın çağlarda dolaşır, yitirdiğimiz ya da terk ettiğimiz değerleri yeniden bulmuş gibi olur, çocuklar gibi sevinir, derken Sen'den fışkırıp gelen o nazlı ve hülyalı günler, hafızalarımızda bir kez daha çiçekler gibi açar, açar ve hep beraber senin Nur Çağı'nın memelerinden süt emiyor gibi olurduk; olurduk da o küflenmiş, kirlenmiş dünyalarımız yeniden pırıl pırıl bir hâl alırdı.
Vilâdetin her sene bize bunları çağrıştırıyor, biz de kâse kâse ümitten iksirler içmiş gibi oluyor ve Sen'i bu çağın insanlarına bahşeden Rahmeti Sonsuz'a nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz...
Gel ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı
Âminlerimiz vardır!..
Hacdan döner gibi gel;
Mirac'tan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır! (A.N. ASYA)