Sadakat - rahle.org

Sadakat - rahle.org

Sadakat


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Takva toplumu, en temel anlamda doğru ve birbirini doğruya ileten ve teşvik eden insanların oluşturduğu, yalanın giremediği ve yalan söyleyenin kendine hayat alanı bulamadığı, doğru sözlü olmanın ortak vasıf olduğu bir birliktelik.

Hayır ve şerrin, güzel ve çirkinin, iyi ve kötünün, varın ve yoğun Rabbi Allah (cc)'nün, dinler arasında seçtiği ve razı olduğu din: İslam.

İslamın, kendi insanını hayatının her zerresiyle kuşatacak; onu ölüyken diri kılacak ve kainatın gözbebeği haline getirecek iki önemli düstur: iman ve takva.

Biri, yattığı yerden doğrulup, “ben bir yola çıkıyorum. Bu yol ne kadar uzun ve ne kadar çetin olursa olsun, dönmeyeceğim.” demekse, öteki bu yolculuğun azığı, ayağın çarığı, elin asası, yorulanda bineği, dirilende menzili..

Takva, bir yönüyle müslümanın iman mekanı olan kalbinde gelişip serpilirken, öte yönü halinde ve davranışlarında tecelliler gösteren bir sır.

Kalbe yerleşen, kökleştikçe Allah (cc)'den gayri ne varsa ordan çıkarıp atan, duyguların ve düşüncelerin tamamını Allah (cc)’nün istekleriyle bezeyen ve istemediklerinden temizleyip arındıran bir hal., öyle bir hal ki, akıl, o halin etkisiyle O’nun isteklerini kendine hayat alanı kabul eder ve O’nun yasaklarını düşünmeyi kendine zül sayar..

Allah (cc)’nün sevmediklerinden arınmış, sevdikleriyle bezenmiş ve O’na ait ne varsa kıymetli, O’ndan ğayrı ne varsa değersiz gören kalbin, Müslümana giydirdiği mukaddes hal elbisesi, yine takva., gözün bakışından kalbin görüşüne, tenin dokunuşundan yüreğin sevişine, sözün söylenişinden kelamın işitilişine... hayatın her anını içeri doğru alabildiğine derin ve rikkatli; dışarı doğru olabildiğince ince ve şefkatli saran, sarmalayan, süsleyen, güzelleştiren hususiyet: takva..

Bir tohum gibi kendinde ektiği, gönlünde beslediği, yüreğinde büyüttüğü ve meyvelerini Allah (cc)'nin rızası olarak geri almak üzere insanlığa takdim ettiği üç önemli vasıf: sadakat; liyakat ve fedakarlık.

 

İki Müslümanın bir araya gelmesi, takva toplumu anlamına gelmez. Her biri, kendi takvası ve ötekinin ölçeği nisbetinde kendini ve kardeşini takva ile sarıp takva ile bezemeye, takvaya münafi bir şey farzı muhalsudur ederse onu da takva örtüsüyle örtmeye ve kirini temizlemeye; biri ötekini temizlemeye, o da berikini arındırmaya karar verirlerse; işte o birlikteliğin adı takva toplumu. Bunun dışındaki bir amaca matuf her birliktelik aslında boş ve havanda su dövmekten ibaret..

Müttaki’ye gelince O, bir taraftan her bir hasletini takva mayasıyla yeniden yoğurup kendini takva abidesi olarak yeniden inşa etmeye çalışırken; diğer yandan büsbütün bir insanlığı cahiliye kirinden kurtarıp bir annenin ak sütü saflığına getirmeyi kendine vazife sayan; Nuh as’ın sabrının, İbrahim as’ın hilminin, Musa as’ın heyecanının, İsa as’ın nefesinin ve nihayet Muhammed as’ın alemleri kuşatan merhametinin mirasçısı mukaddes insan.

Bu mukaddes insanın bir tohum gibi kendinde ektiği, gönlünde beslediği, yüreğinde büyüttüğü ve meyvelerini Allah (cc)’nin rızası olarak geri almak üzere insanlığa takdim ettiği üç önemli vasıf: sadakat, liyakat ve fedakarlık.

Sadakat..

Süreyya yıldızından çıkan bir ışığın dünyaya gelinceye kadar milyarlarca yıl zaman ve bilinir bilinmez bir o kadar mekan geçirmesine rağmen doğruluğu nasıl bozulmuyorsa, öylesine doğru olmak..

Zamanın biri ötekinin aynı olmamak üzere an be an sürekli değişmesine ve mekanın meçhul bir yokluktan malum bir yokluğa doğru yuvarlanıp gitmesine aldırmadan kendi içinde taşınan, yaşanan ve yaşatan vasıf: dosdoğru olmak..

Özün ve sözün bir olması., takva mayasıyla yoğrulmuş iç dünyanın hiçbir eğrilik taşımaması., eğri bir düşüncenin, eğri bir duygunun, eğri bir karakterin, eğri bir arzunun... olabilecek herhangi bir eğriliğin kafalardan ve kalplerden tamamen uzak olması..

Sıdk, bu anlamıyla bütün Peygamberlerin doğumlarından ölümlerine taşıdıkları, ilahi takdirin fıtratlarına dere ettiği ortak vasıfları. Bu vasfın münteha sınırı, her güzellikte olduğu gibi yine Alemlere Rahmet Efendimiz sav. Canına kasdeden düşmanlarının dahi ikrar ettikleri ezeli vasıfları: “sen asla yalan söylemezsin ki!”

Henüz kendilerine Peygamberlik tebliğ edilmemişken, normal biri gibi hayatını sürdürürken bile hilafı vaki bir sözü olmamış. Ticaretinde, evliliğinde ya da dostluğunda.. kim O’nunla görüşmüş bir araya gelmişse aynı ikrar: “Sen asla yalan söylemezsin ki!”

Özü, kainattaki bütün doğrulara doğruluk bahşedecek kadar doğru bir insanın sözünde yalan beklenebilir mi?

Görevlerini alır almaz, kendilerine bey’at eden her Müslümandan istedikleri: "... yalan söylemeyeceksin..” ve sonra bu dinin ibadet kısmında namaz nasıl bir rükünse ona eşdeğer bir ahlaki rükün gibi vaz ettikleri kuralın temeli olan sözleri: “Yalanla iman bir arada bulunmaz!”

Takva toplumu, en temel anlamda doğru ve birbirini doğruya ileten ve teşvik eden insanların oluşturduğu, yalanın giremediği ve yalan söyleyenin kendine hayat alanı bulamadığı, doğru sözlü olmanın ortak vasıf olduğu bir birliktelik.

Öyle ki dışarıdaki herkes, bu topluğun her bir ferdi hakkında şöyle diyecek: “onlar diyorsa doğudur; çünkü onlar asla yalan söylemezler!"

Kuranın ifadesiyle: “kendileri, aile fertleri ya da akrabaları aleyhine de olsa doğruyu söylerler.."

 

Sahabenin her birinde, Efendimiz sav’in nur ikliminde kazanılmış sıdk vasfına ait yüzlerce örnek., içlerinde yalan söyleyen hiç çıkmamış..

Sadakat, kelime-i tevhidin iki ana rüknünden tasdik ile farklı bir boyut kazanmaktadır: iman ile küfrün, nur ile karanlığın, hak ile batılın mücadelesinde taraf olmak.

Bu taraf olma, bir takım taraftarlığının çok ötesinde, bir davanın müntesibi olma; sadık mensubu olma ve en sonunda Sahibine “hilafeten” davayı mukaddes bir emanet olarak yüklenme demek., sıradan bir Müslüman olmak değil; öncülerden olmaya soyunmak. Başka bir deyişle zorun zoruna talib olmak..

İslâmî; bir din olarak kabul etmenin çok verâsında hayat-memat meselesi düzleminde varlık sebebi olarak görmek; “davam yoksa ben zaten yokum” bilincinde, benlik davasını davasının benliğinde eritmiş olarak, varını-yoğunu davasının varlığına feda etmeye hazır bir duygu dünyasında yaşamak..

Bu meyanda, bu davanın bir hakikatinin bin cana değeceği gerçeğini hayat anlayışı haline getirmiş nice yiğitler vardır:

Sıddik-i Ekber, davasının karşısında savaşmak üzere Bedire gelen oğlunu öldürmek için Efendimiz sav den izin isterken; davasına olan sadakatin münteha sınırını göstermektedir. Orası öyle bir noktadır ki; O, babası İslama girdiğinde ağlayacak; neden ağladığı sorulduğunda “ey Rasul, Sen Ebu Talibi çok severdin. İsterdim ki, babam yerine senin sevdiğin, yani Ebu Talib İslama gireydi” diyecek; sadakatin, davanın Sahibi’nin sevdiğini kendi sevdiklerine tercih etmek demek olduğunu gösterecektir.

Hz. Peygamberin kutlu varislerinden İmam Ahmed b. Hanbel, kendisine “ya İmam, sen bu ümmete lazımsın. Şu siyasilerin istediklerini söyle de kurtul. Senden istifade edelim” diyenlere; “bu insanların kendilerine ilim öğretecek bir alime ihtiyaçları olduğu kadar, bu dinin bir hakikatinin başını vermeye değecek kadar kıymetli olduğunu gösterecek alime ihtiyaçları var!" diyecek ve davaya sadakatin; bu davanın bütün rükünlerine sahip çıkmayı ve gerektiğinde bedelini bir alem kıymetinde bir alim canıyla ödemek olduğunu öğretecektir.

Beşeri sadakatini ilahi sadakat ile birleştirmiş birini arayanlar, karşılarında Hz Hadice ra yı bulurlar: Mekke’nin sayılı zenginlerinden biri iken, en fakirlerinden biri haline gelecek kadar malı mülkü dava uğruna feda edilecek; ama bir kere olsun zevcesine “yapmasan!” demeyecektir. Bu nokta, bir kadının erebileceği nihai sadakat noktasıdır. Efendimiz as, bu sadık kadının hatırasına hep sadık kalacak; yıllar sonra Hadice'sinin gerdanlığı bir vesile eline ulaştığında gözleri yaşaracaktır..

Bu davanın müntesiplerinin sadakat iddiaları, bizzat davanın sahibi tarafından test edilmekte. Hangi soruların çıkacağını kimse bilemez ama sadakat testinden geçmeden olmayacağı kesin.

Bu yüzden Sadakat, vefakar ve cefakar olmaya talip olmak demek..

Kainatın en mukaddes davasına sadık olmak: Gerek o davanın ham müntesipleri ve gerekse hayatın imtihan zincirinde kopmuş halkalar olarak karşısına çıkacak dökülmelerin, sapmaların, kaymaların., elhasıl bütün ihanetleri karşısında bir gönül dağı olarak dimdik durmak ve davasına vefanın ne anlama geldiğini hakkal-yakin ilan etmek..

Tarihi karıştıranlar, Mekke fethi öncesinde Habbab ra ın ne yaptığını ve Efendimiz as’ın O’na nasıl davrandığını; ifk hadisesinde Misdak’ın yaptığına karşılık Sıddîk-i Ekber’in nasıl O’nu kollamaya devam ettiğini hayretle görürler..

Ve bu sadakatin en ağır testi: sadakatin cefa ile ölçülmesi., ta başlarken, bu yola girerken “bu meclis, bizim meclis/şarap değil ateş dolaşır sunduğum kadehte/ ağız tadını seven gelmesin” diyen çağırıcıyı duymuş gibi; sabır taşına sabrı öğretecek bir sağlamlıkla çıkılası bir cefa yolculuğu..

Sözün esası, Allah cc nin çağları aşıp gelen emri: “ve kûnû me'a’s-Sâdiaîn”

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ