Red Mantığı (Bakara 256; Nisa 60) - rahle.org

Red Mantığı (Bakara 256; Nisa 60) - rahle.org

Red Mantığı (Bakara 256; Nisa 60)


Facebookta Paylaş
Tweetle

M. Murat tarafından yazıldı.

 

İnsan, Allah'ın kuludur: O'ndan gelen emirleri tartışmayacak, itiraz etmeyecek, mutlak doğru olarak kabul edip uygulayacaktır; halifesidir: O'nun adına yeryüzünde hüküm sürecek, O'nun kurallarının yeryüzündeki temsilcisi olacak; O'na ait bazı yetkileri kullanacaktır İnsan, Allah'ın kuludur: O'ndan gelen emirleri tartışmayacak, itiraz etmeyecek, mutlak doğru olarak kabul edip uygulayacaktır; halifesidir: O'nun adına yeryüzünde hüküm sürecek, O'nun kurallarının yeryüzündeki temsilcisi olacak; O'na ait bazı yetkileri kullanacaktır


1.

İslam, insanı, hem birey olarak hem de toplum olarak baştanbaşa ören bir bütün olarak algılandığında kendi değerini/gücünü gösterir.

Bu bütünlüğün bir şekilde bozulması; araya farklı kaynaklardan neşet eden unsurların karışması; İslam'ın kendi fonksiyonunu icra edememesi ve kendinden beklenen dünyevi (dolayısıyla uhrevi) neticeleri verememesi sonucunu doğurur. Bu nedenle İslam'ın Sahibi, İslam'a yabancı unsurların karışması hususunda çok hassas ölçütler koymuştur:

İman ilkeleri ve ibadetler konusunda hiçbir yabancı unsur katılamaz. Katılması, şirk olarak değerlendirilir ve red edilir.

Kültür öğeleri, ancak "yapılabilir" olarak katılır. Ancak bu katılımda İslam'ın değerlerine uygun olma şartı aranır.

…

2.

Allah (cc) ile insanın birbirine karşı konumları Yaratıcı tarafından belirlenmiştir ve bu konumun bir şekilde bozulması red edilmiştir:

Allah, tek olarak ve eşi, ortağı, benzeri olmaksızın mutlak yaratıcıdır, kâinatta câri kanun ve düzenleri koyandır ve insan için seçip istediği kural ve kanunları koyma hakkı da O'nundur.

İnsan, yeryüzünde Allah (cc) nün kulu ve halifesi olarak bulunmaktadır. Kuludur: O'ndan gelen emirleri tartışmayacak, itiraz etmeyecek, mutlak doğru olarak kabul edip uygulayacaktır; halifesidir: O'nun adına yeryüzünde hüküm sürecek, O'nun kurallarının yeryüzündeki temsilcisi olacak; O'na ait bazı yetkileri kullanacaktır.

Bu konumlandırma, elest bezminde, "ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna topyekün "evet, sen bizim Rabbimizsin" denilerek gerçekleşen ahd ü misak ile karşılıklı olarak teyid edilmiştir.

…

3.

Hz. Âdem as'ın cennetten kovularak dünyaya indirilmesi ile başlayan "dünyadaki hayat" sürecinde insan, yukarıda bahsi geçen konumlandırmayı sürekli unutmuş, kendini yeryüzünde mutlak özgür ve hâkim addederek farklı yollara sapmıştır.

Bu sapmaların belli noktalarında Allah (cc), elçilerini ve kitaplarını göndererek hatırlatmalarda bulunmuştur. Bu hatırlatmaların hepsinin ortak noktası: "sizin Allah (cc) ile bir anlaşmanız var, haddinizi bilin ve aşmayın." olmuştur.

Daha geniş bir ifadeyle Allah (cc), kullarının, kendisi dışındaki bir takım odakların insana ve hayata dair kurallar koymasını kabul etmelerini red ettiğini, böyle yapanları çok ciddi bir azabın beklediğini mükerreren haber vermiştir.

Her bir Peygamber'in gelişiyle kendini bir parça düzelten –ya da düzelmeyi red ettiği için helak edilen- insan, zaman içerisinde yine kendini dünyanın efendisi kabul ve ilan etmiş; gücü elinde bulunduranlar efendi olurken, diğer insanlar da bu efendinin kulu olmayı kabullenmişlerdir.

Bu efendiler arasında krallar, imparatorlar, derebeyler gibi siyasi kimlikli olanlar, beyler, ağalar gibi ticari kimlikli olanlar, papazlar, rahipler, şamanlar gibi din adamı kimlikli olanlar, komutan, şövalye gibi askeri kimlikli olanlar, mimar, heykeltıraş, ressam gibi sanatçı kimlikli olanlar, fizik, kimya, astronomi bilgini gibi ilmiye kimlikli olanlar sayılabilir.[1]

...

4.

İslam, mukaddes kitabı Kur'an'ın muhtevası ve kutlu önderi Hz. Muhammed as'ın uygulamaları ile geldiğinde, önceki gelişlerinde olduğu gibi, işe insan bireyini yeniden inşa etmekle başlamış ve insana konumunu hatırlatmıştır:

"Sen bir kulsun ve senin efendin, senin gibi bir kul değil, seni bir kan pıhtısından yaratandır. Şu halde sen O'nun adıyla yeniden başla!"[2]

Bu konum hatırlatma, İslam dininin kelime-i tevhid eksenli bütünlüğünde de kendini göstermiştir: "bu dine girmek istiyorsanız, önceniz ne olursa olsun, siyasi, iktisadi, dini, askeri... Konumunuz ne olursa olsun; öncelikle Allah (cc) ile aranızdaki konum belirleme hatanızdan döneceksiniz. O'nu, tek ve mutlak tek olarak Efendiniz kabul edeceksiniz. Bu kabul belki eksik kalabilir; onun için O'nun dışındaki bütün efendileri de red edeceksiniz.."

İslam dinine girebilmenin yegâne yolu, önce Allah (cc) dışındaki bütün Efendileri red etmek –yani Lâ ilâhe demek- ve sonra da O'nu tek Efendi kabul etmek –yani illallah demek- olarak sabitlenmiştir.

Buradaki red, öncelikle bir bireyin, kendi iç dünyasında bir arınma ve temizlenme devrimini ifade etmektedir. Çok özet olarak "bireyin Allah (cc) dışında hayatının amacı kıldığı maddi/manevi her şey[3]" şeklinde tarifleyebileceğimiz bütün putların insanın gönlünden ve kafasından yıkılıp atılması; izlerinin tamamen silinmesi, bu devrimin birinci önemli adımıdır.

Bu putların yerine Allah (cc)'nin tek ve mutlaka tek olarak yerleştirilmesi, devrimin ikinci adımını oluşturacaktır.

Kendi iç dünyasında beşer kaynaklı bütün güç odaklarını, hem varlıkları ve hem de uygulamalarının kabulü anlamında red eden ve Allah (cc) yü kulluk edilecek tek mercii olarak kabul eden bu insana mü'min denilecektir.

…

5.

Red, İslam dışındaki bütün sistemleri bütünüyle kabul etmemek anlamına geldiği zaman bir değer ifade eder. Bu beşeri sistemleri bir kurumlar ve kurallar bütünü olarak red etmenin yanında, her bir kuralının ve kurumunun ayrı ayrı red edilmesi gereği de vardır. Bütün olarak red etmek, icmali imanın; tek tek kurumlarını ve kurallarını red etmek ise tafsili imanın bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kafada bir anlayış ve kalpte bir duygu olarak red, asla taviz ve parçalanma kabul etmez. Düşünce ve duygu olarak red konusunda eksiği ve/veya şüphesi olanlar, iman etmiş sayılmazlar. Birisi, İslam dışındaki sistemlerin her şeyini red etmekle beraber, onları hakimiyetini veya doğruluğunu kabul ediyor olsa, onun imanı iman sayılmaz [4]. Tabii bu, red ve kabulün, düşünce/anlayış ve/veya duygu şeklinde olması durumunda böyledir. İman, bir iç gerçeklik/vakıa olarak asla bölünmeyi kabul etmez. Kur'an tabiriyle, tâğût red edilmedikçe, Allah'a iman olmaz. …

6.

İnsanın, kalp ve kafa dünyasını yeniden inşa etmesi olan iman, ortaya Müslüman adı verilmiş bir insan tipini çıkarır. Bu insanın belirgin vasıfları, olurları ve olmazları, yapması gerekenleri, yapacakları, yapabilecekleri, yapmayacakları ve yapamayacakları, dinin esasları olan Kur'an ve Hz Peygamber tarafından detaylı tespit edilmiştir.

Kelime-i tevhidin kabul ve tasdikiyle insanın hayatına şekil vermeye başlayan İslam anlayışı, iki temel reddi kendi içinde barındırmaktadır: tâğûtun reddi ve teberri.

"Allah (cc) nün izin vermediği herhangi bir konuda kendisi ya da diğer insanlar için kurallar koyan [5]" olarak tariflenebilecek tâğût; Kuran'ın muhtelif yerlerinde mükerreren tekrar edilmiş ve Müslümanlar tâğûtlaşmaya karşı dikkatli olma, tâğûtu red etme ve tâğûttan sakınma konusunda uyarılmışlardır. Çok ince bir hikmetin eseri olarak tâğût ifadesi hem tekil, hem de çoğul için ortak kullanılır ki, hem tekil hem de çoğul bütün tağutlardan, hem tekil hem de çoğul olarak sakınmayı ihtar eder.

Tâğûtun reddi konusunda oldukça hassas olan Kur'an, bakara suresi 256. ayette konuyla ilgili net sınırları çizer: "kim ki tâğûtu red edip, Allaha iman ederse.." Burada önemli nokta, tağutu red ile Allah (cc) ye imanın birbirinin öncül ve artçılı olmalarıdır. Zaten bu ayetteki ifade, kelime-i tevhidden neşet eden red anlayışının günlük hayata yansımandan başka bir şey değildir.

Tağutun hem varlık ve hem de insanlara önerdiği hayat ve değerler dünyası olarak red edilmesi, tevhid akidesinin günlük hayata doğru akseden bir tezahürüdür ve imanla direkt bağlantılıdır.

…

7.

Tağutu red, sadece kalbi ve akli olarak taşınması gereken bir red değil, bunlarla birlikte günlük hayatta tezahürleri olması gereken bir reddir.

 

Tefsir

Yukarda bahsi geçen insanlık tarihi boyunca, Allah elçilerinin yapmaya çalıştıkları mücadelenin temelinde tâğûtu red anlayışı vardır. Allah (cc), her kavme, onlara tâğûtu red ve Allah'a iman etmeyi öğreten bir elçi göndermiştir (16/Nahl/36). Ayeti kerimede geçen "ictenibû" ifadesi, sadece genel bir red etmeyi değil, tamamen red etmeyi ve onlardan her yönüyle uzak durmayı ifade eder. Tâğûttan ictinab etmek, ona ve onun değerlerine –özellikle putlarına- karşı hassas bir şekilde uzak durmak, benimsememek ve ordan gelebilecek bir teklifi "düşmandan gelen bir teklif" olarak değerlendirmekle mümkün olabilir.

 

Bu red ve uzak durma, Hz. İbrahim ve Hz. Hud gibi elçilerin dilinde en güzel ifadesini bulur: beri olmak (12/Hud/54; 19/Meryem/48; 72/Mümtehine/4). Onlardan ve onların bütün pisliklerinden uzak ve temiz olmaktır beri olmak. Onlarla tamamen veya kısmen bir uzlaşmaya girmemektir.

Özellikle Mümtehine/4 te geçen ve Allah (cc) nün "sizin için güzel bir örnek vardır" diye altını çizdiği olayda Hz İbrahim as ve beraberindekiler, tağutu red etmekle kalmamış, onlarla "hiçbir şekilde bir arada olamayacaklarını, aralarında düşmanlık ve kavganın olduğunu ve iman edinceye kadar da süreceğini" de açıkça ifade etmişlerdir.

Tâğût ile bir şekilde temas içinde olmanız, onların pisliklerinin size sıçramasına ve sizin imanınızın lekelenmesine neden olacaktır. Nisa suresi 60-65. ayetler, tâğût ile temas içinde olmanın insanı nereye götüreceği konusuna dikkat çekerek; "tağutu red etmekle emrolunmuşlardı" hatırlatmasını yapmaktadır.

…

8.

 

 

Küfrün, şirkin, zulmün ve tağutların reddinin arkasında insanın –özelde müslümanın- şeytanla olan savaşı vardır. Kazanıldığında ebedi Cennet, kaybedildiğinde ebedi Cehennem olan ve tekrarı mümkün olmayan bu savaşta kafirler, facirler, fasıklar, tağutlar, belamlar vb.. vasıflarla mücehhez askerler, farklı zaman ve mekanlarda ve farklı kisvelerle Müslümanlar üzerine sevk edilmekte ve bir şekilde o tarafa –şeytanın tarafına- geçmeye zorlanmaktadır.

Bugün, şeytanı düşman edinmiş ve şeytanın taraftarlarının her önerisine cehennem ateşi karşısında sırat üstünde duran bir adamın hassasiyetiyle bakan müslümana ihtiyaç vardır. İmanından gelen red ile, kitabından gelen tağuttan ve tağuti değerlerden bir bütün olarak kaçınmak ve uzak durmak özelliği, bir müslümanın her an tetikte olmak zorunda olduğu özelikleridir.

Bu rikkate sahip Müslümanların oluşturduğu cemiyetler ve toplumlar da aynı hassasiyetlere sahip olmak zorundadırlar. Şirkin açtığı yolun şirke, küfrün açtığı yolun küfre, tağutun açtığı yolun tuğyana gideceği ve bunun aksinin mümkün olmadığı gerçeği unutulmamalıdır.

 

Dipnotlar

[1] Bu tür kimliklerin hepsini birden ifade etmek üzere Kur'an, geldiğinde Mele' ve Mütraf kavramlarını kullanacaktır. Mele' ve mütraf kavramlarıyla ilgili bkz: Kuranda Temel Kavramlar, Ali Ünal, Mele' - Mütraf maddesi

[2]Bkz. Alak Suresi, 1-5

[3]Put kavramıyla ilgili bkz: Kuranda Temel Kavramlar, Ali Ünal, şirk maddesi.

[4]Nisa 59

[5]Tâğût kavramı ile ilgili bkz: Kuranda Temel Kavramlar, Ali Ünal, tuğyan/tâğût maddesi

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ