S. Halim Paşa’da Batılılaşma Olgusu - 2 - rahle.org

S. Halim Paşa’da Batılılaşma Olgusu - 2 - rahle.org

S. Halim Paşa’da Batılılaşma Olgusu - 2


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Önceki bölümde Said Halim Paşa’nın (1824-1921) hayatı ve fikirleri hakkında genel bir sunumda bulunmuş, onun ağzından İslam topluluklarının geri kalmışlığının temel nedenlerine değinmiştik. Bu bölümde ise, Müslüman halkların Batı Medenîyetinin öngördüğü yaşam biçimini niçin kabul edemeyeceği hakkındaki görüşleri değerlendirilecektir.

Paşa’nın eserleri dikkate alındığında onun Batılılaşma olgusuna şu 3 ana başlık çerçevesinde karşı çıktığı görülecektir:

1. Batı ve Doğu Arasındaki Tarihsel ve Kültürel Farklılık

Malumdur ki, Batı’nın biz Doğulu kültür ve din sahiplerinden çok farklı bir tarihî seyirleri olmuştur. Onların yaşadıkları çoğu şey biz Doğululara yabancıdır ve birebir karşılığı bulunmaz. Örneğin; Orta Çağ dönemi boyunca dinî (Katolik kökenli) baskılar sonucu çektikleri eziyet dolu hayatları; aklı inkara kadar varan düşünce yasakları; kurtuluş ümidiyle sarıldıkları (Pozitivizm, Materyalizm gibi) bir takım beşerî ideolojiler; bilimsel metotların üstünlüğünü kabul eden Rönesans ve Reform (Aydınlanma) dönemleri; vb…

Avrupa’nın ta içlerinde ve tüm halkları etkileyecek derecede yaşanan bu tarihî devirlerin beraberinde getirdiği kültürel anlayış, şüphesiz bizdeki İslam halklarında görülecek, görülmüş şey değilse de batıcı aydınların ısrarlı onlara benzemeye yönelik çabaları da anlaşılacak şey değildir! Zira her iki Medenîyet arasında dengine az rastlanılan koca bir tarihî süreç söz konusudur.

Ne bizde bir “Karanlık Çağ” olmuştur, ne de onlardaki “Aydınlanma Çağı” bizde yaşanmıştır; dinin ve din adamlarının savundukları, temsil ettikleri yahut karşı çıktıkları konular dahi başka başkadır.

Eğer bir millet kendi maslahatını yine kendine yetecek bir biçimde oluşturmuş ve bunu seneler boyunca bünyesinde yaşatmış ise, şimdi tutup da başka bir milletin yaşam şeklini-kültürünü-yapılanmasını, onun şahsına münhasır sosyal yapısı ve mirasını hesaba katmaksızın, birebir almaya kalkışırsak, bu hâl tam bir kan uyuşmazlığı doğurmayacak mıdır?

Bizim geleneğimiz, an’anelerimiz, toplumsal karakterimiz, tarihî serüvenimiz ve devraldığımız İslam mirası bir Batılıda asla görülmez; tıpkı onda var olan sancılı devrimlerin bıraktığı izlerin, dinsel inkârcılığın ve özgürlüğe olan susamışlığın bizde hiç rastlanılmaması gibi… Kaldı ki, şimdilerde onlardan neş’et eden demokrasi misali bir takım sosyal hareketlerin sahiplenilmesi fikrini benimsememiz için herhangi bir neden olsun!..

Öyleyse bir münevverin öncelikle dikkat edeceği husus, Batı Medenîyeti ile bizim aramızdaki kültürel ve tarihî farklılığın farkında olmaktır.

Said Halim Paşa bu gerçeğe açık bir biçimde değinir ve şöyle der:

“Doğu’yu Batı’dan ayıran en belirgin fark, Batı’nın paganlıktan Hıristiyanlığa geçmesine karşın, derebeylik ve ruhbanlık sistemleri altında, yani kaçınılmaz olarak despotik, kin ve düşmanlık doğurucu aristokrasi ve ayrıcalıklara dayalı bir yönetim altında yaşamış olmasıdır… Ne ki Müslüman halklar, tarihin hiçbir döneminde, (Batılıların mecburen icat ettikleri eşitliğe dayalı) bu yasaların hüküm ve etkilerinden tümüyle uzaklaşmamışlardır. Bu da Müslüman halkların, çağdaşları Hıristiyan halklardan, mezhep özgürlüğü konusunda daha hoş görülü, daha adil ve daha özgürlükçü olmalarına neden olmuştur.” (Said Halim Paşa, Bütün Eserleri, sf. 17)

“Örneğin; Osmanlı dünyasındaki keyfî yönetim, Batı’daki keyfî yönetimden çok farklı bir karakter taşıdığı gibi, doğuş nedenleri de Batı’dakinden çok farklıdır. İslam toplumu, sürekli İslam inançlarından kaynaklanan adalet sistemine dayanan yasalara uyması sayesinde, her zaman, yeter derecedeki eşitlikçi ve özgürlükçü bir takım yasalar ve kurallar içinde yaşamıştır. Yine bu yasalar ve kurallar sayesinde, her zaman, kendi siyasal ve toplumsal düzeyinin kaldırabildiği ölçüde özgürlük ve eşitliğe kavuşabilmiştir... Batı’da, din ve mezhep adına uygulanan zulümler toplumları kana boyarken, bu ilkeler sayesinde, İslam ülkelerindeki gayr-i Müslim topluluklar rahat ve mutlu biçimde yaşayabilmişlerdir.” (age. sf. 48)

“Batı ulusları, insanlar arasında bulunması gereken doğal eşitliği gerçekleştirmek ve kendilerinin gerek toplumsal, gerek bireysel etkinliklerini sınırlayan düzenin getirdiği bağ ve engellerden kurtulmak istemişlerdir. Dolayısıyla daha çok siyasal hak ve özgürlük elde ederek daha çok eşitlik temin etmek için “aristokrasi” kurallarını terk ederek toplumsal ve siyasal sistemlerini “demokrasi” yöntem ve kurallarına uydurmak için aralıksız çaba sarf etmişlerdir. Biz, bu konuda da onları taklit ermek gerektiğini söyleyemeyiz. Çünkü “aristokrasi” sisteminden habersiz bir toplumu “demokrasi” sistemine geçirmeye çalışmak akıl kârı değildir. Bu gibi iddialar, bize göre, geçersizliği açık olan bir taklit düşüncesinin ürünüdür.” (age. sf.50)

“İslam toplumunun demokratlaşması, Batılı toplumlarda olduğu biçimde gerçekleşmez. Bu toplum, aristokrasiye saldırarak, seçkin sınıflarıyla mücadele ederek demokratlaşamaz. Bu mücadele gereksizdir. Çünkü aynı haklara sahip olan halkın, seçkinlerden isteyeceği hiçbir şey yoktur. İslam toplumunun demokratlaşması, seçkinlerde zaten var olan demokratik, halkçı duygu ve geleneklerin gelişmesiyle mümkündür. Aristokratlaşması ise zayıf unsurlarının haklarını çiğnemekle değil, halkta bulunan seçkinlere özgü duygu, düşünce ve geleneklerin beslenip geliştirilmesiyle gerçekleşebilir. Bu duruma göre, İslamî toplumlarda, demokratik nitelikleri yüksek sınıflar, aristokratik nitelikleri de halk güvence altına alıyor ve güçlendiriyor demektir. Oysa Batı toplumlarında durum, bunu tam tersinedir. Onlarda değişik toplumsal sınıfları birbirinden ayıran şeyler yasal eşitsizlik, çıkar çekişmeleri, sınıf ve parti gelenekleri gibi konulardır. Yaşama ve birbiriyle ilişki biçimleri de yasa zoruyla kurulmuş ve belirlenmiş olduğundan, her gün, hoşnutsuz bir sınıfı tarafından bozulmaktadır. Batı toplumunda aristokrasiyi seçkin sınıflar, demokrasiyi ise ayrıcalıklardan yoksun kalan unsurlar oluştur, temsil ederler. İslam toplumlarındaki değişik sınıflar, ancak ahlâk ve düşünce düzeyindeki farklarla birbirinden ayrılırlar. Bununla birlikte eşitlik, adalet ve dayanışma düşünceleri, söz konusu sınıflar arasındaki ilişkileri belirleyip düzenleyerek İslam kardeşliğini kurar ve onları birbirine yaklaştırır. Batı toplumları hak, huzur ve esenliği yasalarda arar. Müslüman toplumlar ise bunları inanç ve duygularında, ahlâkî eğitim ve felsefelerinde bulur. Bu nedenle tüm insan toplumlarında mutlaka görülen çekişme ve muhalefetle, İslam toplumunda özel bir nitelik kazanmaktadır. Her yerde sınıflar arasında geçerli olan çekişmeler, İslam toplumunun sınıflar arasında değil, aksine, sınıfların kendi içlerinde geçerlidir. Yüksek tabakalar demokrasiye, alt tabakalar ise aristokrasiye yaklaşmak için birbiriyle yarışırlar.” (age. sf. 150)

2. Batı ve Doğu Arasındaki Fikrî ve      Kavramsal Farklılık

Said Paşa’ya göre batı toplumlarında; toplumu birbirinden ayıran şeyler sınıf ve menfaat çatışmalarıdır. Yani batı toplumu eskiden bu yana sınıflı (statücü-ayrımcı) bir toplumdur. Aristokrasi seçkin sınıfın, demokrasi de sıradan insanların yaşam tarzı olarak kabul edilmektedir. İslam toplumlarındaki çeşitli sınıflar ise ancak ahlâk ve fikir seviyelerindeki farklarla birbirinden ayrılırlar. Fakat eşitlik, adalet ve dayanışma fikirleri bu sınıfların arasındaki münasebetleri tespit ve tanzim ederek İslam kardeşliğini kurar ve onları birbirine yaklaştırır. Nitekim bu mevcut farklılık, dile de yansıyan bir takım sonuçlar doğurur.

Paşa’nın düşüncesine göre, sosyal tertip ve nizamda görülen pratik farklılıklar beraberinde soyut düşünebilmede dahi bir takım farklılıklar doğuracaktır. Bu farklılığın baştaki sebebi, tarihî seyir olmuşsa da bir süre sonra dinî ve siyasî içerikli kelime ve dağarcıkların değişmesiyle denklik ortadan kalkmıştır.

Şöyle ki, tamamı Batı’da doğmuş ve kavramsallaştırılmış nice sözcük vardır ki, bunların karşılıklarını Doğu milletlerinde görmek yahut birebir karşılamak yine bir gerçeği görmemezlikten gelmek olacaktır: Batı’nın fikir dünyasının gelişimi esnasında varlık bulan soyutlamaların İslam ümmetinde ne lüzumunun ne de karşılığının olduğu gerçeğidir.

Bu nedenle Said Paşa “demokrasi”, “özgürlük” gibi birçok kavramı İslamî açıdan ele almış ve hemen kabul etmemiştir. Onun dile getirdiği itirazların temel sebebi, Batı’nın kavram dünyasını oluşturan etkenlerin İslam dünyasında hiçbir zaman karşılaşılmamasıdır. Dahası biz Doğuluların düşünme biçimleri, sosyal vakaları tespit ve refleksleri bile farklı düzeyde gelişim göstermiştir. Örneğin; Said Halim Paşa, 18. ve 19. yüzyıllarda ilme ilahlık vasfı kazandıran pozitivist anlayışın, “Din” kavramına getirmiş olduğu mananın, İslam’ın din anlayışından farklı olarak kuru, basit ve sathi olduğunu belirtmekte ve aynı sebeplerle yola çıkıp aynı hedefe yürüdüğü için batının “bütün dinler birbirine benzer” tezine hapsolduğunu, bu sebeple, milletlerin ilerledikçe dinî duygunun tasfiye olacağı tezinin geçersizliğini savunur.

Ona göre doğu toplumları olarak bizim düşünme gücümüz (beynimiz) henüz nesnelerden kavramlara, düşüncelere geçemiyor. Tersine, kavramlardan, düşüncelerden nesnelere geçmeyi yeğliyor. Çünkü düşüncemiz, bu sayede, sınırsız ve sonsuz hayaller içinde beslenmeye uygun hayalî bir çevre buluyor… Gerçekten Doğu dünyası, Batı dünyasından öyle farklıdır ki, çok basit kelimeler bile çoğu zaman aynı anlamı dile getirmez, aynı kapsam genişliği taşımaz. Sözgelimi “eşitlik” kavramı, bizde hiçbir kıskançlık ve kin duygusu uyandırmaz. Çünkü insanlar arasında kişisel yeteneklerine göre ortaya çıkan eşitsizlik, açık bir biçimde demokrat olan İslam toplumu içinde son derece doğal olarak kurulmuştur. Yine aynı nedenle, “özgürlük” kavramı da bizde toplumsal bir zinciri kırma, siyasal bir esaretten kurtulma düşüncesini dile getirmez. (age. sf. 16)

Said Paşa konu hakkında şunları söyler:

“Ulusallık konusu da bizde ne yazık ki farklı bir karakter taşımaktadır, bundan başka bir yapıdadır. Ayrıca bu sistem, son derece homojen bir toplumda uygulanabilir. Bizde bu nitelik de yoktur.” (age. sf. 20)

“Batılıların düşünce ve inançlarına göre siyasal birlik soy, dil ve mezhep ortaklığının birbirine bağladığı insanların birleşmelerinden oluşur. Oysa Osmanlı siyasal birliği, soy ve dil ortaklığından, hatta çoğu zaman gelenek ve görenek ortaklığından bile yoksundur. Bu nedenle Osmanlı siyasal birliği, Hıristiyan Batı devletlerinde olduğu gibi ulusallık ilkelerine değil, İslam birlik ve kardeşliği ilkesi üzerine kurulmuştur.” (age. sf. 53)

“İdealimiz, ahlâkî, toplumsal ve siyasal kanaatlerimiz bütünüyle dinimizden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, dinimize kesin biçimde saygı göstermek zorunda olduğumuz gibi, üzerimizdeki bütün haklarını kabul ve teslim etmemiz de zorunlu görevlerimizdendir. Anlayacağımız ki dinsizlik denilen şey, Latin düşünce yapısının bir sapkınlığıdır. Yoksa sanıldığı gibi, bir düşünce üstünlüğünün göstergesi değildir.” (age. sf. 128)

“İslam dünyasında dinsizliğin, Hıristiyan toplumlarındaki dinsizlikten kat kat farklı özel bir önem kazanması da, bu nedenlerden kaynaklanmaktadır. İslam dünyasında dinsizlik, yerleşik ve kurulu durumdaki ahlâkî ve toplumsal yasaların inkârı anlamını taşır ve bireyin ahlâkî açıdan çökmesi ile toplumun çözülmesi ve dağılması sonucunu doğurur. Bu nedenle dinsizlik, İslam Medenîyetinin başına gelebilecek felaketlerin en vahimidir.” (age. sf. 148)

“Bir başka kavram olan “özgürlük” de böyledir. İslam gözünde özgürlük, öyle insanın uygulayıp uygulamamakta serbest olabileceği ya da yasa koyucunun isterse verebileceği, isterse vermeyeceği siyasal bir hak değil, kabul ettiği din ve rehber tanıdığı ahlâk tarafından kendisine yüklenmiş bir görevdir.” (age. sf. 169)

“Parlamento ve senato kelimelerinde de durum aynıdır. Senato şeklinde İslam toplumunda böyle bir kurumun hiçbir varlık nedeni olamaz. Çünkü Müslümanlıkta ne muhtelif toplumsal sınıflar, ne de bireyler arasında meşru kabul edilmiş bir eşitsizlik vardır.” (age. sf. 255)

3. Birebir Taklitçiliğin Her Zaman Zararlı Olduğu Gerçeği

Paşa’nın son itirazı, taklitçilik batağına dalıp çıkan aydınlaradır. Onun demesine göre, Batı uygarlığının parlaklığına öyle hayran olmuş, öyle tutulmuşlardır ki, nihayet onu oluşturan nedenleri kavramaktan aciz kalmışlardır. Oysa Batı ulusları, gelişmek ve ilerlemek için yolsuzluklara, adaletsizliğe ve bilgisizliğe karşı mücadele etmişler. Bizde ise böyle bir durum hiçbir zaman olmadığı için birebir taklit etmemiz vehimî bir takım sonuçlar doğurur.

Geriliğimizin nedenlerini “geçmişi taklit” ve “başka Medenîyetlerle alışverişi engelleyen düşmanlık” olarak tespit eden Said Halim Paşa, geriliği aşma yolunda benimsenen tutumlara da işaret ederek, bunların bir eleştirisini yapar. Ona göre; geçmişe dönük bir refleks (muhafazakarlık) çözüm olmadığı gibi, Batıyı birebir taklit esasına dayalı bir tutum da çözüm olamaz. Bir taklitten bir başka taklide geçmek, yine bir bilinçsizlik ve millî olmayan bir bensizlikten bir diğerine geçmek demektir. Japon örneğine işaret ederek; millî ve yerli bir çözümün ancak Avrupa'nın bilim ve teknolojisini benimsemeye yönelik bir stratejiyle birlikte yürüyebileceğine vurgu yapar. Bu çerçevede en önemli ilke, halk ile aydınlar arasındaki ikilemin yerini “gaye birliği”ne bırakmasıdır. Aksi takdirde toplumun beyni ile vücudu farklı yönlerde yürürse, bu, toplumsal yapıyı parçalamak ve kaosa yol açmaktan başka bir sonuç getirmez. Aydın ve halk arasındaki gaye birliği, çözümün en temel direğidir.

Paşa’nın sözleri şu şekildedir:

“Bir şeyi birebir taklit etmek zaten bizatihi kötü sonuçlar doğuracaktır; hele bu mesele toplumsal boyutlara taşındığında, doğuracağı sonuçları daha dikkatle irdelemek gerekecektir. Mesela biz de çok görülür: Bir Kant yahut bir Spinoza’nın ahlâkiyatına inanan, bununla beraber içtimaiyatında Fransızın, siyasiyatında İngiliz'in tarz-ı telakkisini kabul eden, ne kadar ilim sahibi olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir! Bir adamın zihninde bunca muarız, biri diğerini nakzeden ve bir araya gelmeleri mümkün olmayan bilgiler bir arada bulunuyorsa, artık o adamın nasıl bir kafa ve zihinde olduğu tasavvur edilsin?! Batı tarihinden, özellikle de Fransa tarihinden çıkardığımız kural ve kuramları yeteri derecede değiştirmeden kabul etmenin, kendi çevremizde gerçek hiçbir ilişkisi olmayan bir takım düşünce ve anlayışlara iyi-kötü demeden sahip çıkmanın, Batı anayasalarından istediğimiz birini hiçbir kayıt gözetmeden kopya etmenin sorunumuzu çözümlemek için yeterli olacağını sandık, böyle inandık.” (age. sf. 19)

“Partiler kurarak, siyasal özgürlüğümüzle birlikte meşrutiyet yönetimini de güçlendirdiğimize, sağlamlaştırdığımıza inandık. Sonunda bu partiler, tıpkı uygar ve ileri ülkelerde olduğu gibi kavga ve mücadeleye başlayınca, sayın milletvekillerimizin mecliste birbirlerine karşı gösterdikleri kin ve düşmanlık, meşrutiyetimizin şeref ve haysiyetini yükseltiyor, meclisin çalışmalarını daha verimli hale getiriyormuş gibi aptalca sevindik. Oysaki Osmanlı parlamentosu, tartışma ve kavgalara sahne olacak yerde, bereketli bir eleştiri ve konuşma zemini, yalnız Osmanlılığın ilerlemesi, yükselmesi duygu ve coşkuyla yekvücut olmuş bir yurtseverler topluluğu olmalıydı. Belirsiz bir takım ilke ve kuramlar adına devrimimizin doğal akışını bozduk. Ne yaptığımız yanlış ve fedakârlığın önemini, ne de kaçınılmaz biçimde uğrayacağımız zararın büyüklüğünü anladık. Böylece büsbütün tehlikeli, bilinmez bir yöne saptık.” (age. sf. 21-23)

Sonuç:

Paşa’ya göre; batılılaşma yolu Türklerin (dönemin Müslüman Osmanlı halkının) hızlı bir biçimde İslam'dan uzaklaşmalarını çabuklaşacak bir vahameti doğuracak bir hastalıktır. Batıya kapılarak kendimizi ancak İslam'ın yüce ve üstün değerlerinden mahrum bırakmış oluruz. Yine ona göre, her uygarlığın kendi kurumlarını kendi oluşturacak şekilde bir yapılanmaya gitmesi ve böylece farklılaşması doğal olandır; bu sebepten Doğu’nun Batı’ya olan teveccühü gayet anlamsız ve dahası tehlikeli bir sürecin de başlangıcı olacaktır.

Çalışmamız, bu gerçeği yaklaşık bir asır önce dile getiren Müslüman bir düşünürün kaleminden alıntılanmıştır. Allah Teâlâ bizleri O’nun yollarından ayırmasın.

Referans:

· Said Halim Paşa, Bütün Eserleri, Anka Yay. 2007.

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ