Dinleştirilmiş Gelenek Gelenekleştirilmiş Din - rahle.org

Dinleştirilmiş Gelenek Gelenekleştirilmiş Din - rahle.org

Dinleştirilmiş Gelenek Gelenekleştirilmiş Din


Facebookta Paylaş
Tweetle

Necmettin Irmak 

 

Giriş

Önce ‘din’ vardı. İnsanı yaratan ve ona emanetini taşıyacak özellikler veren Allah, onu yeryüzüne indirdiğinde, bir yaşama tarzı olarak ‘din’ini de göndermişti. Zira yeryüzüne indirdiği ilk insan, aynı zamanda ilk peygamber idi. İlk peygamberle beraber yeryüzünde Allah’ın iradesini ikame eden ve varlık gayesi O’na kulluk olan bir toplumsal yapı inşa edilmeye başlandı. Dolayısıyla bu toplumsal yapının ilk hareket noktası ve ulaşması istenilen gayesi de Allah’a kul olmaktan başka bir şey değildi.

Hangimizin daha güzel amel işleyeceğinin ortaya çıkması için başlatılan tarihî süreçte insan, kulluk gayesinden uzaklaşırken, nasıl kul olunacağının prensip ve pratiklerini gösteren ‘din’den de uzaklaştı. Bu uzaklaşma esasen ‘din’i tamamıyla reddedip terk ederek gerçekleşmedi. Din’in temeli olan bir ve tek Allah’a kulluk anlamındaki ‘tevhid’den saparak, Allah ile beraber başka ilahlar edinme ve en başta da insanın kendini ilahlaştırması neticesinde gerçekleşti. Bu süreç içersinde insan, bazen kendi ürettiklerini kutsallaştırılarak dinleştirdi, bazen de dinin içini boşaltarak onu kendi emellerinin malzemesi haline getirdi.

İnsan, tarihî süreç boyunca yapageldiklerini mutlaklaştırdıkça onları terk edilmez kılarak nesiller boyu sürüp gelen bir olguya dönüştürdü. Adına “gelenek” denilen ve kaynağı ‘din’den bağımsız olan söz konusu olgu, bu süreçte, insanın dinin yerine ikame ettiği bir gerçeklik kazandı.

Dinleştirilmiş Gelenek

Dünya hayatında pek çok pratik geliştiren ve bunların devamlılığını gerçekleştiren insan, zamanla bu pratiklerin vazgeçilmezliği kanısına varmıştır. Daha sonra bu kanıyı iman düzeyine yükselterek gelenekleştirdiği pratik ve söylemlerini kutsallaştırmış ve onlara dinî olgular gözüyle bakmıştır. Yapılan itiraz ve karşı çıkışları bir sapma ve küfür olarak algılamış ve en sert şekilde tavır almıştır.

Geleneğin insanın düşünce ve değer yargılarında sahip olduğu bu etkin durumun başlıca sebepleri arasında, geleneğin kurucuları olan önceki nesillere karşı kutsayıcı yaklaşımlar yer alır. Bu açıdan önceki nesiller her halükarda olumlu ve doğru vasıflara sahip bulunmaktadır.

Bu yaklaşıma binaen Mekke müşrik toplumunun Hz. Peygamber’e (sa) karşı şunları söylediklerini biliyoruz: “Biz sana değil, atalarımızı yapar bulduğumuz şeylere uyarız. Çünkü onlar bizden daha bilgili ve daha hayırlı idiler.” (el-Kadi, Esbab-ı Nüzul, 26)  Yine onlar -kendilerine göre türedi olan- Hz. Peygamberin söylem ve davetine karşılık şöyle diyorlardı: “Biz senin gibi kavmine fitne sokmuş başka bir Arap bilmiyoruz. Atalarımıza sövdün, dinimizi ayıpladın, bizi cahillikle suçladın, ilahlarımıza küfrettin…” (İbn İshak, Siyer, 252) Mekke müşrik toplumunun ileri gelenlerinden Ebu Cehil, Hz. Peygamberin davetine yönelen birisini aynı gerekçeyle itham ediyordu: “Sen kendinin ve senden daha hayırlı olan babanın (ceddinin) dinini mi terk ediyorsun?” (İbn Esir, İslam Tarihi, II, 72) Kur’an-ı Kerim insanın bu anlayışını şöyle dile getirir:

“Kendilerine, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Şeytan kendilerini cehennem azabına çağırıyor olsa da mı?” (Lokman, 21)

Bu ifade tarzı Kur’an’ın pek çok yerinde geçer. Bize geçmişte üretilip bir geleneğe dönüştürülen ve oluşumunda vahyin yer almadığı veya kaynağını vahyin oluşturmadığı yaklaşımlar için “ya ataları akletmeyen sapık kimseler ise” diye uyarıda bulunur.

Kur’an, Hz. İbrahim’i hanif olarak tanımlar:

“İbrahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.” (Al-i İmran, 67)

Esasen hanif vasfı; İbrahim’in (as) davetini reddeden ve atalarından kalan geleneklerle hayatlarını kurgulamış bir toplumun, kendi geleneksel yapılarına karşı çıkan İbrahim’i (as) sapkınlıkla ve küfürle ithamından başka bir şey değildi.

Bunun gibi, tarih, dinleştirilmiş gelenek örnekleriyle doludur. Bu örneklerin başında asabiyet/kavmiyetçilik yer alır. Atalarının faziletinden yola çıkarak onların her yaptığını doğru bulup gelenekselleştiren toplumlar, süreç içerisinde bunu bir üstünlük anlayışı haline getirmişler ve bu üstünlük anlayışını itikada (inanç esasına) dönüştürmüşlerdir. Milliyetçi reflekslerle hareket eden tüm topluluklarda bunu görmek mümkündür. Bunun da en tipik örneği İsrailoğullarıdır. Öyle ki, onlar bu ırkçı asabiyetlerini dinlerinin ayrılmaz bir parçası kabul etmişler ve bir üstün ırk anlayışına gitmişlerdir.

 

Müslümanlar arasında dinî bir ritüele dönüştürülen “mevlit” de aynı minvaldedir. Hz. Peygamber’e (as) övgü kasdıyla yazılmış şiir dizelerinin çeşitli dinî merasimlerde bir neşe vesilesiyle okunmuş olması, süreç içerisinde geleneksel bir yapı kazanmış ve sonunda da dinî bir ritüel (ayin) haline bürünmüştür. Öyle ki, bu bid’at durum -uygun bir dille eleştirildiğinde bile- sanki dinî bir vecibeye karşı çıkılıyormuş gibi karşılık bulur olmuştur.

Toplumsal bir hayatın kimliğini oluşturan temel olgulardan birisi olarak kültür, söz konusu geleneğin dinleştirilmesinde önemli bir etkendir. Hem bütünüyle toplumsal kültür ve hem de tek tek kültürel öğeler batıl anlayışlar açısından ne pahasına olursa olsun korunması gereken bir durum arz etmektedir. Oysa bir Müslüman için kültür, mutlak anlamda korunması gereken sahih bir gelenek değil, İslamî hayatı elverişli kılan ve onun için gerekli esas ihtiyaçları sağlayan bir konumdadır.

Esas çabası Müslümanca bir hayatın devamlılığı olan Müslüman, önceki nesillerden devraldığı geçmiş kültürü gerektiği ölçüde sahiplenir. Gerektiğinde de -yani akidesi ve Müslümanca yaşamaya ters düştüğü yerde de- reddetmekte tereddüt etmez.

Gelenekleştirilmiş Din

İnsanların kendi üretimi olan anlayış ve pratikleri din haline getirmelerinin yanı sıra Allah’ın gönderdiği ‘din’'i sıradanlaştırmaları ve onun değer ve pratiklerini içi boş, şekilden ibaret ve şuursuzca tekrar edilegelen profan bir olguya dönüştürdüklerini de görmekteyiz. Haddi zatında ‘din’ bütün zamanı ve mekânı kuşatan ve zamanla beraber yürüyen sahih bir ‘gelenek’ konumundadır. Zira Hz. Âdem ile başlayan ve Hz. Peygamber (sa) ile sonlandırılan nübüvvet zinciri bu ‘sahih geleneğin’ sürekliliğini göstermektedir. Ne var ki her yeni peygamberin gönderiliş sebebi de; dinin esas mecrasından çıkarılıp içi boşaltılan ve anlam kaybına uğratılarak kutsallığı yok edilen, dinî pratik ve değerlerin yeniden kendi mecrasına oturtulmasıdır.

Kur’an, Hz. Peygamber’e bu sorumluluğu şu ifadelerle aktarmasını söyler:

“De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hakka yönelen İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Al-i İmran, 95)

“De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru bir dine, Hakk’a yönelen İbrahim’in dinine iletti. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (En’am, 161)

Dinin gelenekselleştirilmesinin en bariz örneği Mekke müşrik toplumudur. Onlar İbrahim ve İsmail (as) peygamberlerden kendilerine kalan kimi dinî pratik ve değerleri tarihî süreç içerisinde yapa-gelmelerine rağmen onları geleneksel bir hüviyete dönüştürmüşlerdir. Uğrunda savaşı dahi göze aldıkları bu durum, esasen onlar için akidevî/imanî zeminde değil fakat atalarından kendilerine kalan bir mirasın korunması adına gerçekleşiyordu.

Nuh kavminin tevhidden uzaklaşıp şirk batağına saplanmasının temel sebeplerinden birisi de onların dini, geleneğe dönüştürmeleridir. Çünkü onlar tevhidin sorgulayıcı ve hakikate yönlendirici özelliğini terk edip unutarak geleneğin kör taklit ve teslimiyetçi yapısına yönelmişlerdir.

Kur’an’ın en çok gündem edindiği toplum olan İsrailoğulları, kendilerine gönderilen dinin akide ve pratiklerini dönüştürerek kendi ulusal gelenekleri haline getirmişlerdir. Yahudilik olarak karşımıza çıkan bu dönüşüm sürecinin kalıplaşmış yapısıyla kendilerine gelen hakikate, din adına nasıl tepki verdiklerini Medine örneğinde görmekteyiz. Kaldı ki daha önceden Hz. İsa’ya da aynı saiklerle karşı çıkmışlardı.

Ehl-i Kitabı adım adım izleyecekleri uyarısı Hz. Peygamber (sa) tarafından yapılan Müslümanlar da imanî ve amelî pek çok hususu gelenekselleştirerek vaz’ ediliş gayesinden uzaklaştırmışlardır. Kitap ve Sünnetle emrolunduğumuz tahkikî imandan taklidî imana geçişimiz bunun tipik bir örneğidir. Bu süreçte insanlar tahkike, şuura, iradeye dayalı bir iman sahibi olmaktan öte, içine doğdukları toplumun inanç yapısına sahip oluyorlar ve bunu da atalarından kendilerine kalan bir miras gibi algılıyorlar. Belki Müslüman bir toplumda dünyaya gelmek Allah’ın büyük bir lütfu olarak algılanabilirler. Ancak bu durum mutlak değildir. Kaldı ki insanlar doğdukları Müslüman toplumun mezhep, meşreb, meslek gibi her yönünü sorgulamaksızın kabul ve iman etmekteler.

Dinin gelenekselleştirilmesinin en güzel örneklerinden birisi hicabdır. Müslüman kadının kimliği diye tanımlanan hicab/örtünme, Müslüman toplumlarda gelenekselliğin her yönünü yaşamış; şekil şemalden rengine varıncaya kadar hemen her tür gelenekten etkilenmiştir. Geçen asrın başlarından itibaren Müslüman toplumlarda ortaya çıkan gerek despotizm ve gerekse sömürü kaynaklı değişim sürecinden en çok etkilenen unsur tesettürdür. Günümüz İslam coğrafyasında gözlemlediğimiz örtünme şekillerindeki yozlaşmanın sebebi de örtünmenin Allah’ın emri ve bu emrin maksadını bilmekten öte, onu bir “geleneksel olgu” olarak sanmak olsa gerek. Yaşadığımız coğrafyada ortaya konulan başörtüsü mücadelesi de bundan nasibini almış ve bütünüyle bir örtünmeden ziyade başa bağlanan ufak bir bez parçasının mücadelesine (!) dönüşmüştür.

Hz. Peygamber’in (sa) İslam’ın beş temelinden biri olarak tanımladığı ve Allah’ın kesin farzlarında olan oruç ve onun içinde yer aldığı Ramazan ayı da gelenekselleştirilmeden fazlasıyla nasibini almıştır. Daha muttaki olalım diye farz kılınan bu ibadet, çeşitli şenlikler ile bir eğlence vesilesine dönüştürülmüştür. Günümüzde hiçbir ölçüsü olmayan medyanın da el atmasıyla  gelenek içindeki yerini çoktan almış bulunmaktadır.

Sonuç

Hemen bütün zamanlarda Müslümanca yaşayışımızı olumsuz etkileyen ve kangrene dönüşen bir durumdur geleneğin dinleştirilmesi ve dinin de gelenekselleştirilmesi. İnsanlık tarihi, bize, ‘din’in gönderiliş gayesini unutur ve İslam’ın ruhundan uzaklaşırsak geriye sadece din sandığımız geleneklerden başka bir şeyin kalmadığını gösteren örneklerle doludur. Bu tehlikeli süreci sahih bir düzleme dönüştürmek ve ‘din’in gönderiliş gayesine yeniden tabi kılmak ve Hz. Âdem’le başlayıp Hz. Peygamber (sa) ile tamamlanan ve kıyamete kadar varlığını devam ettirecek olan sahih geleneği ihya etmek bizim sorumluluğumuz ve kurtuluş vesilemizdir.

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ