Orta Doğu: Başlangıçtan Günümüze - rahle.org

Orta Doğu: Başlangıçtan Günümüze - rahle.org

Orta Doğu: Başlangıçtan Günümüze


Facebookta Paylaş
Tweetle

Giriş:

İlk defa 1900’lü yılların başında, dünyayı kendi siyasî çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi arzulayan sömürgeci-emperyalist İngilizler tarafından kullanılmaya başlanılan Orta Doğu (middle east) kavramı, zamanla dünyanın diğer ulusları tarafından da kabul bularak, bugün, ağırlıklı olarak Müslüman halklardan müteşekkil, yaklaşık 400 milyon kişinin yaşadığı ve 8 milyon km karelik bir coğrafyanın (Türkiye, İran, Afganistan, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar, Yemen, Irak, Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Mısır) adıdır.

Gerek uzun bir tarihî geçmişe sahip olması, gerek hakkında yazılan eserlerin çokluğu ve gerekse haber bültenlerinde sıkça yer alması sebebiyle yüzyılı aşkın bir süredir dünya gündeminden hemen hiç düşmeyen Orta Doğu’nun gerçek önemi, onun sıra dışı bir jeopolitik konum arz etmesinden kaynaklanıyor.

Araştırmacılara göre bölgenin değerini arttıran başlıca faktörler şunlardır:

1. Bereketli Hilal (Doğu Akdeniz sahil şeridi), Mezopotamya ve verimli birçok toprak sahasının bu coğrafya içersinde yer alması;

2. Dünya petrol rezervlerinin yarısından fazlası (yaklaşık % 57 oranında) ve ispatlanmış doğalgaz rezervlerinin yarıya yakınına (yaklaşık % 40) sahip olması;

3. Kuzey Afrika ve Avrupa ülkeleri ile Asya kıtası arasındaki mesafeyi 2/3 oranında kısaltan Süveyş Kanalı (y. 1869) ile Kızıldeniz’i Hint Okyanusuna bağlayan Babül Mendeb Boğazı’nın burada olması;

4. Üç semavî dinin de kutsal saydığı Kudüs şehrine ait nişanelerin (Mescid-i Aksa ve çevresi, Hz. Süleyman Tapınağının kalıntıları, Hz. Davud’un mezarının bulunduğu Siyon (Zion) Tepesi, Hz. Meryem’in kaldığı ev ve Hz. İsa’nın gömülü olduğuna inanılan Holy Sepulchre Kilisesi) yine burada bulunması;

Netice itibariyle, uluslararası arenanın Orta Doğu üzerinde görülmesi ve dünyanın en çetin çatışmalarının burada yaşanıyor olması boş yere değildir; zira Orta Doğu yeryüzünün belki de en kritik noktasıdır.

İlk Dönemler:

Dünyanın değişik bölgelerinde kazı çalışmaları yapan bilim insanlarının bugüne kadar topladıkları verilerin sonuçlarına göre, insanlığın bilinen en eski kemik kaydına Etiyopya’da (Habeşistan) rastlanılmıştır. Benzer şekilde; ileri bir medeniyetin göstergesi sayılabilecek düzenli bir şehir hayatına ait ilk arkeolojik bulgulara kadim Mısır’da ulaşılmıştır. Yine bilinen ilk alfabe Orta Doğu’da Fenikeliler tarafından kullanılmış, ilk yazılı kültür Sümerler tarafından bu coğrafyada oluşturulmuştur.

Taberî Tarih’inde nakleder ki; Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten yeryüzüne indirildiği ve ölene dek yaşamlarını sürdürdükleri topraklar dahi bugünkü Orta Doğu ülkelerinin sınırları içersinde yer almaktadır. Büyük Tufan yine burada gerçekleşmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hûd suresinde geçen ayette, Nuh’un Gemisi Cudî Dağı üzerine oturmuştur (11/42) ve bu dağ bugün Şırnak ili içersinde yer almaktadır. Tevrat ayetlerinde geçtiği kadarıyla (Tekvîn, 10. Bölüm) Hz. Nuh’un oğulları yeryüzüne bu noktadan dağılmışlardır. Bir kısım tarihçiye göre; Ham, beraberindekilerle Afrika’ya; Yafes, beraberindekilerle Asya ve Avrupa’ya; Sam ise beraberindekilerle Arap ve Hint yarımadası taraflarına yönelir. Mesudî, kurtulanların sayısının 80 olduğuna inanır.

Tüm bu bilgiler ışığında denilebilir ki; insanlık, ilk medeniyetini Orta Doğu’da kurmuş ve ilk defa oradan çıkarılmıştır. Bu sebeple Hz. Nuh (as) “insanlığın ikinci atası” olarak isimlendirilmektedir.

İlk Uygarlıklar:

Tarihî kayıtlara göre, Orta Doğu’daki ilk yerleşim yerleri ve halklar şunlardır: Mısır’da Nil Nehri ve çevresinde Kıptîler (M.Ö. 6000 - M.S. 332), Kuzey Irak’ta Fırat ve Dicle Nehirleri arasında Akkadlar (M.Ö. 4000-2100) ve sonrasında Sümerler (M.Ö. 3500-2000), Anadolu’nun içlerinde Hititliler (M.Ö. 1800-1200), Irak ve çevresinde Eski ve Yeni Babil Krallığı (M.Ö. 1750 539), Kudüs (Yeruşalim) ve Lut Gölü çevresinde Kenanlılar (M.Ö. 1500-1000) ve sonrasında kurulan İsrail Krallığı (M.Ö 1040-722), Arap Yarımadasının kuzeyinde Asurlular (M.Ö. 1200-600), Doğu Akdeniz sahilindeki Ürdün-Filistin-Lübnan hattında Fenikeliler (M.Ö. 1200-800), Arap Yarımadasının içlerinde Aramîler (M.Ö. 1100-700), İran (Fars) ve çevresinde Medler (M.Ö. 858-549) ve sonrasında Persler (M.Ö. 543-333), Mısır’dan Hindistan’a kadar olan sahayı kontrolü altına alan Büyük İskender ile yükselişe geçen Antik Makedonyalılar (M.Ö. 725-323) ve diğer başkaları…

Bu halkların kimi bir dönem Orta Doğu’da tek başına hâkimiyet kurmuş, kimi iktidarı komşularıyla paylaşmış, kimi de göçer halde olmuş veya sürülmüştür… Yüzyıllar boyunca bu coğrafya üzerinde çok kanlar dökülmüşse de sonunda hiçbir uygarlık varlığını günümüze kadar koruyamamış ve tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Belki İsrailoğulları hariç; ancak onların başlarına gelenler de felaket boyutunda olmuştur.

Netice itibariyle Orta Doğu, dünyada eşine az rastlanılan sayıda misafiri ağırlamış, ancak hiçbirinde istikrar sağlayamamıştır.

Orta Doğu: Peygamberler Diyarı

Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerin tamamı Orta Doğu’da yaşamış ve insanları Hakka daveti burada gerçekleştirmişlerdir: Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub (İsrail), Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, İlyas, Elyasa, Zülkifl, Uzeyr, Davud, Süleyman, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa ve Muhammed (Allah’ın selamı tümünün üzerine olsun)… Ayrıca kıssası anlatılan Ashab-ı Kehf, Salih kimse (Hızır), Bahçe Sahipleri, şehrin öte ucundan gelen şahıs (Habib-i Neccar), Hz. Lokman, Hz. Zülkarneyn (Kûruş), Hz. Meryem ve diğerleri de böyledir. Orta Doğu bu yönüyle adeta “peygamberler diyarı” unvanını almıştır.

Bu durum, coğrafya insanında aynı zamanda bir “vahiy kültürü”nün oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Çoğu tahrif edilmiş olsa da atadan kalma bir din ve peygamber olgusu Orta Doğu’da hep olmuştur. Bu durum bir yönüyle yörenin insanı için kolaylık sağlayan bir lütuf olmuş, diğer yönüyle ise bölge insanının karakterinde çeşitli izler bırakmıştır. Oysa Batı insanında böyle bir anlayış zeminine hiçbir yerde rastlanılmaz. Bu yüzden Hz. İsa’yı insan-peygamber olarak hiçbir zaman kabul etmemişler ve onu beşerîlikten alıp ilahlaştırmışlardır. Bir peygamber tanıklığı olmayınca doğru bir peygamber telakkisi de gelişmemiştir. Tıpkı bunun gibi; bir “Eyyüb sabrı”, bir “Yusuf iffeti” yahut “İbrahim misafirperverliği” şeklinde bir ahlak da onlarda yer etmemiştir. Duygusallıktan (hissiyatçılık) ziyade katı bir akılcı (rasyonalist) tavra yakın durmaları da bundan olsa gerek.

Moğol İstilası ve Sonrası:

Orta Doğu’da pek çok medeniyet doğup büyümüşse de hiçbiri Moğolistan çöllerinden çıkıp gelen Cengiz Han’ın kurduğu imparatorluk kadar büyük çapta olmamıştır. Yazılı tarihin bugüne kadar kaydettiği tek seferde en geniş toprak parçasına (34 milyon km. kare) sahip olan ve İbn Esîr’in de belirttiği gibi, vahşilikte daha önce ve daha sonrasında şahit olunamayacak kadar ileri giden Moğol ve Tatarlar, 13. yy’ın başlarından itibaren Orta Doğu dâhil olmak üzere dünya çapında bir işgale başlamışlardır. Onların bu engellenemez ve durdurulamaz halleri sebebiyle müfessirlerin bir kısmı kıyamet alameti olarak zikredilen Ye’cüc ve Me’cüc kavimlerinin bunlar olabileceğini söylemiştir. (bkl. Kurtubî, Seyyid Kutup ve Elmalılı H. Yazır’ın tefsirleri) Nitekim bazı eski Çin kaynaklarında Yegüg ve Mogog’un karşılığı olarak Moğol ve Tatarların kastedildiği geçmektedir. Yine o dönemde yaşayan ve yapılanlara tanık olan Bulgar, Ermeni ve Rus kökenli bir kısım kimselerin ifadelerinde geçen ibareler, tıpkı Kur’an-ı Kerim ve hadislerde tasvir olunduğu gibidir. Örneğin; “hiçbir dine mensup olmamaları”, “her tepeden birden saldırmaları”, “seri bir biçimde hareket etmeleri”, “görenlerin korku ve pişmanlıkla vahlanması”, “kıldan yapılmış kıyafetler ve ayakkabılar giymeleri”, “düz suratlı ve orta boylu olmaları”, “her cins hayvanı yemeleri” ve “bir gölü kurutacak kadar kalabalık olmaları” gibi…

Orta Doğu’da -o dönem Memlukların elinde bulunan- Hicaz ve Mısır hariç, bir de İstanbul’a atla iki haftalık bir mesafe kalana dek, hemen her yeri yakıp yıkan ve iktidarları deviren bu vahşi saldırı neticesinde Müslüman halklar perişan olmuş, âlimler katledilmiş yahut bir kısmı kaçmış, sayısız değerli kitap yakılmış, kütüphaneler yıkılmıştır. Bu korku ortamında halkın içersinde ilme rağbet azalmış, bid’at ve hurafeler çoğalmıştır.

Moğol ve Tatarların oluşturdukları bu durumun etkisi uzun süre devam etti. Ancak zaman içersinde onlardan bir kısmının İslam’a girmesi ve sonrasında çeşitli iç karışıklıklar sebebiyle askerî güçlerini yitirmeye başlamaları, Orta Doğu’ya bir kez daha eski ev sahiplerinin yerleşmesine imkân oluşturdu. Moğol saldırılarından kaçan Türk beyliklerinden biri olan ve istiladan zarar görmeyecek şekilde Batı Anadolu’ya yerleşen Osmanlı beyliği, kurulduğu günden (1299) itibaren çevre halklar tarafından bir cazibe merkezi olmuş ve Moğolların düşüşte olduğu bir dönemde onlar hızla büyümüştü…

Osmanlı ve Batılılaşma Süreci:

Bundan sonraki dönemde Osmanlılar gerek Anadolu’daki diğer Türk beylikleri, gerek Mısır ve Hicaz’da iktidarlık kuran Memlukları ve gerekse Arap Yarımadasının değişik beldelerine dağılmış olan bedevî kavimleri bastıracak kadar kuvvetlenmiş, İslam bayraktarlığını tek başına eline almış ve Orta Doğu’nun yeni ve son hâkimi olmuştur. Lakin devletin yönetim kademesinde bulunan bazı kimseler, İslamî şeriatın uygulanması ve yaşanması hususunda gayretkâr olmayınca, Batı’nın dine karşı başlattığı reform ve yenilikçi hareketlerden ciddî manada etkilenen ve onlardaki her değişikliği kendi ülkelerine taşıyan kimseler haline gelmişlerdir. Bilhassa Osmanlı padişahlarından III. Selim (1789), oğlu II. Mahmut, oğlu Abdülmecit, oğlu Abdülaziz, oğlu mason V. Murat’ın ahvali böyledir. Yine, askerî kanatta da Batılılaşma sürecine hız katan pek çok isim oldu: Genç subayları eğitim alması için Fransa ve İngiltere’ye gönderen Mustafa Reşid Paşa, gayr-i Müslim tebaaya ilk siyasî hakları tanıyan Islahat Fermanı’nın (1856) hazırlayıcısı Ali ve Fuat Paşalar, Batı tarzı ilk anayasa olan Kanun-i Esasi’yi (1876) yürürlülüğe geçirten Mithat Paşa, İslam Halifeliği’ni kaldırarak (1924) Batı tarzı bir yönetim modelini benimseyen M. Kemal Paşa ve daha başkalarını saymak mümkün…

Bu isimler, görünürde Batı’daki askerî, fen ve teknolojik gelişmelere paralel olarak orduda bir takım yeniliklere gitmek istemişse de, işin ardında, Batı’nın fikrî ve ideolojik hemen tüm esaslarını Doğu milletlerine taşımışlardır. Böylece “Batılılaşma” olgusu halkın içersinde bir özenti olarak başlamış ve ilerleyen senelerde dinî ve kültürel farklılığı hiçe sayacak derecede bir saplantı haline gelmiştir. Yeni dönemde batılı gibi giyinme, batılı gibi konuşma ve batılı gibi ilişkiler oluşturmaktan başka hiçbir şey kabul görmemeye başlamış, nihayet her yönüyle bir batılı gibi olmak sorunu ortaya çıkmıştır.

En az Moğol İstilası kadar zararı görülen bu yaklaşım biçimi, başlarda çok tepki görmüş, çeşitli halk ayaklanmaları ve isyanlarla karşılaşmış ise de netice itibariyle, değişimden yana olan iktidar sahipleri ve münevver kesim, milleti arzuladıkları biçimde manipüle etmişlerdir. Bugün dahi “Batılıların ileride olduğu, Doğuluların ise sürekli geride kaldığı” tezinin zihinlerimizde yer etmiş olması bundandır.

Dünya Savaşları ve Fikrî Uyanış Dönemi:

Osmanlı Devletinin gücünü yitirerek dağılmaya başladığı ve Batı milletlerince Doğu ülkeleri üzerindeki sömürgeci egemenliğin artış gösterdiği 20. yy.’ın başında, Batı medeniyeti, sonunda kendi ihtirasının kurbanı oldu ve dünya tarihinde görülmemiş çapta iki büyük savaş geçirdi. (1914-1918 ile 1940-1944 arası) Bu dönemde Batı insanı, denilebilir ki, toptan akıl almaz bir manevî krize girmişti. Artık kendi insanını ruhen kaybetmeye başlayan, müthiş derece psikolojik buhran ve iç çelişkiler içersinde kalan işgalciler, ekonomik darlığın da yol açtığı sıkıntılar neticesinde, Doğu coğrafyasından çekilmek zorunda kalmıştı. Ancak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi köklü emperyalist düşüncelere sahip ülkeler, topraklarından geri çekilecekleri Orta Doğu’daki ülkelerde, hegomanyalarını sürdürebilecekleri, kendi anlayışlarına uygun yeni ve türedi “krallar” bırakarak çıktılar. Biz bu kralları (yöneticiler), uzun yıllar Müslüman halklara yaptıkları zulüm ve baskılar ile tanıdık maalesef...

Her şeye rağmen, İslam topraklarında yaşanan bu karamsar tablonun içinde halen bir ışık vardı: Orta Doğu’nun yetiştirdiği önderler... Onlar, hukukun (şeriat) hiçe sayıldığı, Yaratıcının unutulmaya başlandığı ve ümidin yerine hüznün aldığı bu devirde üzerlerine düşeni en iyi şekilde yerine getirdiler: Türkiye’de Said Nursî, Mısır’da Hasan el-Benna ve Seyyid Kutup, Hint Yarımadasında Ebu’l Ala el-Mevdudî ve Muhammed İkbal, Afgan topraklarında Abdullah Azzam, Suriye’de Said Havva, Lübnan’da Takıyuddin en-Nebhanî ve Fethi Yeken ve daha birçok davetçi-âlim şahsiyetler böyledir… Onların söylemlerindeki ortak nokta; İslam’ın inkişafını yeniden başlatmak ve bu uğurda mallarıyla canlarıyla gayret gösterenlerden olmaktı. Bu yolu takip eden, eserlerini okuyup araştıran ve konuşmalarından etkilenenler, yakın dönemde Orta Doğu’daki birçok gelişime de öncülük etmişlerdir. Yeni nesillerin dillerinden düşürmedikleri “İslamî devrim-mücadele ve özgürlük” kavramları ve bu kavramların günümüze kadar olan etkileri, bu öncü şahsiyetlerin kurmuş oldukları teşkilatların ve büyük bir gayretle yapmış oldukları çalışmalarının ürünüdür…

Ne var ki bu önderlerin öğretilerine zaman içersinde sadık kalınmadığı ve “demokrasi”, “insan hakları” gibi modern çağın söylemlerine kapılarak aslından kısmen uzaklaştırıldığı da -tahlil ve tenkit edilmesi gerekilen- bir başka konudur.  Burada, artık sözü daha fazla uzatmaya gerek yoktur...

Bitirirken ..

Orta Doğu; ilk uygarlıkların beşiği, peygamberlerin tebliğ ve mücadele sahası, Müslümanların en kadîm yuvası… Bilinen en eski yazılı kayıtların bulunduğu ve insanlık tarihinin en kanlı hesaplaşmalarının yaşandığı arena… Onun hakkında söylenen hiçbir söz yeterli olmayacaktır aslında. Artık bizlere düşen vazife, Orta Doğu’nun insanlık medeniyetinin başlangıcı ve peygamberler beldesi olduğunu yeniden hatırlamak, bu coğrafyaya bütünüyle sahip çıkmak ve Müslüman halkların gerçekte tek bir millet olduğuna yürekten inanmaktır. Allah Teâlâ, O’nun uğrunda çaba sarf edenlerin yardımcısı olsun…

Referanslar:

· Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta: Orta Doğu, Yeni Şafak, 2003.

· Roger Garaudy, İnsanlığın Medeniyet Destanı, Pınar Yay. 1995.

· Hasan Oktay, Türkler ve Moğollar, Selenge Yay. 2007.

· İbn Esîr, İslam Tarihi, Hikmet Neşr. 2008.

· Mesudî, Muruc ez-Zeheb, Serenge Yay. 2005.

· Celalettin Vatandaş, Vahiyden Kültüre, Pınar Yay.

· İpekyolu Kalkınma Ajansı, Orta Doğu Durum Raporu, Ocak, 2011.

· http://tr.wikipedia.org

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ