TEVEKKÜL - rahle.org

TEVEKKÜL - rahle.org

TEVEKKÜL


Facebookta Paylaş
Tweetle

Derleyen: Yakup SELEN

 

Üç derecesi vardır. Bunlar; şikâyeti terk etmek, razı olmak ve muhabbettir. Şikâyeti terk: sabırdır. Rıza göstermek: Allah’ın takdirini hoş karşılamaktır. Muhabbet ise: başına gelenlere sevgiyle bakmaktır

Tevekkül, Allah Teâlâ’ya güvenmektir. Sanatına, mülküne, kuvvetine, anana babana, evladına, eşine dostuna güvenmek beyhudedir. Zira bunlar sebeptir ve fanidir. Allah’a güvenmiş olan zat, o'nun halk ettiği bilinen-bilinmeyen her şeye de güvenir, kadir-i mutlak'a, Muktedir-i Muazzam’a, Zat-ı Zülcelal’e, Malik-ül mülk'e, Vedûd'e, Hâkim’e, Âlim’e, Musavvir'e güvenen, denize de güvenir, balığa da güvenir. Havaya, ateşe, toprağa güvenir, güle ve bülbüle güvenir. İnsanda Allah’ı görüyorsa, ledün'den yana bahtı açıksa, insana da güvenir. 

Bu konuda Seriyyü's-Sakatî (ö.257/870)¸ "Tevekkül¸ günah­tan dönmek ve tâata yönelmek¸ zararı defetmek ve fayda sağlamak; kulun değil¸ sadece Allah'ın kuvvetiyle olduğunu bilerek kuvvet ve güçten sıyrılıp çıkmaktır." der. Böylesi bir tevekkülle kişi¸ kader ve kazaya teslim olur¸ ne kısmetin elinden kaçmasına¸ ne de ona isabet etmesine aldırır. Dolayısıyla tevekkül¸ Allah'a hüsn-i zan¸ rıza ve yakînin neticesidir. Mü'min kulun tevekkülü¸ tecelli eden kaderin hükmüne teslim olmak ve Allah'ın huzurundaki kayıtsız şartsız teslimiyet hâlidir.

Ebû Abdullah-ı Kureşî tevekkülün bu aşamasını¸ "Tevekkül¸ Allah'tan başka bir şeye sığınmamak ve başvurmamaktır." diye tanımlar. Böylesi bir kul için yegâne gerçek¸ Allah'ın kendisine kâfi geleceğidir.  "Malayaniyi terk etmek¸ kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir. “hadisine göre kul başına ne gelirse gelsin¸ Allah'a tevekkül eder¸ O'na teslim olur. O'ndan başka her şeyi terk eder. Her durumda O'na dayanır¸ yaptığı her işte O'na tevekkül eder. Yalnız O'ndan korkar. Kul Rabbinden başkasını görmez. Onun için dünyada O'ndan başkası yoktur. Mülk yalnız O'nundur.

Cüneyd-i Bağdâdî’nin, “Tevekkül kalbin Allah Teâlâ’ya itimat etmesidir” şeklindeki ifadesi tevekkülün genel bir tarifidir. Müminlerin tevekkülü Allah için Allah ile ve Allah’a tevekküldür. İbnü’l-Cellâ; “Tevekkül her hâlükârda sadece Allah’ın civarında olmaktır” demiştir.

Allah’ın bütün canlılara rızıklarını vereceği vaadine dayanan (el-Mâide 5/114) bazı sûfîler tevekkülü rızık kaygısı taşımama biçiminde anlamıştır. Şakīk-ı Belhî tevvekkülü, “Elinde avucunda olandan çok Allah’ın vaadine güvenmendir” şeklinde tarif ederken rızkı kastetmektedir. Ebû Ali ed-Dekkāk da, “Tevekkül günlük rızıkla yetinmek ve yarının kaygısını taşımamaktır” der.

Bununla beraber insanın faydalandığı veya zarar gördüğü her şey, bütün hal ve davranışları geniş anlamda tevekkülün konusunu oluşturur. Fidanı diken bahçıvan, tohumu eken çiftçi Allah’a tevekkül ettiği gibi yolculuk yapanlar da Allah’a tevekkül eder. Bazı sûfîlere göre tevekkül ilim ve marifettir; kulun Allah’ın kendisine kâfi olduğunu bilmesidir (en-Nisâ 4/6, 45, 70, 79, 81, 132, 166, 171; ez-Zümer 39/36). Bazı sûfîler ise, “Tevekkül kazaya rızadır, kaderin tecellilerini gönül hoşluğuyla kabullenmektir” demiştir. Yahyâ b. Muâz er-Râzî’ye göre tevekkül insanın kendisi için Allah’ın vekil olduğuna rıza göstermesidir.

Tevekkülü iman kapsamında gören ve tevhid bahsinde inceleyen Gazzâlî’ye göre diğer tasavvufî kavramlarda olduğu gibi ilim, hal ve amel tevekkülün özünü oluşturur. Ona göre tevekkülde temel unsur ilimdir. İlim temel, amel netice, hal ise tevekkülün kendisidir. İlimden maksat kalbin tasdikinden ibaret olan imandır; bu ilim kuvvetli ve kesin olursa “yakin” adını alır. Bundan dolayı tevhid anlamına gelen tevekkülün temeli yakīndir. Tevekkül kalbin tam olarak vekile itimat etmesidir (a.g.e., IV, 240, 253). Sûfîler, tevekkülü iman ve tevhidin yanı sıra muhabbet ve takvâ ile alâkalı bir konu olarak da görürler. “Mümin iseniz Allah’a tevekkül ediniz” (el-Mâide 5/23); “Allah’ın huzurunda takvâ sahibi olun ve müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler” (el-Mâide 5/11) meâlindeki âyetlerde bu hususlara işaret edildiğine dikkat çekerler. Tevfik (başarı) ve sabır gibi kavramlar da tevekkülle bağlantılıdır (Hûd 11/88; en-Nahl 16/42; el-Ankebût 29/59; eş-Şûrâ 42/10). Tevekkül ahlâk ilkesinin ve faziletin temeli, başarılı olmanın şartıdır. Mümin hayırlı veya mubah bir işe Allah’a tevekkül ederek azimli ve kararlı bir şekilde girişir. Teşebbüsüne zafiyet veren vehim, vesvese, şüphe ve tereddütten onu tevekkül kurtarır. “Allah’a tevekkül ettim” diyen bir mümin giriştiği işi kararlı biçimde sürdürür. Şakīk-ı Belhî tevekkülün dört türünden (mala, nefse, halka ve Hakk’a güvenmek) bahseder. Mümin malından, nefsinden ve halktan ziyade Hakk’a tevekkül etmekle yükümlüdür. Bu anlamda tevekkül bütün müminlerin gönülden benimsemeleri gereken genel ve temel bir kuraldır. Bu mertebede sebep ve vasıtalar dikkate alınır. Allah’a güvenmek şartıyla sebep ve vasıtalara sarılmak tevekkülün bir parçasıdır.

Tevekkülle çalışıp kazanma arasındaki ilişki öteden beri tartışılagelmiştir. Sûfîler Allah’a tevekkülle sebeplere sarılma, tedbir alma arasında zıt bir durumun olmadığını, aksine tevekkülün çalışma ve iş hayatını daha verimli ve bereketli hale getirdiğini söyler. Tevekkül kalbî, çalışma bedenî bir eylemdir. Kul her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğu kanaatini taşıdığı sürece kalpteki tevekkül hali beden ve organlarla faaliyette bulunmaya aykırı düşmez. Tevekkül Hz. Peygamber’in hali, çalışıp kazanmak ise sünnetidir. Onun hali üzere olan sünnetini terk etmez. Çalışmayı kötüleyen sünneti kötülemiş, tevekkülü kötüleyen de imanı kötülemiş olur. Gazzâlî, tekke ve zaviyelerde oturup çalışmayı terk eden ve vakıf malıyla geçinenlerin bu halini tevekküle aykırı bulur (İĥyâ, IV, 262). Sûfîler tevekkülü anlatırken sebepleri kesip atmaktan ve tedbiri terk etmekten söz ederken ameli, ibadeti, çalışıp kazanmayı bırakmaktan asla bahsetmemiş, bunların gerekliliğini vurgulamışlardır. İnsan bir işe girişirken ya Allah’a veya nefsine (malına, gücüne, nüfuzuna, sanatına, ilmine) güvenir. Nefsine güvenen kişi bir işi başardığında bunu kendisinden ve aldığı tedbirden bilir. Sûfîlerin kaçındıkları bu tür bir güven duygusudur.

İnsanın iradesini kullanmadan her şeyi Allah’tan beklemesini tevekkül diye yorumlayan anlayışı tam bir çılgınlık diye niteleyen Gazzâlî insanların tevekkül karşısındaki davranışlarını üç durumda inceler (a.g.e., IV, 259). Belli bir sebebin belli bir netice vermesi açık ve kesin olur. Bu sünnetullahtır, ilâhî bir düzendir. Bu durumda mümin ilim ve hal olarak Allah’a tevekkül eder, aldığı gıdayı Allah’tan bilir, kalbi de Allah’a itimat halinde olur. İkinci durumda büyük bir ihtimalle o sebep o neticeyi meydana getirir. Üçüncü durumda ise o sebebin o neticeyi meydana getirmesi zayıf bir ihtimaldir. Bu durumda tedbir almak ve sebebe sarılmak sünnetullahın gereğidir. Bundan dolayı yolcuların yanlarına azık almaları gelenek olmuştur. Yolcunun yolda yiyecek bulması da yanına aldığı azığı kaybetmesi de muhtemeldir ve alınan tedbirin istenen sonucu vermesi kesin değildir. Yola çıkan kimsenin yanına aldığı azığa değil Allah’a, sebebe değil sebepleri yaratana güvenmesi gerekir. Üçüncü durumda zayıf sebepler ve çok düşük ihtimaller üzerinde gereğinden fazla durulması hırs ve tamahla açıklanır, bunun tevekkülle ilgisi yoktur. Tevekkülün bir faydası da insanı ihtirastan korumasıdır.

Kur’an-ı Kerîm’de tevekkül kavramı kırk ayette değişik fiil kalıplarında, dört ayette mütevekkil şeklinde yer almakta, vekil kelimesi çoğu Allah’ın sıfatı şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir. Bazı ayetlerde peygamberlerin inkârcılara kefil olmadığı, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacağı, dört ayette de inkârcıların ahirette kendilerini savunacak bir vekillerinin bulunmayacağı belirtilmiştir. Bir ayette Allah tarafından inkârcı Kureyş kabilesinin yerine inkâra sapmayan başka bir topluluğun getirilmesi, diğer bir âyette ölüm meleğine can alma görevinin verilmesi “tevkîl” kavramıyla ifade edilmiştir. (M. F. Abdülbâkī, el-Mucem, “vkl” md.). Bu ayetlerde insanların neticede Allah’a sığınacağı bildirilmekte, hükmün yalnız O’na varacağı (Yusuf 12/67), Allah’ın bir topluluğu helâk etmek istemesi durumunda onlara hiç kimsenin yardım edemeyeceği (Âl-i İmrân 3/160), inanarak Allah’a sığınanlar üzerinde şeytanın etkisinin bulunmadığı (en-Nahl 16/99), Allah’a sığınanlar için başka bir sığınağa ihtiyaç kalmayacağı (et-Talâk 65/3), çünkü Allah’tan başka bir tanrı olmadığı (et-Tevbe 9/129; et-Tegābün 64/13) ifade edilmektedir. Bu arada bazı peygamberlerin inançlarındaki kararlılıkları ve tevekkülleri örnek gösterilmektedir (meselâ bk. Yûnus 10/71; Hûd 11/56, 88; Yûsuf 12/67). Bir ayette (Âl-i İmrân 3/159) Resûl-i Ekrem’e kamu işlerinde çevresindekilerle istişare etmesi öğütlenmiş ve ardından, “Kararın kesinleşince artık Allah’a tevekkül et, Allah kendisine tevekkül edenleri sever” buyurulmuştur. Talâk suresinin başlarında Allah’a tevekkül eden kimseye O’nun kâfi geleceği ve Allah’ın mutlaka emrini yerine getireceği bildirilmiş, bu açıklamalar tevekkül düşüncesinin meydana gelmesinde belirleyici olmuştur. Taberî’nin kaydettiğine göre Abdullah b. Mes‘ûd tevekkülle ilgili bu âyet için, “İşi Allah’a havale etme hususunda Kur’an’ın en önemli ayeti” demiştir (Câmiu’l-beyân, XII, 132).

Tevekkül ve aynı kökten türeyen çeşitli kelimeler hadislerde de geçmektedir. Tirmizî (“Zühd”, 33) ve İbn Mâce’nin (“Zühd”, 14) es-Sünen’lerinde tevekkül konusuna iki bab ayrılmıştır. Hz. Peygamber’in, “Devemi bağladıktan sonra mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye soran bir sahabeye, “Önce bağla, sonra tevekkül et” yolundaki cevabı (Tirmizî, “Ķıyâme”, 60) ilgili kaynaklarda tevekkülden önce tedbir almanın gerekliliğine delil sayılmıştır. Hadislerde bildirildiğine göre Allah, aç karına sabahlayıp akşama tok ulaşan kuşları doyurduğu gibi kendisine tam bir teslimiyetle tevekkül edenlere de rızıklarını verecektir (Müsned, I, 30, 52; İbn Mâce, “Zühd”, 14; Tirmizî, “Zühd”, 14). Bir iş için evinden çıkan kimse, “Bismillah, Allah’a inandım, O’na dayandım, O’na tevekkül ettim; güç kuvvet yalnız O’nundur” derse Allah onu en hayırlı şekilde rızıklandıracak ve kötülüklerden koruyacaktır (Müsned, I, 66; benzer ifadeler için bk. Ebû Dâvûd, “Edeb”, 103; İbn Mâce, “Duâ”, 18). Resûlullah’ın teheccüd namazı sırasında yaptığı uzunca bir duada şu ifadeler yer alır: “Allahım! Sana teslim oldum, sana inandım, sana tevekkül ettim, sana yöneldim” (Buhârî, “Teheccüd”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 199; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 119). Diğer bir hadiste Allah’a tevekkül edip üfürükçülük, uğur-uğursuzluk, dağlama şeklindeki Cahiliye kalıntısı uygulamalardan uzak duranların sorgusuz cennete gireceği müjdesi verilmiştir (Buhârî, “Ŧıb”, 17, 42; Müslim, “Îmân”, 273).

Kişinin, kendini her durumda Allah’ın irade ve takdirine teslim ederek O’ndan gelene rıza göstermesi tevekkülün özünü meydana getirir. Hasan-ı Basrî, “Tevekkül rızadan ibarettir” der (Ebû Tâlib el-Mekkî, II, 8). Allah’ın takdirine rıza ve teslimiyeti tamamen pasif bir hayat anlayışı, her türlü tedbirin terkedilmesi şeklinde anlayan mutasavvıflar olmuşsa da çoğunluk amelî planda sebeplere başvurmayı tevekküle aykırı görmemiştir. Tevekkülün “gassal önünde meyyit” benzetmesiyle açıklanması tasavvuf literatüründe geniş kabul görmüş, Gazzâlî de bunu tevekkülün en yüksek derecesi diye nitelemiştir (İĥyâ, IV, 261). Ancak Gazzâlî, söz konusu ifadeyi tasavvuf literatüründeki yaygın anlayıştan farklı şekilde yorumlamış ve bunu hiçbir durumda Allah’ın kudret, irade, ilim gibi sıfatlarının etkisi dışına çıkılamayacağı yönünde bir şuur hali olarak açıklamıştır. Bu şuurla çalışmak ve tedbir almak tevekküle aykırı değildir. Tevekkülün iş görmeyi ve tedbir almayı terk etme biçiminde yorumlanması cahillerin kuruntusudur ve dinen haram sayılmıştır. Bu yanlış telakki sünnetullahı bilmemekten kaynaklanır (a.g.e., IV, 262, 265). Diğer bazı âlimler de naklî deliller yanında kulun iradesini tamamıyla ortadan kaldırma sonucunu doğuracağı, sorumsuzluğa ve karmaşaya yol açacağı, insanları din ve dünya işlerinde tembelliğe sevk edeceği gibi aklî delillere dayanarak gassal önünde meyyit benzetmesini çalışmayı ve tedbiri büsbütün elden bırakma diye yorumlamayı reddetmişlerdir. İbn Teymiyye böyle bir anlayışın iş ve çalışma düzenini bozacağını, doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramları yok edeceğini ve bilgiyi faydasız hale getireceğini söyler (et-Tuĥfetü’l-Irâķıyye, s. 191-192). Tevekkül, yerine getirilmesi emredilen sebeplere başvurmayı gereksiz kılmaz; bu durumda, Allah’ın emrettiği şeyleri yapmadan kendisi hakkında mutluluk veya mutsuzluk olarak takdir edilen şeye rıza gösterme şeklindeki bir anlayışa götürür. Yemeden içmeden Allah’ın kendisini doyuracağını söyleyen kimse ahmak, sebepleri terk eden kimse âcizdir (et-Tevekkül, s. 13-14, 16-17). İbnü’l-Cevzî, tevekkülün kulun kendi gücünü aşan hususlarda işin sonunu Allah’a havale etmesi olduğunu söyler. Nitekim Sehl et-Tüsterî tevekkülü eleştirenin imanı, çalışmayı eleştirenin sünneti eleştirmiş olacağını söyler (Telbîsü İblîs, s. 341-344). İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre İslâm âlimleri tevekkülün sebeplere başvurmaya aykırı olmadığı noktasında görüş birliği içindedir. İbn Kayyim, Sehl et-Tüsterî’nin, “Tevekkül Peygamber’in hali, kesb de sünnetidir; onun halini yaşamak isteyen sünnetini terk etmez” şeklindeki sözünü de (Kuşeyrî, I, 471) nakleder (Medâricü’s-sâlikîn, II, 121).

Tevekkül, bütün sebeplerin ve tedbirlerin üzerinde nihaî belirleyici irade ve gücün Allah’a ait olduğu yönündeki şuur ve inancın zorunlu bir sonucudur. Bu şuur ve inanç sayesinde kul, gerekli sebeplere ve tedbirlere başvurmasına rağmen sonucun umduğu şekilde çıkmaması halinde ilâhî takdirin öyle tecelli ettiğini bilerek kendisini veya sebepleri suçlamaktan kaçınır; iyimser ruh halini korumayı, moral çöküntüsünden kurtulmayı başarır. Kur’an-ı Kerîm’de, oğlu Yusuf’un kaybolmasından dolayı derin bir üzüntü hali yaşayan Hz. Yakub’un buna rağmen Allah’a tevekkülünü dile getirerek yüksek bir metanetle ümidini koruduğu anlatılır (Yusuf 12/18, 67, 83, 86-87). Tecrübeler de inançlı ve mütevekkil insanların başarısızlıklar karşısında daha metanetli ve ümitli davrandığını göstermekte, bu tespit psikoloji ve pedagojide büyük önem taşımaktadır.

Kirmani'ye göre: bulmak ve kaybetmek sırasında kalbin sükûnet içinde olmasıdır. İnsanın ilk kutbunun (balçık) vazifesini tamamlamasından sonra diğer kutbunun (ruh) ellerini göğsüne bağlayıp susmasıdır.

İnsanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah`a bırakması, O`nun yaratacağı neticeyi güven ve rıza ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması. Kısaca Allah`a güvenip, akıbetinden endişe etmemesi. "Tevekkül", "vekâlet" kökünden türemiş bir kelimedir. Aynı kökten olan "vekil" kişinin kendi işini gördürmek üzere yetki verdiği insandır. Avukat da vekildir. "Müvekkil" vekil edinen, "tevkil" ise vekil kılma, vekil edinme demektir.

Fahreddin Razi de: "Tevekkül bazı cahillerin sandığı gibi, insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşavere emri tevekküle zıt olurdu. Tevekkül insanın dış sebepleri gözetmesi; ama kalbini onlara bağlamayıp Allah`ın ismetine dayanması demektir" der. Resulullah`ın bir hadisleri bu anlamı daha da açar gibidir: "Eğer siz Allah`a hakkıyla tevekkül etseydiniz, O kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı. Baksanıza, sabahleyin aç çıkıyorlar da tok dönüyorlar. Ve de dağlar dualarınızla yok olurdu." (bk. Tirmizi, Zühd, 33;  İbn Mace, Zühd, 14;  İbn Hanbel,1/332)

Sehl ibn-i Abdullah KS Hazretleri: "Mütevekkilin üç alâmeti vardır: 1. İstemez, 2. Reddetmez, 3. Saklamaz." buyurmuşlardır.

 

Kadir Özköse, Süleyman Uludağ, Mustafa Çağrıcı’nın yazılarında derlenmiştir.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ