M. Murat BAYRAK
Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:
–Yâ Resûlallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim” buyurdular.2
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Malikü’l-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye sarf ediyor. Hâlbuki o levazımattan laakal onda biri dünyevi hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir.3
İmdi, alıntıladığımız Hadisi Şerif ve Bediüzzaman’ın sözü, bizi mühim bir sual ile karşı karşıya bırakıyor: bu dünyadaki hayatı, uzun bir yolu gitmek zorunda olan bir yolcunun kısa süreli bir molası olarak tanımlanmış Müslümanın bu dünyanın nimetleriyle ilişkisi nedir? Varsa bir çerçevesi, sınırı; nedir ve nasıl belirlemeli?
Ya da şöyle soralım: bu dünyada bize sunulan nimetlerin hakikati nedir? Bunca güzellik niçin sunulmuştur?
Şu soruyu da sorabilirdik: bizim dediğimiz şeyler, hakikatte bizim midir? Bunların asıl sahibi kimdir ve bunca güzel şeyi bize neden vermektedir?
Zaten bir yolcu değil miyiz?
Acelemiz var; yetişmemiz gereken bir kervan var. Madem eldekiler de hayırdır; o halde yolculuğa odaklanmalı.
Kervan konakladığında bir handa, yolcular hanın kapısıyla, penceresiyle, halısıyla kilimiyle ilgilenmezler; acil ihtiyaçlarını görür, biraz istirahat eder. Yol azığını tedarik eder. Sonra da yola revan olurlar.
Sanki yolcu değilmişiz de hanın hancısıymışız gibi bakmamalı dünya denilen bu hana. Bir gözü kapıda bir gözü devesinde olan ve yolu gözleyen kervancı gibi bakmalı.
Yağmura güneşe bakmadan yola bakmalı.
Evvela içinde kendimizi içinde bulduğumuz varlık âleminin bize tapulu olmadığını anlamak ve kabul etmek için âlim olmaya gerek yok: bizden önce başka birilerine verilmiş; onlardan bize kalmış; bizden de başkalarına intikal edecek. Her gelen göçmüş ve biz de göçüp gideceğiz.
Bu, bizim bu âleme ait olmadığımızın ilanından başka bir şey değil: bir yerlerden gelip bir yerlere doğru gidiyoruz. Ne gelirken sordular bize; ne de götürürken soracaklar.
Sadece bu kadar değil, elbette. Bu alemde bizim payımıza düşenler de bizim dahlimiz olmadan taksim edilmiş: Bedenimiz, akrabalarımız, doğum yerimiz, kabiliyetlerimiz, hislerimiz, mal-mülk vs…
Bize verilenlerin hepsi, inceden inceye hesap edilerek verilmiş; her bir zerresinin verilmişliği muazzam bir hesap ile gerçekleşiyor.
İmdi, etrafımızdaki her şey bizim bırakın dahlimiz, haberimiz bile olmadan yerleştirilmiş ve dahi bizim dediğimiz her şey de bize emanet edilmiş ise…
Ne verene isyanımız, ne de verilene itiraz etmemiz; kendimizi kandırmaktan ve asi olmaktan öte gitmiyorsa…
Yapılacak ilk şey, hayata “olanda hayır vardır” diyerek başlamaktır.
Bana verilen benim için ve dahi insanlık için ve dahi kâinat için en hayırlı olandır... Madem en hayırlı olandır; başımız gözümüz üzeredir…
Sadece bana verilen değil; etrafımdakilere, benden daha zengin olanlara veya daha fakir olanlara, el-hâsıl bütün insanlara verilenler, varlık âlemi için en hayırlı olandır. Bu dahi kabulümüzdür…
Bize verilmesi takdir olunmuş olanı elde etmek için çalışmak, ibadettir. Bu da inancımızdandır.. .
Batılın -belki de cahiliyeye ile demek daha doğru olur- insana bulaştırdığı ve yaydığı iki kötü hastalık var: haset ve hırs. Haset, başkasının elindekilerin onlara verilmesini kabul etmeyen ve onların yok olmasını isteyen kötü hal. Hırs ise kendi elindekileri hep az gören; sürekli daha fazlasını isteyen kötü haslet.
Modern batı medeniyeti, bu iki hasta anlayış üzerine kurulmuştur dahi denilebilir. Haset ettikçe hırslanmak, hırslandıkça haset etmek; bir kısırdöngü halinde her bir modern insanın düşünce ve his dünyasının her safhasını işgal etmiştir.
Kalbi bir ur gibi saran, salih amelleri kemire kemire tüketen iki manevi bir hastalıktır; haset ve hırs. Bu iki marazın en doğru tedavisi de bellidir: kanaat.
Eldekilere “hayırlı” diye bakmak, en evvela bu iki hastalığın kapısını kapatır.
“Rabbim madem her kuluna bir hesab ile verir; başkalarına verdiklerinin de elbette bir hikmeti var; bana vermedikleri de elbette bir hikmet iledir” anlayışı, kalbi sıhhate kavuşturur.
Kanaat, “bana verilen, benim için en hayırlı olandır” inancı ile başlar.
Eldekilere “hayırlı” diye bakmak, aynı zamanda tembellik marazının da en sıhhatli tedavisidir. Madem “hayırlıdır”; bu hayrı korumak ve çoğaltmak için çalışmak, ibadettir. Ancak çalışanlar hak ederler, kendilerine verilmiş “hayırlı” nimetleri.
Bu ibadet ehli, yani çalışkanlar; bilirler ki çalışmaları göklere doğru uzanan bir fiili duadır. Çalıştıkça kendilerine verileni hak ederler; vereni razı ederler. İhlas ile çalışırlarsa vereni hoşnut da ederler.
Kanaat, “bana verilen hayırlı şeylerin hakkı, çalışmaktır” diyerek olgunlaşır.
Kendisine verilmiş hayırlı şeyleri en güzel şekilde değerlendirmek gerekir. Öyle ya; hayırlı şeyler şer yere sarf edilmez ki.
Hayırlı şeylerin sarf edileceği en güzel yer; onları verenin istediği yerlerdir. İhtiyaç sahiplerine infak etmek, eşe dosta ikram etmekle elden çıkan kıymetlenir; elde kalan bereketlenir. Verdikçe hayırlar çoğalır, paylaştıkça hayır yaygınlaşır.
Korkarak ve üzülerek değil; severek ve sevinerek paylaşır elindekileri. Bilir ki her verdiği aslında kendisinin olmaktadır; her elinde tuttuğu başkalarının.
Kanaat, “en iyi mülk, infak etmek nasib olandır” noktasında kemale erer.
Cenabı Peygamber Efendimizin sav sözü ile bitirelim:
“Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allâh’ın kendisine verdiklerine kanaat eden kurtulmuştur.”4
1 Sözlükte “payına razı olma” mânasında masdar olan kanâat terim olarak “kişinin azla yetinip elindekine razı olması, kendisinin ve sorumluluğu altında bulunanların ihtiyaçlarını asgari ölçüde karşılayabileceği maddî imkânlarla iktifa edip başkalarının elindeki şeylere göz dikmemesi, aşırı kazanma hırsından kurtulması” şeklinde açıklanmakta; hırs, tamah, şereh (hazlara düşkünlük) ve tûl-i emel gibi kavramlarla ifade edilen mal ve dünya tutkusunun kalpten silinmesiyle kazanılan ahlâkî bir erdem olarak değerlendirilmektedir (bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, Kanaat maddesi)
2 Tirmizî, Zühd 44
3 http://www.risaleinurenstitusu.org/kulliyat/mesnevi-i-nuriye/onuncu-risale/189
4 Tirmizî, Zühd, 35