Mehmet Akifoğlu
Günümüzdeki üretime dayalı ekonomik sistemin temelleri 18-19.yüzyıllarda Avrupa’da atılmıştı. Küçük imalatçı (burjuva) sınıfına mensup tüccarların zamanla büyük atölyelere ve sonrasında fabrikalara dönüşerek büyümeleri, hızlı bir eleman ihtiyacı oluşmasına yol açtı. Bu atölye ve fabrikalarda çalışmaya başlayan kitleler, işçi sınıfı olarak anılmaya başlandı. İlk dönemlerde insanlık dışı şartlarda çalışan bu kitleler, haftanın her günü 15-16 saat çalışıyor ve ancak karınlarını doyuracak parayı alabiliyorlardı. Yaşları yedi sekizden başlayan milyonlarca çocuk da bu devasa endüstriyel çarkın bir parçası haline gelmişti. Bu işçiler, oldukça sağlıksız şartlarda çalışıyorlar ve hiçbir sosyal güvenceleri de yoktu. Yüz binlercesi bu sağlıksız ortamlarda hastalandı hatta hayatlarını kaybetti. Kapitalizmin temellerinin atıldığı bu dönemde, malların piyasaya büyük miktarlarda sürülmesi ve bir yandan da tüketim kültürünün oluşturulmasıyla işçi sınıfı daha da kitlesel bir hal aldı. Avrupa bir dönüşüm geçirerek köylerden şehirlere akıyor ve tüm olumsuz şartlara rağmen insanlar işçi olarak bu çarka dahil oluyordu. Bu yeni süreç Avrupa’da yeni sosyal sınıfların oluşmasına sebebiyet veriyordu. Kapitalist mal sahiplerine karşı işçi sınıfı kendi haklarını savunmak için örgütlenip mücadele etmeye ve belli bir düzeyde sosyal haklara da sahip olmayı başarıyordu. Bu sosyal ve ekonomik yapıyı kökten reddedip, Sosyalizm temelli bir sistem kurmayı düşünen, yeni siyasal hareketlere de yol açıyordu bu süreç. Etkiye tepki olarak oluşan bu hareketler, bazı ülkelerde yönetimi ele geçirmeyi başardılar ve fakat sonuçta daha da büyük baskı ve sömürü düzenlerini devlet eliyle inşa edip kitlesel zulümlere imza atmaktan öteye bir şey yapamadılar.
20.yüzyılla birlikte kapitalist ekonomi sistemi, hemen hemen tüm dünyayı tesiri altına alarak tüketim temelli kompleks bir üretim ve hizmetler ağına dönüştü. Avrupa ve Amerika gibi Batı ülkelerinde bu sektörlerde çalışan işçi ya da çalışanlar belli şekillerde ve oranlarda ekonomik refahtan pay almayı başardılar. Devletler sosyal devlet anlayışı çerçevesinde bu kitlelerin temel ihtiyaçlarını güvence altına almaya başladılar. Sonuçta kapitalist sistem, Batı devletlerinde, kendi çalışan sınıfıyla, uzun tarihsel mücadeleler sonucunda belli bir vasatta anlaşmayı başardı. Fakat 21.yüzyılda bu sistemin bu haliyle çalışması zor ve maliyetli gözüküyordu. Kapitalizm, daha ucuz iş gücüne ulaşabileceği ülkelere ulaşmak için Doğu ve Güney ülkelerine yönelmiş durumda.
İşin özeti şudur ki, mevcut ekonomik düzen ve çalışma hayatı, Batının kurguladığı, zaman içerisinde kendi tarihsel tecrübesine göre ilkelerini belirlediği ve küresel hale getirdiği bir sistemdir. Özünde, mal yığmaya odaklı bu ekonomik sistem, bu uğurda her türlü değeri heder etmekten de geri durmayan bir anlayışa sahiptir. Bahsi geçen tarihsel tecrübe bize göstermektedir ki, bu sistem, mücadele etmeden çalışan kitlelere en ufak temel insani hakkı bile çok görmüştür.
Kur’an, bize aktardığı Sâmiri ve Kârun gibi karakterler ile insanın, her çağda mal yığmaya ve para üzerinden güç devşirmeye olan eğilimini ifade etmiştir. Modern zamanın kadim zamanlara göre farkı ise, tüm bu hırsı, çok sistematik bir şekilde ve global ölçekte kurgulayıp, yönetiyor olmasıdır.
-0-
Allah, Mâlik’ül Mülk olan, mülkün ezeli ve ebedi sahibidir. Rabbimiz, mülkü üzerinde istediği şekilde tasarruf eder. Bununla birlikte, eşyaya koyduğu kanunlar çerçevesinde dünya mülkünden, insanların istifadesini sağlamıştır. İslam, mülkiyet sahibi olmaya imkân tanımış fakat insanın mal hırsıyla sınırsız bir birikime sahip olmasına engel olmaya yönelik tedbirleri/tavsiyeleri ortaya koymuştur. İslam, geçici dünya hayatını sonsuz ahiret aleminin tarlası olarak görmüş ve bu bilinci mümininin inanç merkezine yerleştirmiştir. Bu ferdi ahlaki temel, Müslümanların ekonomik faaliyetlerindeki en önemli dengeleyici unsurdur.
Müslümanlar üretmek, medeniyet kurmak ve hayatı inşa etmekle mükelleftir. Peygamberlerin hemen hepsinin belli zanaata sahip, elinin emeğiyle geçinen insanlar olduklarını Kur’an bize haber vermektedir. Yine Peygamber Efendimizin iyi bir tüccar olduğunu ve geçimini bu şekilde sağladığını biliyoruz. Çalışmak, üretmek fakat tüm bunları İlahi ahlak çerçevesinde gerçekleştirmek zorundayız. Aç gözlülük, mal yığmak, haram yoldan mal edinmek, kul hakkına riayet etmemek, çevreye ve tabiata zarar vermek gibi İslam’ın yasakladığı hallerden kaçınmak zorundayız. Bununla birlikte, kazandıklarımızdan sadaka ve zekât vermek, malımızı helal yoldan edinmek ve helal işler için harcamak, kişilere karşı mal ve mülk ile kibir göstermeyip alçak gönüllü olmak gibi ahlaki ilkelere dikkat etmek zorundayız. Müslüman kazandığı malı Karun gibi kendinden bilmeyip sonuçta Allah’ın mülkünden kendisine nasip ettiği geçici bir emanet olduğu bilincinde olmalıdır. Tüm bunlar işçi olsun iş veren olsun tüm Müslümanlar için geçerli olan ilkelerdir.
-0-
Mevcut iş ortamının Müslümanlar için sıkıntılı olduğunu müşahede ediyoruz. Sıkıntımız maalesef ki yukarıda bahsettiğimiz ahlaki ilkelerin mevcut kapitalist çalışma ortamında hayata geçirilmesinde yaşanmakta. İş verenler için de çalışanlar için de farklı boyutlarda kendini göstermekte olan birçok zaafımız var.
İş verenlerin, kapitalist bakış açısıyla çalışanlarını birer meta olarak görmesi, çalışanların hak ve hukukuna riayet etmemesi birçok problemin temel nedeni olarak görülmektedir. Efendimizin “çalışanın hakkını alın teri kurumadan veriniz” meşhur hadisinde ifade buyurulan duyarlılık ile, aslında iş verenin kendini çalışanın yerine koymasını istemekte ve o şekilde hareket etmesini tavsiye buyurmaktadır. İş verenlerin, çalışma ortamının sağlıklı ve insani ölçülerde olmasını sağlaması zorunludur. Çalışanların kendilerini geliştirip kişisel gelişimlerine katkı sağlayacak şartları oluşturmak hem iş verenin hem de çalışanların menfaatine olacaktır. Yine çalışanlar üzerinde baskı ve haddinden fazla otorite kurmak, çalışma ortamının huzurunu bozmakta ve işin gelişmesine katkı sağlayacak fikirlerin ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Çalışanların rızık ve işini kaybetme endişelerini fırsat bilerek çalışanları istismar etmek haklarını vermemek büyük bir kul hakkıdır.
Diğer yandan çalışanların iş verene ve çalıştıkları kuruma karşı riayet etmeleri gereken en önemli ölçü işlerini ihsan üzere yapmalarıdır. Yani işlerini en güzel bir şekilde yapmalarıdır. Unutulmamalıdır ki “Allah Muhsinleri (İhsan sahiplerini) sever” (3/148). Meşhur Cibril hadisinde Efendimiz, İhsanı, “işlerinizi Allah sizi görüyormuşçasına yapmanızdır. Siz O’nu görmeseniz de o sizi görmektedir” şeklinde açıklamıştır. Evet, işleri yaparken belki iş verenler her an çalışanları gözetleyememekteler fakat Allah her an her işi görüp gözetmektedir. Dolayısıyla ihsan, bizleri her işimizde Allah tarafından kontrol edildiğimiz ve amellerimizin/işlerimizin O’na sunulduğu bilinciyle hareket etmemizi sağlamalıdır ve Allah bu şekilde hareket edenleri sevmektedir.
Unutulmamalıdır ki işveren ile çalışan arasında akdedilen iş akdi, karşılıklı bir taahhüttür ve her iki tarafta bu akdi yapmakla birbirlerine karşı sorumluluk altına girmiştir. Müslüman yaptığı anlaşmanın, verdiği sözün eri olmalıdır. Her iki taraftan biri bu sözleşmenin ötesinde fedakarlıkta bulunursa bu da onun salih amel defterine yazılacaktır. İnsanlara iyilikte bulunmak, onların hayrını düşünmek imanın göstergelerinden biri olduğu unutulmamalıdır. Efendimizin “yoldaki zarar verebilecek bir taşı yolun kenarına kaldırmayı” bile İmanın bir derecesi olarak değerlendirmesi, bizler için hayatın tamamını kuşatan bir bilinç ve eylem bütünlüğünün gerekli olduğunu göstermektedir.
Burada ifade edilmesi gereken bir diğer konu, özellikle kamu kurumlarında çalışanların hassasiyetinin önemi meselesidir. Kamu kurumları, toplumun genelinden toplanan vergiler ile teşkil edilmiş ve toplumun geneli için iş/hizmet üreten kurumlar olması sebebiyle ekstra hassasiyet gerektiren alanlar olduğunu unutulmamalıdır. Bu kurumlarda oluşacak hak ihlalleri, bir iş veren ile sınırlı kalmayıp toplumun geneline taalluk edeceğinden vebali ve hesabı ağır olacaktır. Müslüman, hak etmediği bir kuruşu dahi almaktan içtinap etmelidir. Kamu kaynakları konusunda ziyadesiyle duyarlı olmak ve kendini vebal altında bırakmamak durumundadır.
Maalesef dünya üzerinde birçok alanda geri kalmış durumda olan Müslüman toplumların üzerlerindeki tembellik ve iş bilmezliği atıp, İslami ahlak değerleri temelinde bir medeniyet oluşturmak için çalışmaları gerekmektedir. Bu, kapitalist dünyaya alternatif insani bir düzenin oluşturulması ve yeni nesillerin bu değerler ile adalet temelli yeni bir dünya düzeni kurması için elzemdir. Unutmayalım ki her büyük değişim önce kendi nefislerimizden başlamaktadır.