SANAT - rahle.org

SANAT - rahle.org

SANAT


Facebookta Paylaş
Tweetle


Sanat, insanın ortaya koyduğu işle, duygu ve dü­şüncelerini, değer taşımak üzere, estetik şekilde sunmasıdır.

[Ensar Kara] Hayan değiştirme ve dini topluca yaşama bilincinde olan Müslümanların yaptıkları davetler sonucunda doğal bir medeni­yet gelişeceği bellidir. Her medeniyetin belli bazı görünür özellikleri vardır. Bunlardan biri de sanattır. Sanatı nasıl anlamak lazım? Cemaatlere düşen sorumluluklar var mı? Bu konular etrafında konuşalım bu defa. Öncelikle sanatı nasıl anlamalıyız?

Sanatın Yeri

[Abdullah Eğilmez] Sanatın ne olduğuna dair bir çok tanım yapıl­maktadır. Bunlardan birkaç başlığı öncelikle kısaca sıraladıktan son­ra, sanattan anladığımı ifade edeceğim.

•                      Sanatı, en genel anlamıyla, yaratıcılığın ve/veya hayal gücünün ifadesi olarak adlandırılıyor. Bu ifadedeki yaratıcılık tanımlamasın­dan da, bu tanımı sahiplenenlerin bir ucunun nereye gideceği ko­layca görülmektedir.

•                      Sanat kelimesinden genelliklede görsel sanatlar anlaşılmaktadır.

•                      Kimine göre: “başat biçim”

•                      Kimine göre: temel olarak “duyguların dışa vurumu”

•                      Kimine göre: “Bilinçli olarak insan elinden veya fikrinden çıkma­dır. Belli bir sosyal kutum (sanat dünyası) adına hareket eden kişi veya kişiler tarafından, bazı kısımları hakkında fikir birliğine varıl­mış olunmak, beğeni kazanmaya aday olmalıdır.”

Buna göre sanatın özelliklerini şöyle sıralar bazıları:

•                      Hem sanatçı hem izleyici için yaratıcı algılama gerektirmesi,

•                      içerdiği fikirlerin akla kolay gelir türden olmaması,

•                      Birçok farklı katmanda algılanabilene özelliği olması ve değişik yorumlara açık olması,

•                      Bir beceri izlenimi vermesi,

•                      Kendini bilinç ve bilinçaltı arasında veya gerçek ve yanılsama ara­sında bir oyun olarak göstermesi,

•                      içinde işlevsel amaç dışında bir fikir barındırması,

 

·         Sanat olarak tecrübe edilmesi, amaç edinilerek yaratılmış olması.

Bu tanımlamalarda “yaratıcı” kelimesini kullanıyor olmalarını bir boyutuyla özgünlük arayışı olarak görebiliriz ama diğer yandan da insanın tanrısallaşma çabalarının dışavurumu olarak da ortaya çıkabileceğine şahitlik edebiliriz. Bu iki yöndeki tercih sanatçının eser çıkarma dürtüsünü etkileyecektir. Aydınlanma sanatçıları tanrısallaşmış insan usunu öne çıkararak, verdikleri hümanist eserlerle seküler yaşam tarzının yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. Duygu ve düşüncelerin özgün dışa vurumu anlayan üstad Necip Fazıl gibiler de sanatlarını dinlerinin hizmetine verme cihetine gitmişlerdir.

Sanat tanımını “İnsanın ortaya koyduğu işle, duygu ve düşüncelerini, değer taşımak üzere, estetik şekilde sunmasıdır” şeklinde özetlersek; burada dört öğe karşımıza çıkmaktadır: İnsan, iş, değer, estetik, insan ve değer, sanatın kaynağı ve varlıksal konumuyla ilgilidir, bu konuda bilgiler de verildi. Sanat muhakkak ki insan varlığıyla ilgili ve insanın var oluşunun tezahürlerindendir. Bu nedenledir ki özellikle Batıda hümanist oluşumların sanat ile ilişkisi bir kimlik deklarasyonuyla birbirinden ayrılamaz durumdadır. Sn. Süha kardeşim sanırım daha detaylı değinecektir; aydınlanma ile birlikte özellikle toplumun inşası için yeni değerler sanat üzerinden taşınmıştır.

Diğer iki öğe ise tasnifleme açısından tekrar zikredilmeli: İş ve estetik ya da ameliye ve güzellik. Bu noktada “sanat sanat için mi yapılır?” tartışmalarıyla ironik bir izdüşüm de yok değil . Yine burada iki hareket yönüne atıfta bulunmak lazım; ya bir işi estetik yaparsınız, yada estetik için bir iş yaparsınız. Bunun arasındaki bölge aslında o kadar da geniş değil. Her iki yolun da nihayetinde ortaya çıkan ürün, sanat ürünü olacaktır. Bir Müslüman birey olarak sanata bakmaya çalıştığımızda; gözümüze ilk çarpan şey, estetik için yapılan işin ne ifade ettiği ile amelin güzel yapılmasının yaptığı çağrışımdır.

Estetik için bir iş yapılabilir mi? Yapılırlığı zaten ayan beyan görülmektedir. Resim sanatı ya da müzik sanatı gibi. Estetik için yapılan çalışmalarda, aslında ruhun var olandan lezzet alması öne çıkmaktadır. Bu da hayatı zevk için yaşayan insan tipine bir atıftır. Tabi İti böyle bir tanım bize itici gelmektedir. Bu tanımlama özellikle dinin “yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz”, “boş işlerden yüz çeviriniz” yönlendirmeleri karşısında Müslüman’ın konuya temkinle yaklaşmasını sağlamaktadır. Bu tanımlama ile bakıldığında uzak durmamız gereken bir sanat, peki niçin diğer insanları celp etmektedir?

Burada insanın mekanik bir varlık değil, duygusal yönü de olan özel bir varlık olduğu hatırlanmalıdır. Yani varlık düzleminde var oluşunu arayan bir insandan bahsediyoruz. İnsan aslında sadece kendini kollayan bir varlık olması nedeniyle, sayısız tehditler karşısında, korunma refleksi göstererek toplumları oluşturur. Ancak toplumları birbirinden ayıran şey; fertlerini bir arada tutma, onları motive etme konusundaki değerleridir. Sanat da bu değerlerden biridir. Sanat mekanik ve yalın toplum kurallarını yaşanılır kılan öğelerdendir.

Bu nedenle sistemli toplumlar bireylerini bir arada tutabilmek için sanatı üretim alanına sokmaktadırlar. Hatta estetik için sanat yapmaktadırlar. Eski Yunan’ın kahramanların heykellerini yapmalarını bu çerçevede algılamak lazım.

Sanat ve Toplumun Etkileşimi

[Ensar Kara] Sanatın oluşumunda toplum, toplumun oluşumunda sanatın payı ne kadardır?

[Süha Serin] Sanat, sanatçının iç dünyasını dışa yansıtan ayna olduğu gibi, toplumun da aynasıdır. Toplum ile sanat arasında öyle yakın bir münasebet vardır ki, bir toplumun bütün özelliklerini sanatından çıkarmak mümkün olabilir. Sanatçı, içinde bulunduğu toplumu etkilediği gibi, toplumdan da büyük ölçüde etkilenir.

Toplumun değerlerini ve estetik anlayışını dikkate almak zorunda olan sanatçının, içinden çıktığı topluma karşı birtakım sorumlulukları vardır. Evrensel değerlere ulaşabilmek, genelin kapılarını yoklayabilmek için, sanatçının kendi toplumunun çağdaş problemleriyle hesaplaşması gerekir. Sanatçı, istese de istemese de kendi toplumundan başlayarak insanlığa yönelmiş bir mesajın sahibidir. Sanatçı, ya toplumunu veya toplum düzenini kutsar, ya da bu toplum ve düzeni değiştirme çabasında olur. O sanatı sanat için kabul etse bile, uğraşısı bu iki seçenekten biriyle sonuçlanır. Kendini anlatan bir sanatçı, kendisi belli bir düzen ve toplum içinde şekillendiğinden, bir ölçüde çevresini yansıtmış olur. Fildişi kulesine çekilse bile, tekil olma özelliğini sürdüremez. En çok "ben" olduğu yerde bile "biz"den kurtulamaz. Toplumun onunla ilgilenmesi için, o toplumla ilgilenmek zorundadır. Yok, toplum önemsenmezse ki bu, aslında mümkün değildir sanatçı, boşlukta yaşıyor veya hiç yaşamıyor demektir. Toplumun önemsenmesi, dikkate alınması, topluma karşı sorumluluğun yüklenilmesi anlamına gelir.

Tanzimat'tan beri iki tür sanatın mücadelesini daha çok görürüz Anadolu topraklarında. Bir tarafta doğulu olduğunun farkında ve bundan utanç duymayan, geleneksel kalıplarda bile olsa Müslüman sanatçı; diğer tarafta da batılı olamayışına üzülen ve Müslümanlıktan başka her şeye sempati duyan yabancılaşmış sanatçı vardır. Bu ikisi arasındaki savaş, egemen güçlerin ve rejimin desteğiyle, bâtılı savunan ve batılı olmaya çalışanların lehine ivme kazanarak gelişmiştir.

Tanzimat dönemi düşünce adamlarının tamamının aynı zamanda edebiyat ile çok derinden ilgili olmaları elbette boşuna değildir. Bu dönem edebiyatının batıdan gelen yeni fikir akımları ile kurduğu ilişkiler sonucu gelişen yeni medeniyet, yeni insan tipleri; şiirlerin ve romanların eksenini, kuvvetli bir biçimde etkiler. Döneme hakim olan bütün kavram ve fikirler sanat vasıtası ile adeta belgelenmiştir.

Cumhuriyet’e doğru gelişen Türk düşününün önemli isimlerinden ve Türkiye’de sosyoloji biliminin kurucusu konumunda olan Ziya Gökalp de sosyoloji ve ideolojiye yönelik görüşlerini önce şiir biçiminde vermiş, milliyetçilik düşüncelerini yayıp toplumu yenileştirme yolunda edebiyatın kullanılması gerektiğini savunmuştur. Aynı şekilde Mehmet Akif, Mehmet Emin, Tevfik Fikret karşıt görüşlere sahip olmalarına rağmen, şiir sanatında toplumsal sorunlarla ilgilenen şairlerdendi. Birçok düşünür ideolojik fikirlerini belli bir sistem tasarımı içinde sunmadan önce, bunu edebiyatın imkânları içinde “şiir”, “roman”, “tiyatro” gibi sahalarda tecessüm ettirmeye gayret etmişlerdir.

Sanatın/edebiyatın toplumu etkilemesi ile ilgili Ziya Gökalp şöyle der: “...Reşat Nuri Bey’in en canlı eseri olan “Çalıkuşu ” ndaki Feride enmuzeci de bugünkü bayatın bir ma’keşidir. Fakat gerek Ahmet Cemil (Mai Siyah’taki enmuyec), gerek Çalıkuşu bir kere edebiyat kisvesine büründükten sonra, yamanlarının genç ruhları üyerinde müessir olmaya başladılar. Servet-i Fünun devrinde birçok genç, tıpkı Ahmet Cemil gibi duymaya, düşünmeye, ifade etmeye yeltendiler. Bunlardan birini gören "işte bir Ahmet Cemil tipi daha!" derlerdi. Çalıkuşu yayıldıktan sonra, bütün genç kızlar birer çalıkuşu kesildiler, ikisinin de bu kuvvete haiz olmaları daha evvel içtimai hayata canlı bir ma'kes olmalarındandır. ”

Aynı örnekleri günümüzde de görebilmekteyiz. Kurtlar vadisini seyreden bir genç kendisine Polat rolü biçebilmektedir.

Yani, sanat eseri ile toplum arasında karşılıklı etkileşim söz konusu olup her ikisi de birbirine tesir etmektedir. Sanatçı dediğimiz insan, bu toplumun eğitimi sonucu yetişmiştir; toplum sanatçısını yetiştirmiştir. Ve daha sonra da bu sanatçı yetiştiği toplumu etkilemektedir.

İslam Dünyasında Sanatın Dönüşümü [Ensar Kara] İslam tarihinde sanat nereden, nereye gelmiştir? Bu konuda bir tarihçi olarak ne dersiniz?

[Bekir Yolcu] Sanat ve sanat anlayışının dönüşümünü tarihsellik ve toplumsallık içinde incelememiz gerekir. İnanç ve idealler, ekonomik ve coğrafi yapı sanatçının ve sanat kavramının oluşmasında etkendir. İnancı, yaşantısı ve değerleri farklı toplumların meydana getirdiği sanat, edebiyat, mimarî eserler, kültür ve medeniyetler de çok tabii olarak farklılıklar arz etmektedir. Ayrıca, aynı inancı, aynı değerleri paylaşan, aynı ortamda yaşayan, aynı kültür ve medeniyete sahip kişilerin zevk, anlayış ve kavrayışları, ruh yapıları ve kabiliyetleri farklı farklı olduğundan meydana getirdikleri sanat, edebiyat ve benzeri eserler genelde aynı özelliklere sahip olmakla beraber, özelde bir kısım farklılıklar oluşturmaktadır. Bu husus da o toplumun, o medeniyetin zenginliklerindendir. Her inanç ve ideal, insanlara sunduğu yaşam biçiminin güzel ve çirkinlerini de belirler.

Son ve hak din olan İslam dini de, doğduğu coğrafyadan başlayarak bütün zamanlar ve mekânları en güzel bir şekilde hak üzere şekillendirmeyi Müslümanların üzerine yüklemiştir.

İslam dinine uymayan örf, adet ve gelenekler, bakış açıları, Allah’tan uzaklaştıran, nefsi egoyu tahrik ederek harama yönlendiren varlık gayesini unutturarak dünyaya bağlayan, sanat anlayışları toptan reddedilirken; bilginin ve ruhun üretkenliği altında Allah’a uzanan ve Allah’ta huzura kavuşan; güzeli keşfederek güzelle hemhal olan sanat anlayışı kabul görmüştür.

Puta (heykel) tapıcılığın revaçta olduğu Arabistan yarımadasının etrafı tevhid dairesinden uzaklaşmış semavi ( Musevi ve Hıristiyan) dinler ve tabiat güçlerine tapınmaya uzanan beşeri dinler (Zerdüşt, Budizm, Şamanizm. . ,)le çevrili idi.

İslamiyet’in ilk dönemin de, heykel (Put) lerin tamamen ortadan kaldırılması (Mekke'nin fethiyle) okunan şiirlerin içeriğinin değişmesi, yeni mimari yapıların ortaya çıkması (mescid, suffe) giyim kuşamdaki değişiklik, inanç ve yaşam biçimiyle ilintili olarak gelişti. Çünkü hayata bakış sanat eserini oluşturur, sanat eseri de hayata bakışı

İslamiyet’in Arap yarımadası dışında yayılmasıyla farklı kültürler, ırklar, coğrafya ve iklimlerle etkileşim yaşanmıştır. Farklı kültürler ve gelenekler İslam’ın belirleyiciliği altında mozaikler oluşturabilmişlerdir. Özgün yapıtlar ve yapılar meydana getirmişlerdir. Cami, Medrese, Külliye, Ribat, Dar’uşŞifa, Türbe, Kervansaray, Bedesten önemli yapılar halinde gelişirken hat, minyatür,_tezhip, ebru, çinicilik, seramik ve toprak, ağaç işleme, takı ve tespih, el yapımı kâğıtçılık resim ve heykelin yerini doldurmuştur. İlahi, naat, kaside, Allah ve Resul aşkının şiire dönüşümünü sağladı. Özellikle yapılardaki estetik ve mimari yapı farklı iklimler de değişik şekillere bürünebilmiştir. Bu da İslam coğrafyasındaki sanatın zenginlik kaynağı ol

Bu süreç inişli çıkışlı olmasına rağmen 18. yy kadar devam etti.

16.yy’dan itibaren özellikle Avrupa’daki gelişmeler yeni dünya görüşüyle beraber yeni sanat anlayışları da oluşturdu. Yeniçağ Avrupa’sında skolâstik düşüncenin yerini pozitivist düşüncenin alması ve seküler ahlak anlayışının, hayatın her alanına hâkim olmaya başlamasıyla kendi Batı anlayış ve yaşam tarzına uygun sanat dalları da oluşmaya başladı. Coğrafi keşiflerle zenginleşen Avrupa Rönesans ve Reform hareketleriyle, maddeperest ve dindışlılığı bir araya getirerek oluşturmuş olduğu yaşamı, sanat adıyla pazarlamaya başladı. Sanayi inkılâbıyla sömürge yarışına giren batı, her sömürdüğü yerde kendi yaşam tarzı ve anlayışını toplumlara enjekte ederek daha kolay sömürmeyi ve sömürürken toplumları alinasyona kimliğini değiştirerek ona düşman etme uğratmayı kendine hedef edindi. 

Batıda bu gelişmeler yaşanırken İslam dünyası siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda bir durağanlık yaşamaktaydı. Batının bütün kurum ve kuruluşlarıyla İslam dünyasını bir heyula gibi sarması ve teknoloji ağıyla — ulaşım ve iletişim — kuşatması doğuyu (İslam dünyasını ) çözüm anlayışlarına itti. İslam dünyası ilk önce Batı karşısında kendi sanatını yüceltmek yolunu seçti. Fakat acı bir gerçekle karşılaştı. O gerçekte; sanatın yaşam biçiminden beslenip ve yaşamın inceliklerini yansıtmasıydı. 17. yy’da itibaren başlayan batı öykünmeciliği yaşam tarzına da yansımış ve insanların öncelikleri ve doğruları da değişmişti. Her ne kadar bilinç değişmese de günlük yaşam ve imkânlar değiştiği için kıymet bulan bilinç çerçevesinde yaşam biçimi kendi sanatını da oluşturuyordu. Sanatın bütün çekiciliği ortaya çıktığı koşullara bağlıydı. Bundan dolayı eski ruh ve manadan soyutlanarak geçmişe öykünerek eser oluşturmak kuru bir taklitçiliği kendiliğinden getirmiş oluyordu. Ruhsuz taklit yolu tutmayınca batının tekniğini alalım, kültürünü ve sanatını almayalım demeye başlanıldı. Bir müddet sonra anlaşıldı ki batını teknolojisini üreten onların bilim, kültür ve ahlakıymış. Bu hengâmede yine imdada batı yetişti. Öyle bir söylemle piyasaya çıktı ki herkes kendine pay çıkarabiliyordu. Batı, evrensel değerlerin her şeyi kapsadığını ve evrensel değerleri bütün insanlığın oluşturduğu ifade ediyordu. İnsan hakları, özgürlük (düşünme, gezme, inanma...) demokrasi, sanat... Bunların hepsi bütün insanlığın evrensel değerleriydi. Bu tanımlama herkesin işine geliyordu. Fakat evrensel kavramı ve argümanları beslendiği kaynaklar, takip ettiği yol ve vardığı yer bakımından pekte evrensele benzemiyordu. Buran buram Hıristiyan, Latin, Helen ve son dönemde de liberal kokular yayıyordu. Bu durumun farkında olanlarımız mili kimlik diyerek, eskiye olan özlemi, eski sanatlara sığınarak ve onları işleyerek çözüm yolu ararken; bir kısmımızda evrensel nutuklara kanıp kendi kimliğini ve geçmişini yok sayarak batı öykünmeciliğini seçti. Bazılarımızda sanatın İslam da olup olmadığını tartışırken evdeki dekorasyonundan kızının giydiği elbiseye, yazdığı şiirden güldüğü espriye kadar kimliğinden ne kadar uzaklaştığını fark edemez duruma geldi.

Sanat Ahlak/Din ilişkisi

[Ensar Kara] Sanatın ahlak ile ilişkisi bilinmektedir. Çünkü günümüz sanatçılarından öne çıkanlar genelde ahlaksızlıklarıyla bilinmektedir. Sanat ahlaki olabilir mi?

[Ammar Ziya] Sanat için yapılan tanımı değerlendirdiğimizde, sanatın bazı duyguların dışa yansıtılma yöntemlerinden biri olduğunu görürüz, insanlar yoğun yaşadıkları duyguları bir şekilde dışa yansıtırlar. Yetenekleri dahilinde olmak üzere birçoğu bunu sanat dalları ile (kendi sanatları ile) gerçekleştirir. Yine birçok insan, sanatkarların ürettiklerinde kendi duygu ve düşüncelerini bulur, bir anlamda onları sahiplenirler.

İslam’ı esas alarak ahlak üzerinde düşünecek olursak; insanın, iyilik ve insana yaraşır duygu ve düşüncelere sahip olması ve bunları yaşantısına yansıtması hali olduğunu görürüz. İyilik ve insana yaraşır duygu ve düşünceleri ise hiç şüphesiz din yani İslam belirler. Din aynı zamanda duygusal bir konudur, iman ile ilgilidir. Din, insanların ahlak anlayışını; din ve ahlak ise sanat anlayışını yönlendiren unsurların başında gelmektedir.

Kanaatimce din sanat anlayışına engel değil, sanatın sınırlarını belirleyen bir unsurdur. Sanat, yapısı itibariyle dikkat çekicidir. Bu özelliğiyle dinin tebliği ve tanıtılması açısından Müslümanlar tarafından araç olarak kullanılması gereken bir unsurdur. Dinin tebliğinin, sanat ile desteklenmesi halinde daha da etkili olacağını düşünüyorum. Örnek olarak, sanatını tebliğ ve insanları hakikate ve iyiye yönlendirmede kullanan Mehmet Akif önemli bir şahsiyettir. Bununla birlikte özellikle şiirle bu yolu takip eden pek çok kişi sayılabilir. Yıllar öncesinde İslam’ı büyük ölçüde gerçeğe uygun olarak, çarpıtmadan yansıtan birkaç sinema filminin insanları ne ölçüde etkilediğini ve İslam’ın tanınmasında etkili olduğunu unutmamak gerekir.

Ancak, sanatın ahlakı iyi veya kötü yönde etkileyebileceği unutulmamalıdır. Bugün sanat, aynı zamanda şeytanın en büyük silahlarından biri olarak karşımızda durmaktadır. Sanat adı altında insanların ahlaki yapılarını, yaşantılarını yozlaştırmak adına yapılan binlerce faaliyet bulunmakta ve her geçen gün yeni türleri ortaya çıkmaktadır. Ahlaka aykırı birçok faaliyet özellikle sanat diye adlandırılmaktadır.

Genel anlamda özetlemeye çalıştığımız bu konuda mutlaka söylenecek veya tartışılacak birçok boyutun mevcut olduğu unutulmamalıdır.

Müslümanlar ve Sanat

[Ensar Kara] Sanatın Müslümanların hayatında nerede duruyor?

[Bekir Yolcu] Sanatın varlığını tartışmak yaşamın varlığını tartışmak gibidir. Sanat, hayatın içindeki inkâr edilemeyen gerçektir.

insanların yaşam biçimi onların sanatlarına yansır. Kuru kuruya batıya, ya da geçmişe öykünerek yapıt oluşturmak, sadece ruhsuz taklitleri doğurur. Özgünlükten uzak olur ve yaşamın içinde kendine yer bulamaz.

Müslümanlar, yaşamlarında Islamı ne kadar belirleyici ve öncelikli kılarlarsa, kendi sanatları da hem tanım bulmuş, hem de özgün ve faydalı hale gelmiş olur.

Yüksek sanat eserleri, yüksek medeniyetler meydana getirmek, güçlü, sağlam bir iman, yüksek bir seciye, azim, sabır, aşk ve muhabbet, kabiliyet, ince bir ruh yapısı ve estetik zevki ister.

Vasıflı, iyi, güçlü, üstün, sanatçı ruhuna sahip Müslüman kendi kendine yetişmez. Yetiştirilmesi gerekir. Bu da kısa zamanda ve kolay şekilde olmaz. Rehbersiz, mürşidsiz, üstadsız, cemaatsiz böyle yüksek Müslümanların kendi kendine yetişeceklerini sanmak doğru değildir.

[Abdullah Eğilmez] Sanatın Müslümanları ilgilendiren yönünü algılamak için bu kavrama bir daha bakalım: estetik için bir iş yapmak ve işi güzel bir şekilde yapmak. Aradaki gri bölgeyi tasnif dışı bırakarak konuyu iki uç noktada sınıflarsak; herhalde Müslümanların konuya yaklaşımı “estetik için bir iş” icat etmekten kaçınarak, “işi güzel bir şekilde yapmak” şeklinde olmalıdır. El-Cemil olan Allah, es-Sani ismiyle kainatı güzel şekilde el-Musavvir ismiyle düzenler, O’nun yaptığı her iş güzeldir, kullarına iyiliği emreder, fenalıktan, kötü olandan, murdar olandan uzak kılar. O kainata bakıp tefekkürü emreder, yaratılan güzelliklerin keşfini ve bu güzelliklerden “güzellerden kıyas kabul etmez güzel olana” yöneltir.

Müslümanların tarihinde de sanat eserlerinin hep gündelik hayatla iç içe olan konularda olması dikkate değer bir noktadır. Mesela Camiler, Minareler, Hat, Kıraat, Vakıflar, Çeşmeler, Hanlar, Hamamlar, Medreselere baktığımızda, bunlar Müslümanların beraberce icra ettikleri ibadetlerle birlikte gelişmiştir. Yani Namazla, Ezanla, Kur’an’ın kıraatıyla, infakla, temizlikle, Hacla. Evet bunların tümü İslam’ın bir ibadetini yaparken, onun çevresel faktörlerini de güzelleştiri vermiştir. Bir yanda minarelerle birlikte Allah’a açılan eller, diğer yanda Süleymaniye Camiinin yada Mescid-i Nebinin sanat eseri mimarisi içinde huşuyla Rabbine yönelen kulun yaşadığı ulvi atmosfer. Bu konu, merdiven altında kılınan bir namazla birlikte düşünülürse, sanırım daha iyi anlaşılır.

Aynı mantıkla İslam, sadece putlardan değil, aynı zamanda putlara giden yollardan da bireylerini uzak tuttuğu için, heykel ve resim İslam Medeniyetinde gelişme ortamı bulamamıştır. Zaten cahiliyyenin heykel ve resim konusundaki tutumuna bakınca; onların da bu sanatı bu çerçevede değerlendirdiği görülmektedir. Bu sanatlar ile insanın insanı sevmesi ve tanrısallaştırması öne çıkarılmakta ve açıkça günah teşvik edilmektedir.

İçinde “Allah”, “Melek”, “Cami” geçen veya sırf bu sözlerden oluşmuş bir disko müzik, dinleyenini Allah’ı tanıyan biri olmasına vesile olabilir. Aynı zamanda bu, Allah’ı rabb, ilah, melik olarak değil , nesne olarak algılamasına neden olacağından, insanın Allah’la ilişki biçimini Tevhid ve Takva eksenli olmaktan çıkarabilecektir.

“Allah Sani’dir” anlayışını mesnet kabul ederek, sanatın meşru olduğunu ilan edip, kendilerinin Müslüman olmasından başka yaptıkları sanatın İslam’la bağı kurulmamış bir sanat anlayışından da uzak durulmalıdır. Yapılan iş haram olmadıkça bu tip bir anlayışın ürünü olsa olsa bir Müslüman’ın uğraşıdır. Ancak bu düşünce, Allah’ın dinine davet ve onu yaşama ameliyesinde, insanın Allah’ın halifesi sıfatıyla yaptığı her işi güzel bir şekilde yapması anlayışıyla kayıt altına alınmalıdır. Yani yapılan işin gerekçesi önce davet ve ibadet temelinden çıkmalıdır.

Müslüman Cemaatler insanlarını ahiret yolculuğunda şeytan ve şeytanın tuzaklarına karşı bir arada tutma, bilinçlendirme ve motive etme konusunda, sanatın izdüşümlerinde de ürünler üretebilmelidir. Bu ürünler Müslümanları bir şeylerle oyalayan, ve Allah’ı ve Ahiret gününün hatırına gelmesine mani olan şeyler değil, aksine O’nun mesajının zihinlerde tekrar ve tekrar neşet etmesi için vesileler oluşturan şeyler olmalıdır. İnsanlarını mümkünse cahiliyenin bir sanat ürünü ile cemaat arasında tercih yapma zorunda bırakmamak için meşru her alanda İslam! çizgide çözüm üretmelidirler. Bu nedenle günümüzde Filistinli Çizer Naci Ali “Hanzala’”yı, Haşan Aycın’ı, Haşan Canat’ı, Ömer Karaoğlu’nu önemsiyorum.

Modernizmin 4 köşe binaları içerisinde sıkışıp kalmış, mahremiyeti olmayan insanlara, Müslüman bir mimar şunu göstermelidir: Bu hane ya da imaret coğrafyadan bir parçadır. Tabiada uyumludur. Kulu yaşadığı dünyaya hapsolma psikolojisinden kurtararak, onu öteler ötesine .yönelten bir psikolojiyi sunar.

Kurralar, mevlidhanlar, kaside söyleyenler kul ile Rabbi arasındaki yolun yakınlaşmasına katkıda bulunabilmelidir. Belki böyle bir şeydir üstad Necip Fazılın “sanat Allah’ı aramaktır” dediği.

Cemaatler “güzel sanat icra eden” sanatçılarına saygı duymalı, sanatıyla cemaat değerlerini besleyenleri eserlerinde desteklemeli, sahip çıkmalıdır.

Müslümanların sanat eserleri taklitten uzak ve Müslüman’ca yaşam iklimiyle paralel olmalıdır. Herhangi bir açıdan bakıldığında eserin Müslümanlarla alakası görülebilmeli, bu İslam medeniyetinin ürünü denebilmelidir; yani eser Müslümanların uğraşısı olmaktan kurtularak İslam’ın görüntüsü haline gelebilmelidir.

Takva Toplumu mensuplarını ise sanat konusunda daha da hassas olmalılar.

Eserler İslam değerlerinin güzelliğini yansıtacak, Müslümanları motive edecek alanlarda olmalıdır. Bir Müslüman’ın rabbiyle olan münasebetinde onu güzelleştirici olmalıdır. Malayani, gündelik insan zevklerinden arındırılmalıdır. Tıpkı hat gibi, tıpkı mimari gibi, tıpkı naatlar gibi.

Sanat bir insan ürünü olması nedeniyle üreticisinin ya da teşhir edildiği ortamın zaafını üzerinde taşıyabilir. Bu nedenle İslam’ın saflığını gölgeleyecek öğelerden uzak durulmalıdırlar. Mesela sadece çıplak sesle yapılan musiki arayışları böyle bir hassasiyetin ürünüdür.

Tabi ki her konuda olduğu gibi sanat konusunda da sınırlar aşılmamalıdır. Sanat İslam toplumu hayatının merkezine oturtulmamalıdır. “Sanatkar olmayan iyi bir Müslüman değildir, sanatkarı olmayan bir İslam toplumu mahvolmuştur” anlayışına işi vardırmamalıdır.

[Ensar Kara] Bence de burası önemli. Yani ne sanatı hayatın dışında bırakalım, ne de sanatı olmazsa olmaz konumuna getirelim. Katkılarınız için teşekkür ederim.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ