Dünya ve âhirette Allah Rasûlü (sav), mü'minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. Peygamberimiz bütün bu alışkanlıklardan onları vazgeçirdi. Hayvana bir işaret konulsa bile, en az acıyacak yere konulmasını tavsiye etti. Dünya ve âhirette Allah Rasûlü (sav), mü'minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. Peygamberimiz bütün bu alışkanlıklardan onları vazgeçirdi. Hayvana bir işaret konulsa bile, en az acıyacak yere konulmasını tavsiye etti.
Merhamet; esirgemek, acımak, zayıf ve fakir insanların haline acıyarak yardımda bulunmak ve ince kalpliliktir. Şefkat; acıyarak ve esirgeyerek sevmek, içten gelen ve karşılıksız bir sevgidir. Her iki duygu da, tariften çok yaşanan ve hissedilen duygulardır. Çünkü, her ikisi de kalple ilgilidir.
Allah (cc), O'nu (sav) bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Evet O (sav), pırıl pırıl Hakk rahmetini aksettirmektedir. Sanki O (sav), çöl ortasında bir su membaı, bir Kevser havuzudur da, kabını eline alıp gelen herkes o havuzun başına varmış, hem kabını doldurmuş hem de kana kana içmiştir. İşte O (sav), rahmet buuduyla böyle herkese açık bir Kevser kaynağı gibidir.. İsteyen her fert O'ndan istifade edebilir.
Allah Rasûlü (sav), mü'min, kâfir ve münafık, herkesin kendisinden istifâde ettiği rahmet timsali bir insandı. Mü'min O'ndan istifâde eder; çünkü O (sav), "Ben mü'minlere, kendilerinden daha yakınım.." buyurmaktadır. Gerçi müfessirler: "Allah Rasûlü (sav), mü'minlere kendi canlarından daha azizdir" derler. Fakat, aslında her iki mânâ da birbirine yakındır. Biz O'nu kendi canımızdan daha çok severiz; Allah Rasûlü de kendisine bu denli muhabbet besleyenleri aynı ölçüde sever; çünkü O (sav), en büyük mürüvvet insanıdır. Allah Rasûlü bize kendi nefislerimizden daha yakındır. Nasıl olmasın ki, biz nefislerimizden çok kere kötülük görürüz. Halbuki O'ndan hep kerem, iyilik, merhamet, şefkat ve mürüvvet gördük. O (sav), Allah'ın rahmetinin temsilcisidir. Öyleyse, elbette bize bizden daha yakındır. Bu mevzuda Cenab-ı Hakk, Habibine hitaben şöyle buyurmaktadır: "Sen onların içlerinde bulunduğun hâlde, Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar, mağfiret dilerken de Allah onlara azap edecek değildir" (Enfal/33) .
O (sav):"Ben mü'minlere kendilerinden daha yakınım." İsterseniz şu âyeti okuyun: (Ahzab/6) diyor ve sonra da sözüne şöyle devam ediyor: "Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç bırakır ve öyle giderse o banadır."
Bu hadisin arkasında şöyle bir hâdise var: Bir gün bir cenaze getirildi. Namazı kılınacaktı. Allah Rasûlü (sav) sordu: "Bunun borcu var mı?" Orada bulunanlar: "Evet, Ya Rasûlallah, çok borcu var!" dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sav): "Siz arkadaşınızın namazını kılın, ben borçlunun namazını kılamam" buyurdular. Ancak bu durum kendisine de çok ağır gelmişti. Bunun üzerine yukarıda zikrettiğimiz âyet nazil oldu. Daha sonra Allah Rasûlü (sav) bir kısım imkânlara ulaşınca: "Onun mevlâsı benim, alacaklılar bana gelsin" dedi.
Dünya ve âhirette Allah Rasûlü (sav), mü'minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. O'nun bu rahmet yönü ebetlere kadar da devam edecektir.
Merhamet ve şefkat, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetinin bir aynası gibidir. O'nun kadar merhametli, O'nun kadar şefkatli ve ince ruhlu bir insan yeryüzüne gelmemiştir. O (sav), ümmeti hakkında her zaman kolaylık tarafını seçmiştir. Ve yine bir başka hadîslerinde Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurur: "Ben Muhammed'im, Ben Ahmed'im, Ben Mukaffi -son peygamberim- Ben Hâşir'im. Ben tevbe ve rahmet peygamberiyim."
Tevbe kapısı kıyamete kadar açıktır. Zira Allah Rasûlü bir tevbe peygamberidir ve hükmü de kıyamete kadar sürecektir.
O (sav), yerinde ağlayan bir çocuk görse oturur, onunla ağlar. İnleyen ananın ızdırabını vicdanında duyar. İşte yine Ebu Hüreyre'nin (ra) rivayet ettiği bir hadis ve O'nun dillere destan şefkati: "Ben namaza duruyor ve onu uzun kılmak istiyorum. Sonra bir çocuk ağlaması duyuyorum. Annesinin ona duyacağı heyecanı bildiğim için hemen namazı hızlı kılıp bitiriyorum."
Allah Rasûlü (sav), namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nâfile namazları, sahabinin takatını aşacak mahiyette idi. İşte O(sav), böyle bir namaz kılma niyetiyle namaza duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Resûlü'nün arkasında namaz kılmak için cemaata iştirâk ediyorlardı. Efendimiz (sav), ağlayan çocuğun annesi mescidde olabilir mülâhazasıyla, namazı hızlandırıyor ve böylece kadını rahatlatıyordu. İşte O (sav), hemen her meselede böyle bir şefkat âbidesiydi. Bir çocuğun ağlaması O'nu dilgîr eder ve ağlatırdı. Ne var ki O (sav), bu engin şefkatine rağmen dengeliydi. Mesela, O'nun bu baş döndüren şefkati, hiçbir zaman dinî hadleri tatbikine mani olamamış ve cezanın şekli ne olursa olsun onu mutlaka tatbik etmişti...
O büyük peygamberin, o kutsal varlığın merhameti yalnız insanlara değil, hayvanlara, ağaçlara, ekinlere de şamil idi. Mu'te savaşında bulunacak olan İslam ordusuna hitaben şu anlamda öğütler vermişti: Yüce Allah'ın adına anarak onun ve sizin düşmanlarınızla savaşınız. Fakat gideceğiniz yerlerde dünyadan çekilmiş rahipler göreceksiniz.Onlara asla dokunmayınız. Kadınlar ile çocuklara şefkatle muamele ediniz hurma ağaçlarını kesmeyiniz, evlerini yıkmayınız."
Cenab-ı Hakkın Sevgili Rasûlüne, kendi ismi olan "Rahim" ve "Rauf" sıfatlarını vermesi, Peygamberimizin ne kadar merhametli ve şefkatli bir kalbe sahip olduğunu gösterir. Tevbe Sûresinin 128. âyetinde bu gerçek şöyle ifade edilir:
"Andolsun ki, size içinizden bir Peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Size çok düşkündür. Bütün mü'minlere karşı merhametli ve esirgeyicidir."
Allah Rasûlü (sav), akrabalarına karşı olduğu gibi yakın-uzak dostlarına karşı da muhabbet ve rahmet hissiyle dopdoluydu.
Hz. Aişe (ra) Validemiz anlatıyor: Sa'd b. Ubâde (ra) hastalanmıştı. Allah Rasûlü (sav), bu vefâlı dostunu ziyarete gitti, yanında bazı sahabiler de vardı. Sa'd b. Ubade'nin hazîn hali öylesine rikkatine dokundu ki hıçkırıklarını tutamadı ve ağladı. Onun ağlaması, orada bulunanları da ağlattı. Bu ağlamanın başka türlü değerlendirilmemesi için de şöyle buyurdu: "Allâh (cc) asla gözyaşından ve kalb üzüntüsünden dolayı azap etmez. Ancak şundan azap eder, dedi ve dilini gösterdi."
Osman b. Maz'un (ra) vefat edince Allah Rasûlü (sav) ona da koşarak gitti. O, Allah Rasûlü'nün kendisine kardeş yaptığı şanlı bir sahabiydi. Cenazesinin üzerine o kadar ağladı, o kadar gözyaşı döktü ki, sanki cenaze Allah Rasûlü'nün gözyaşıyla yıkanmış gibi oldu. Tam o esnada hanımlarından biri Osman b. Maz'un'u (ra) kastederek: "Kuş oldu, cennete uçtu" dedi. Allah Rasûlü (sav) hemen kaşlarını çattı ve: "Ben Allah'ın Rasûlüyüm, bilmiyorum, sen onun cennete gittiğini nereden biliyorsun!" dedi. Evet, O (sav), denge insanıydı. Şefkati, ağlaması, asla bir yanlışı düzeltmesine mâni olmuyordu. Hıçkırıklarıyla, kardeşim deyip bağrına bastığı insanı sararken ve gözyaşlarıyla yuyup yıkarken, söylenen mübalağalı bir söz, O'nun uygunsuz bulduğu bu söz sahibini îkazına mani olmuyordu. Vefa başkaydı hak başka; Uhud şehidlerini her hafta ziyaret ediyordu ama, "uçup cennete gittiniz" demiyordu. Biz "onlar da cennete gitmeyecekse..." desek bile, bu böyle..
İslâmın ilk devirlerinde Müslümanların çoğunu fakir, kimsesiz ve köleler teşkil ediyordu. Kureyşliler onları hor görüp aşağılarken, Peygamberimiz (sav) onları yanına almış, hak dini onların yardımıyla duyurmaya başlamıştı. Peygamberimizin kalbine ve engin rahmetine en yakın olanlar, bu fakir ve kimsesiz insanlardı. Onları devamlı korur, diğerleri ile eşit davranırdı. Bununla da kalmaz; fakirlere, fakirliğin bütün ezikliğini ve zilletini unutturacak şekilde yakınlık gösterirdi. Zaten Peygamberimizin aile hayâtı ve şahsi yaşayışı da onlardan farklı değildi. O(sav), hep sade ve basit yaşamayı tercih ederdi. Dualarında da Allah'tan böyle bir hayât isterdi:
"Allah'ım, beni fakir yaşat. Hayâttan fakir olarak ayrılayım. Beni mahşerde fakirler arasında hasret" diye dua ediyordu.
Hz. Âişe(ra) bunun sebebini sorunca şöyle açıkladı:
"Onlar, Cennete herkesten önce girecekler. Ey Âişe, yarım ölçek hurma da olsa sakın fakiri boş çevirme. Fakirleri sev, onlara yakın ol ki, kıyamet gününde Allah da sana yakın olsun."
Müşriklerin "Allah'ın lütfuna mazhar olanlar bunlar mı?" diye hakir gördüğü kimseleri Peygamberimiz destekler, ilgi gösterirdi. Onları, diğer insanlardan üstün tuttuğu olurdu.
Bir gün Peygamberimiz (sav) otururken bir adam geçti. Yanındakine sordu:
"Bu adamı nasıl bilirsin?"
"Bu zengin ve etkin birisidir. Ne derse yaparım."
Peygamberimiz (sav) bir şey demedi. Az sonra birisi daha geçti. Peygamberimiz (sav) aynı soruyu bunun hakkında da sordu ve şu cevabı aldı:
"Bu adam fakir Müslümanlardan birisidir. Ona ne kızımı verir, ne de dediğini yaparım."
Böyle bir sözü hoş karşılamayan Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu:
"Dünyanın bir tarafı az önce geçen zengin kişilerle doldurulsa, bir tarafına da bu fakir adam konulsa, fakir adam onların hepsinden daha ağır gelir ve onlardan daha hayırlıdır."
Peygamberimiz (sav) hep fakir ve kimsesizlerle birlikte bulunmayı tercih eder, gönüllerini alırdı. Bir yerde, toplumun farklı kesimlerinin toplanmış olduklarını görünce, önce fakirlerin yanına gider, onlarla birlikte otururdu.
Abdullah bin Amr bin As (ra) anlatıyor:
"Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı fakir kimseler bir köşeye toplanmış sohbet ediyorlardı. Rasulullah (sav) içeri girdi. Başka bir tarafa yönelmeden doğruca fakirlerin yanına gitti. Ve onlara, fakir muhacirlere zenginlerden önce Cenneti müjdeledi. Hepsinin de yüzü güldü. Ben de onlardan birisi olmadığım için üzüldüm."
Peygamberimiz (sav), kendisini, toplumun zayıf ve kimsesizlerinden üstün görme duygusuna kapılanları da uyarır; her tabakanın devamlı birbirlerine muhtaç olduklarını söylerdi.
Sa'd bin Ebi Vakkas'(ra)ın kendisini fakirlerden üstün gördüğünü hissedince, onu şöyle ikaz etti:
"Sizin elde ettiğiniz başarı ve bereket fakirlerin emeklerinin eseridir. Siz, varlığınızı bu fakir insanlara borçlusunuz."
Peygamberimizin mescidini temizleyen fakir, zenci bir kadın vardı. Bir gün Rasulullah (sav) onu göremeyince nerede olduğunu sordu. Öldüğünü söylediler. Onun ölümüne kimse önem vermemişti.
Rasulullah (sav), "Bana haber vermeniz gerekmez miydi?" dedi ve mezarına gitti, iki rekât namaz kıldı. Sonra şöyle dua etti:
"Allah'ım, bu mezarın içini nurla doldur, benim kıldığım namaz sebebiyle nurlandır."
Peygamberimizin Mescidinin bir bölümünde evi barkı olmayan, fakir Sahabîler (Suffa ehli) kalırdı. Bunlardan bazıları odun ve su satarak geçimlerini sağlarlar, çok zaman da muhtaç durumda bulunurlardı. Bu insanlar efendimizin özel talebesiydiler. Gece ve gündüzleri, İslâmı öğrenmek için yaptıkları ilmi çalışmalarla doluydu. Eğitim ve öğretimleriyle bizzat Peygamberimiz ilgilenir, okuma-yazma bilen Sahabîleri de onlara öğretmen olarak tayin ederdi. Suffe Ashabı olarak tanınan bu müslümanların eğitimleriyle birlikte geçimleri de peygamberimizin üzerinde idi. Peygamberimiz (sav), onları gözü gibi korur, ihtiyaçlarını görür, yardımda bulunur, yetişmeleri için her türlü gayreti gösterirdi. Suffelilerin ihtiyaçlarını görmeden kendisi de rahat edemezdi. Hatta onları kendi ailesinden ileri düşünürdü.
Peygamberimizin (sav) güneş gibi engin şefkati, yağmur gibi bol merhameti sayesinde bu fakir ve zayıf insanlardan öyleleri çıkmıştır ki, dünyaya ilim ve irfan çiçekleri saçmış, ülkelere adalet ve eşitlik armağan etmiş, cihat meydanlarında kanlarını sebil ederek muhtaç gönüllere hidayet nurunu serpmişlerdir. Peygamberimizin ahlâk ve yaşayışını onlardan öğreniyoruz. Tefsiri ve İslâm hukukunu onlardan öğreniyoruz. Saadet asrının yaşayışını, İslâm'ın nasıl yaşanması gerektiğini, o yüce dâva uğrunda nasıl fedakârlık yapılacağını onlarda görüyoruz. Allâh (cc) hepsinden razı olsun.-
Peygamberimizin (sav) yetim çocuklara apayrı bir şefkati vardı. Onlara çok müşfik davranırdı. Kendisi de yetim olarak büyüdüğü için, yetimliğin ne kadar acı ve zor olduğunu biliyordu. Yetimlere olan merhametinden dolayı, devamlı olarak onları korur, haksızlığa uğradıkları zaman haklarını arardı.
Ebû Cehil, bir yetimin vasisiydi. Çocuğun bütün malı yanındaydı, fakat ona hiç koklatmıyordu. Bir gün çocuk aç ve çıplak olarak geldi, kendisine ait malından bir-şey istedi. Ebû Cehil, azarlayarak yanından kovdu. Sonra da Kureyş'in ileri gelenleri çocukla alay ederek, "Muhammed'e git de, sana yardımcı olsun" dediler. Onların bu kötü niyetini anlamayan saf ve masum çocuk doğruca peygamberimize gitti ve halini arz etti. Peygamberimiz (sav) çocuğu yanına alarak doğruca Ebû Cehil'in evine gitti. Yetimin hakkını vermesini söyledi. Peygamberimizi karşısında gören Ebû Cehil hiç itiraz etmeden yetimin malını iade etti.
Rasulullah'a karşı Ebû Cehil'in bu uysallığını gören müşrikler, onunla alay ettiler. Ebû Cehil tuhaf bir haldeydi. Onlara şöyle dedi:
"Hayır, siz de benim yerimde olsaydınız, aynı şeyi yapardınız. Çünkü onun sağında ve solunda birer mızrak gördüm. Vermeyecek olsam bana saplanacaktı."
Peygamberimiz (sav) Hz. Ümmü Seleme ile evlendiğinde, beraberinde beş yetimi vardı. Peygamberimiz (sav) ona, beraberinde yetim çocukların bulunmasının evlenmesine bir engel olmayacağını söyledi ve öylece kabul etti. Bu çocukların babası Ebû Seleme (ra) seçkin sahabîlerdendi ve bir savaşta şehit olmuştu. Bu çocuklar Peygamberimizden, öz babalarını aratmayacak, hatta daha sıcak bir şefkat görmüşlerdi. Yapılan savaşlar sonunda şehit düşen Sahabîlerin çocukları yetim kalıyordu. Peygamberimiz bu çocuklara ayrı bir ilgi gösterir, onları yalnız bırakmaz, ihtiyaçlarını karşılardı. Bazılarını da bizzat kendi himayesine alırdı.
Peygamberimiz (sav) bir bayram namazından sonra mescitten çıktığında, çocukların neşe ve sevinç içinde oynadıklarını gördü. Bir duvarın dibinde de perişan kılıklı ve mahzun bir çocuk ağlayıp duruyordu. Çocuğun bu durumu efendiler efendisinin dikkatini çekti ve doğruca onun yanına vardı.
"Yavrum, neyin var, niçin böyle üzgün duruyorsun? Arkadaşlarınla birlikte niçin oynamıyorsun?"
Çocuk bir yetimdi. Babası Uhud'da şehit olmuştu. Annesi de başka biriyle evlenince çocuk sahipsiz kalmıştı. Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) çocuğun elinden tuttu. Başını okşadı, gönlünü aldı ve ona sevindirici bir haber verdi:
"Neden ağlıyorsun? Ben baban, Âişe annen, Fatıma kardeşin olsun, istemez misin?
Çocuk sevincinden uçacak gibiydi. Heyecanla, "Nasıl razı olmam, Yâ Rasulallah?" diyebildi.
Peygamberimiz (sav) ona ismini sordu: "Buceyr" dedi. "Hayır. Senin ismin Beşir olsun" buyurdu.
Peygamberimiz (sav) çocuğu aldı, evine götürdü. Yedirip içirdi, üstünü başını giydirdi. Karnı tok, sırtı pek olan çocuk bir süre sonra oynayan çocukların arasına karışmak üzere sokağa çıktı. Neden sevinmeyecekti? Babası Cennete gitmişti; ama şimdi babasının yerine geçen insan, bütün babaların en hayırlısıydı. Arkadaşları Beşir'in halindeki değişikliği görünce etrafına toplandılar. Merakla sordular:
"Sen daha önce ağlayıp duruyordun. Şimdi nasıl oldun da bu hale geldin?"
Beşir cevap verdi:
"Açtım, doydum; çıplaktım, giyindim; yetimdim, Rasulullah(sav) babam, Âişe(ra) annem oldu."
Bunun üzerine diğer çocuklar Beşir'e gıpta ederek şöyle dediler:
"Ne olaydı, keşke bizim de babalarımız Uhud'da şehit olaydı da, biz de öyle bahtiyar bir babaya kavuşmuş olaydık."
Peygamberimizin (sav) vefatına kadar Beşir bin Akra (ra), Efendimizin (sav) yanında kaldı. Peygamberimiz (sav) ebedî âleme göçtükten sonra Beşir için asıl yetimlik başlamış oldu. Şöyle ağlıyordu:
"İşte şimdi yetim kaldım, işte şimdi garip oldum."
Yetimin sadece başını okşamak bile çok büyük bir sevap ve Cennet müjdesidir. Efendimiz (sav) bu sevabı şöyle ifade buyururlar:
"Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını okşarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir ve sevap kazanır. Yanındaki yetime iyilik yapan kimse ile ben şu iki parmak gibi Cennette beraber olacağız." Daha sonra da orta parmağı ile işaret parmağının aralarını açarak gösterdi.
Kocası öldüğü halde çocuklarının başında bekleyen, onları büyütüp yetiştiren, hayâta hazırlayan, edep ve ahlâk öğreten, dul bir hanımın, Peygamberimizin (sav) gözünde çok büyük yeri vardır.
Şöyle buyuruyorlar:
"Cennetin kapısını ilk önce ben açacağım. Bununla birlikte bir kadının Cennetin kapısını açmak üzere beni geçtiğini görünce:
"Ne oluyor, sen kimsin?" diye sorarım. O da:
"Dünyada iken yetim kalan çocuklarımın başını bekleyen bir kadınım" diye cevap verir.
Yetim çocuklara bakmak, ihtiyaçlarını karşılamak, bakım ve eğitimleri ile meşgul olmak insanın şahsiyeti, karakteri ve ahlâkı üzerinde de büyük etki yapmaktadır.
Ebu'd-Derdâ (ra) rivayet ediyor:
Peygamber Efendimize bir adam geldi, kalbinin katılığından dert yandı. Rasulullah (as) ona şu tavsiyede bulundular:
"Kalbinin yumuşak olmasını, ihtiyacın olan şeylere kavuşmayı ister misin?
"Öyle ise yetime şefkat göster, başını okşa, yediğinden ona yedir ki, kalbin yumuşasın ve muhtaç olduğun şeylere kavuşasın."
Peygamberimizin şefkat ve merhametinden en çok istifade eden sahipsiz ve kimsesiz insanların başında köleler geliyordu. İslâm nurunun ilk doğduğu sıralarda başta Bizans ve İran olmak üzere, Arabistan'da cahiliye âdetleri arasında kölelik bütün şiddet ve dehşetiyle devam ediyordu. Kabileler arasındaki çarpışmalar, yağmalar durup dinmeden aralıksız sürüyordu. Bunun neticesinde düşman tarafın insanları kadın, erkek, çocuk esir alınmıyor, kölelik ve cariyelik teşvik ediliyor, genişletiliyordu. Hatta her kabilenin nüfusunun hemen yarısını köle ve cariyeler teşkil ediyordu. Bunlar en zor işlerde çalıştırılıyor, hayvandan aşağı görülüyorlardı.
Araplar köleleri hiçbir şekilde hürriyetlerine kavuşturmazlar, azad etmezlerdi. Köleler ömür boyu esir olarak bırakılırlardı. Rasulullahın daveti sayesinde bu zavallı insanlar rahat bir nefes almaya başladılar. Zalim insanların kölesi olmaktan çıkıp, en büyük hürriyet olan Allah'a kulluk mertebesine erme imkânı buldular. Tarih boyunca bütün peygamberlerin davetlerine baktığımızda, davetin ilk halkalarının kölelerden, zayıf ve kimsesizlerden oluştuğunu müşahade ederiz.
Peygamber efendimiz (sav), bu insanların hürriyetlerine kavuşmaları için her türlü çabayı sarf etmiş, bu hususta ashabını teşvik etmiş, bilhassa Müslüman olan kölelerin bir an önce azad edilmeleri için başta Hz. Ebû Bekir (ra) olmak üzere zengin sahabîleri teşvik etmiştir:
"Bir kimse mü'min bir köle azad ederse, Allah o kölenin her azası karşılığında kendisinin bir azasını cehennemden azad eder" buyurarak peşin mükâfatı müjdelemiştir.
Sahabîler tarafından bir emir olarak kabul edilen bu teşvik, kısa zamanda gerek kendi ellerinde bulunan ve gerek müşriklerin zulmü altında inleyen mü'min kölelerin azad edilmelerini netice vermişti. Hz. Ebû Bekir'in (ra), müşrik efendilerinden satın alarak, işkenceden kurtarıp azad ettiği müslüman kölelerin sayısı kırkı bulmuştu. Hz. Bilâl-i Habeşî (ra) ve Suheyb bin Sinan (ra) gibi meşhur sahabeler bunlardan sadece ikisiydi.
Peygamberimiz (sav) kölelikten kurtulmuş insanları kendi hallerine bırakmaz, onları himaye eder, ticaret yapmak isteyenlere sermaye temin eder, iş kurmalarını sağlardı. Bazılarını da önemli görevlere getirirdi. Bilâl-i Habeşî'(ra)ye müezzinlik vazifesi vermiş, Zeyd bin Harise'(ra)yi ordu komutanlığına getirmiş, Ebû Rafi (ra) ve Hz. Sevban'(ra)ı kendi yanına alarak bizzat himaye etmişti.
Asırlardır devam eden bu kurumu bir anda tamamen kaldırmak o zamanın toplum yapısı içinde mümkün değildi. Her meselede olduğu gibi, bu hususta da Rasulullah (as) tedrici, yani yavaş yavaş benimseterek kabul ettirme prensibine dikkat etmiş, hiçbir sahabesini, kölesini azâd etmesi için zorlamamıştır. Kölelerini azad etmeyip çalıştırmak isteyenlere de sıkı sıkıya tenbihte bulunuyor, köle ve cariyelerine karşı şefkatli davranmalarını söylüyor, eziyet ve hakarette bulunmamaları için ikaz ediyordu. En kısa zamanda da azad etmelerini tavsiye ediyordu:
"İhtiyacınız bitene kadar onlar size hizmet etsin. İhtiyacınız kalmayınca da azad edin" buyuruyordu.
Peygamberimiz kölelerin hak ve hukuklarına dikkat edilmesi konusunda o kadar titiz davranıyordu ki, Hz. Ali'(ra)nin rivayetine göre, "Resulullahın vefatından önce en son sözü 'Namaza dikkat edin namaza' ve 'Elinizin altında bulunan kölelerinize eziyet etmede Allah'tan korkun' idi."
Sahabîlerden birisi gelerek "Ya Rasulallah, bir kölenin kaç suçunu bağışlayayım?" diye sordu.
Soru üç defa tekrarlandıktan sonra Peygamberimiz şöyle cevap verdi:
"Günde yetmiş defa affediniz."
Peygamberimiz, kölelere hiçbir şekilde eziyet edilmemesini, onlara hakarette bulunulmamasını, zarurî ihtiyaçlarının ihmal edilmemesini tavsiye ederdi. Bir gün Hz. Ebû Zer (ra) kölesiyle birlikte yolda gidiyordu. Kendi sırtındaki elbisesinin aynısı kölesinin sırtında da bulunuyordu. Bu durum diğer sahabîlerin dikkatini çekti. Ebû Zer'e (ra) şöyle dediler:
"Kölenin sırtındaki elbiseyi alsan, kendininkine eklesen içli dışlı güzel bir elbise olurdu, ona da başka bir giyecek verirdin."
Bunun üzerine Hz. Ebû Zer (ra) onlara Resulullah'(sav)tan işittiği bir hadisi hatırlattı. Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyordu:
"Onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin hizmetinize vermiştir. Kimin kardeşi elinin altında ise, ona kendi yediğinden yedirsin, kendi giydiğinden giydirsin. Gücünün yetmeyeceği bir şeyi ona yüklemesin. Eğer yüklerse ona yardımcı olsun."
Daha önce köleler efendilerine "sahibim" manasında "rabbî" veya "rabbetî" derler, efendiler de kölelerine "kölem ve cariyem" diye hitap ederlerdi. Bu durumu hoş görmeyen Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu:
"Sahipleri kölelerine 'oğlum veya kızım' desin, köleler de efendilerine 'seyyidî' (efendim) desin. Siz hepiniz Allâh'ın (cc) kulusunuz, Rabb ise ancak Allah'(cc)tır."
Peygamberimizin (sav) bu güzel davranışından ve engin şefkatinden dolayı hürriyetlerine kavuşan köleler kabile ve ailelerinin yanına gitmek istemez, Peygamberimizin hizmetinde bulunmayı, onunla birlikte olmayı tercih ederlerdi.
Efendimizin (sav) azadlı kölesi Zeyd bin Harise (ra), azad edildikten sonra peygamberimizi, babasına ve amcasına tercih etmiş, Rasulullahla (sav) birlikte kalmayı seçmişti.
İslâmın şefkat güneşi dünyayı aydınlatmadan önce kadınlar ve kız çocukları çok perişan haldeydiler. O zamanın iki büyük devleti olan Bizans ve İran'da buna Araplar da dahil olmak üzere, insanlık kız çocuklarını ve kadınlarını çok hor görürdü. Onları bir insan olarak kabul etmez, bir eşya gibi değer biçer, alıp satarlardı. Kadının hiçbir sosyal hakkı yoktu, onları şefkat ve merhametten yoksun kıldıkları gibi, mal ve mirastan da uzak tutarlardı.
Peygamberimizin bütün insanlığı kuşatan şefkat ve merhameti kısa zamanda kadınlar üzerinde de görülmeye başladı. Onları insanların ayakları altında ezilmekten kurtararak o kadar yüceltti ki, "Cennet anaların ayakları altındadır" buyurarak, Cennete girmeyi annelerin rızalarıyla eş tuttu. Kadınlara iyilik yapmanın, onlara şefkatli davranmanın, imanın bir alâmeti olduğunu beyan ederek bu meseleye büyük önem verdi.
"Kim Allah'a ve âhiret gününe iman etmişse, komşusuna eziyet etmesin. Kadınlara da iyiliği tavsiye ediniz. Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en eğri tarafı da üst tarafıdır. Onu doğrultmak istersen kırarsın. Olduğu gibi bıraktığın takdirde de daima eğri kalır. Bunun için, kadınlara her zaman iyiliği tavsiye edin" mealindeki hadis-i şerifle Peygamberimiz (sav), kadınların hem maddî yapılarını, hem de ruhsal durumlarını ifade ederek, onlara anlayışlı davranmayı, kusur ve eğriliklerine tahammül edip sabır gösterilmesini tavsiye etti.
Peygamberimiz (sav) özellikle yaşlı kadınların kalplerini kırmaz, hatıralarını hoş tutardı. Davet ettikleri zaman reddetmezdi. Bir seferinde Hz. Enes'(ra)in büyükannesi Peygamberimizi yemeğe davet etti. Peygamberimiz de daveti kabul ederek evlerine gitti. Kadıncağızı sevindirmek için de ona namaz kıldırmak istedi. Kendisi imamlığa geçti, Hz. Enes (ra), büyükannesi ve kölelerinin meydana getirdiği bir cemaate iki rekât namaz kıldırdı.
Yola çıkıldığında kafilede kadınlar varsa Peygamberimiz (sav) onların rahat etmesi için her türlü tedbiri alırdı. Bir sefer esnasında Enceşe adında Habeşistanlı güzel sesli bir köle, vezinli ve kafiyeli şiirleri makamla söylüyordu. Böylece develer daha hızlı yürüyordu. Develerin hızlı bir şekilde yürümesi üzerine kadınların rahatsız olduğunu fark eden Peygamber Efendimiz (sav), Enceşe'yi ikaz etti:
"Ey Enceşe, hayvanlarını yavaş sür! Üzerindekiler cam bardak gibidirler"
Peygamberimizin (sav) şefkat ve merhametinin en canlı örneğini çocuklar üzerinde görüyoruz. Peygamberimizin (sav) çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı. Bir çocuk gördüğü zaman Peygamberimizin mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi. Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm verir, halini hatırını sorardı. Binekli bulunduğu zaman çocukları atının terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, öğütler verirdi. Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.
Peygamberimiz (sav) özellikle kendi çocuk ve torunlarına çok düşkündü. Onlar için şefkatli bir baba, merhametli bir dedeydi. Hz. Enes (ra) diyor ki:
"Çoluk çocuğuna Peygamberimizden daha şefkatli bir kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim'in -Medine'nin- Avali semtinde oturan bir süt annesi vardı. Beraberinde ben de bulunduğum halde Rasulullah, sık sık oğlunu görmeye giderdi. Varınca, demircinin duman dolu evine girer, oğlunu kucaklar, koklar, öper ve bir süre sonra da dönerdi."
Erkek evlatlarının hepsi daha önceden vefat etmişti. En son Mâriye Validemiz'den bir erkek çocuğu (İbrahim) dünyaya gelmiş o da yaşamamıştı. Oğlu İbrahim'in ölümü karşısında O (sav), dünya kadar hadiseyi göğüslemiş ve her şeyi aşmış bu büyük şefkat kahramanının gözleri dolu dolu olmuş ve onu kucağına almış, derin bir sevgiyle bağrına basmış ve hüznünü gözyaşlarıyla süslemişti. O'nun bu durumunu istiğrab edip de hayretle bakanlara, "Gönül mahzun olur, gözler ağlar; ancak Allah'ın dediğinden, Allah'ın hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz." buyurmuştu.. Evet O (sav), insanların en merhametlisi ve en şefkatlisiydi.
Peygamber efendimiz (sav), Hazret-i Fatıma'nın iki oğlu Hasan ve Hüseyin'i (ra) çok severlerdi. Onları kucağına alır, omuzuna çıkarır, okşar, sırtında taşır, oyun oynar, isteklerini yerine getirirdi. Peygamberimiz (sav) vefat ettiğinde Hz. Hasan (ra) 7, Hz. Hüseyin (ar) 6 yaşındaydı. Yani Rasulullah (sav) hayatta iken Hasan ve Hüseyin çok küçük yaşlarda idiler.
İşte Peygamberimizin iki torununun şahsında çocuklara gösterdiği sevgi ve şefkat örnekleri:
Bir gün Peygamberimiz (sav) minberde hutbe okurken Hasan ve Hüseyin'in düşe kalka mescide girdiklerini görür. Konuşmasını yarıda keserek aşağı iner, onları tutar, bağrına basar:
"Cenab-ı Hak, 'Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir' buyururken ne kadar doğru söylemiştir. Onları görünce dayanamadım" dedikten sonra konuşmasına devam eder.
Hz. Zübeyir (ra) anlatıyor:
"Bir gün gözümle gördüm. Peygamber Efendimiz (sav) secdede iken Hasan geldi, sırtına bindi. Çocuk kendiliğinden ininceye kadar Peygamber Efendimiz de onu indirmedi. Peygamber Efendimiz (sav) namazda iken bacaklarını açar, Hasan da bir taraftan girer, öbür taraftan çıkardı."
Abdullah bin Mes'ud (ra) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sav) namaz kılarken secdeye varınca Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına bindiler. Oradakiler karışmak isteyince, Peygamber Efendimiz (sav) onlara karışmamaları için işaret etti. Namaz bittikten sonra da kucağına aldı ve şöyle buyurdu:
"Kim beni seviyorsa, bunların ikisini de sevsin."
Enes bin Mâlik (ra) anlatıyor:
"Bir defasında Peygamber Efendimiz (sav) secdede iken Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına çıktılar. İninceye kadar Peygamberimiz secdeyi uzattı.
"Oradakiler sordu:
"Yâ Resulallah, secdeyi uzatmış olmadınız mı?"
"Peygamber Efendimiz (sav) buyurdular ki:
"Oğlum sırtıma çıkınca acele etmekten çekindim."
Katâde (ra) anlatıyor:
"Bir defasında Peygamberimiz (sav), kızı Zeynep'ten olan torunu Ümame kucağında olduğu halde yanımıza geldi ve o şekilde namaza durdu. Rükûa varırken çocuğu yere bırakıyor, kalktığı zaman da kaldırıyordu."
Peygamberimiz (sav) bir yere davet edilmişti. Yolda Hz. Hüseyin'i (ra) gördü. Hüseyin kollarını açıp koşarak dedesine geleceği anda birdenbire yön değiştirip bir tarafa kaçtı. Bu hareketi birkaç defa tekrarladı. Peygamberimiz (sav) de peşinden koşuyordu. Sonunda yakaladı, bağrına bastı:
"Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim" buyurdu.
Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin'i (ra) sırtına alır şurada-burada dolaştırırdı. O seviyedeki bir insan çocuğu sırtına alır ve halkın içine öyle çıkar mıydı? O (sav), alır ve çıkardı. Böyle yaparken de, onların gelecekte kazanacakları şerefi âdeta istikbal ederdi. Bir gün Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) sırtında iken hane-i saadetten içeriye Hz. Ömer (ra) girdi. Onları böyle şerefli bir yerde görünce "Ne güzel bineğiniz var" dedi. Ve hemen Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurdu: "Ya ne güzel süvariler onlar!" Onlar bu meselenin şuurunda veya değildirler. Fakat Allah Rasûlü (sav) onları işte böyle onore ediyordu. Bir başka defasında da Hz. Hasan'a:"Ne güzel bineğin var" diyene karşı: ne güzel binici!" cevabını yetiştirmişti.
Peygamber Efendimiz (sav) çocukların ağlamalarına dayanamaz, onların susturulmasını isterdi. Sevgisi ve şefkati çocukların ağlamasına dahi müsaade etmezdi. Hanımlarını sıkı sıkıya tembih eder, Hüseyin'den söz ederek, "Bu çocuğu ağlatmayın" der, ağlayan çocuğun susturulması konusunda da şöyle buyururdu:
"Kim ağlayan çocuğunu susturuncaya kadar gönüllerse, Cenab-ı Hak ona Cennette memnun olacağı kadar nimet verir."
Öyle ki, bazen ağlayan bir çocuk sesi duysa namazını bile kısaltır, annenin çocukla meşgul olmasına imkân verirdi. Peygamberimiz (sav) Mescitte namaz kıldırırken cemaatte çocuklu anneler de bulunurdu.
Çocuğa en çok annesi şefkat gösterir. Bir hadis-i şerifte annenin çocuğuna gösterdiği şefkatten dolayı büyük sevap kazanacağı müjdelenir. Olay şöyle gelişir:
Bir gün fakir bir kadın iki kızı ile Hz. Âişe'yi (ra) ziyarete gelmişti. Hz. Âişe(ra) de evde onlara ikram için bir tek hurmadan başka verecek bir şey bulamamıştı. O hurmayı anneye verdi. Anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirdi. Hz. Âişe (ar) bu durumu Peygamberimize (sav) anlatınca, Peygamberimiz (sav) o kadın için şu müjdeyi verdi:
"Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak, Cehennemden kurtuluşa vesiledir."
Peygamberimiz (sav), çocuklara olan şefkatinde bir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği aynı sevgi ve merhameti, diğer Sahabî çocuklarına da gösterirdi.
Peygamberimizin (sav) hizmetçisi Hz. Zeyd'in oğlu Üsame (ra) anlatıyor:
"Resulullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve 'Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Çünkü ben bunlara karşı merhametliyim' diye dua ederdi."
Bazı kimseler, Peygamberimizin Sahabî çocuklarını okşayıp öpmesini garip karşılıyorlardı. Kendilerinde pek olmayan bu güzel huyun, en güzel bir şekilde Peygamberimizde görülmesini tam olarak anlayamıyorlardı.
Akra b. Hâbis (ra), Allah Rasûlü'(sav)nün, Hz. Hasan ve Hüseyin'i kucağına alıp sevdiğini görünce: "Benim on çocuğum var; daha hiçbirini öpmüş değilim" dedi. Allah Rasûlü (sav) şöyle cevap verdi: "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz."
Bir başka hadis: "Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin."
Diğer bir rivayette ise verdiği cevap şöyledir: "Allah senin kalbinden merhamet duygusunu almışsa, ben sana ne yapabilirim ki?"
Peygamberimizin (sav) barış zamanındaki bu güzel davranışı savaş esnasında da devam ederdi. Savaş sırasında çocukların öldürülmemesini öğütler, onlara iyi davranılmasını tembih ederdi. Bir savaş esnasında birkaç çocuk iki tarafın arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. Peygamberimiz (sav) bu hadiseye çok üzüldü.
Sahabîler, "Ya Resulallah, onlar müşrik çocuklarıdır, niçin üzülüyorsunuz?" diye sordular.
Peygamberimiz (sav), "Onlar doğdukları gibi duruyorlar. Sakın çocukları öldürmeyin, aman çocukları katletmeyin. Her can ilk yaratılışta tertemizdir" buyurarak konuya dikkatlerini çekti.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve bir merhamet denizi olan Sevgili Peygamberimizin şefkat ve merhameti sadece insanlara mahsus değildi, aynı zamanda hayvanları da kapsıyordu. Çünkü, onlar da can ve ruh taşıyordu. Peygamberimiz (sav), Cahiliye Araplarının bu konudaki çirkin âdetlerini de kökünden kazıdı. Hayvanların da merhamete muhtaç olduklarını öğretti.
Araplar, hayvanlara çok kötü ve merhametsizce hareket ederlerdi. Canlı hayvanları ok atışlarında hedef dikerler, kendi hayvanlarını diğerlerinden ayırmak için kulak ve kuyruklarını keserler, hatta dağlarlardı. Çölde acıktıkları zaman canlı devenin hörgücünü yarıp bir parça yağ çıkararak pişirip yerler, susadıkları zaman da hayvanın damarını keser, bir miktar kan alırlar, tekrar dikerlerdi. Peygamberimiz bütün bu alışkanlıklardan onları vazgeçirdi. Hayvana bir işaret konulsa bile, en az acıyacak yere konulmasını tavsiye etti. Peygamberimiz hayvanlara fazla yük vurulduğunu, aç ve susuz bırakıldıklarını veya bünye ve yaratılışlarına aykırı bir işte kullanıldıklarını görünce, bunu yapmamalarını söylerdi.
O (sav), hayvanlara karşı şefkatli davranmayı şöyle ibretli ve müşahhas misallerle anlatır. Allah Resûlü'nün (sav) anlattığı bu iki örnek unutulacak gibi değildir: "Allah(cc), bir köpek yüzünden, ahlâksız bir kadını affedip cennetine aldı. Köpek bir kuyunun başında, susuzluktan dili sarkmış bir vaziyette soluyup duruyordu. Tam o esnada oradan geçmekte olan bu kadın, köpeğin halini görünce dayanamadı. Hemen belinden kemerini çıkarıp ayakkabısına bağladı, bununla kuyudan su çıkarıp köpeğe içirdi, böylece köpek ölümden kurtuldu. İşte bu kadının bir köpeğe karşı bu davranışı onun affına vesile oldu ve Allah (cc), onu cennetine koydu."
Aksi kutupta ikinci örneği de Allah Rasûlü (sav) şöyle anlatıyor: "Bir kadın bir kedi yüzünden cehenneme girdi. Ne o kediye yedirdi, içirdi ne de salıverdi. Ve kedi açlıktan öldü. O kadın da bu yüzden cehenneme girdi."
Sahabîler "Yâ Resulallah, hayvanlara iyilik etmekte bize bir mükâfat var mı?" diye sorduklarında, Peygamberimiz (sav) şöyle cevap verdi:
"Canlı bir hayvan için size mükâfat vardır."
Peygamberimiz (sav), hayvanların aç susuz bırakılmasına hiç razı olmazdı.
Abdullah b. Cafer (ra) anlatıyor: "Allah Rasûlü (sav), yanında birkaç sahâbeyle bir bahçeye girdi. Bahçenin köşesinde zayıf mı zayıf bir deve vardı. Deve Allah Resûlü'nü görünce sicim gibi gözyaşı dökmeye başladı. İki Cihan Serveri hemen devenin yanına gitti. Bir müddet o devenin yanında kaldı, sonra devenin sahibini çağırtarak, deveye iyi bakması hususunda onu gayet sert îkaz etti."
"Hayvanlarınız hususunda Allah'ın sizi azaba çarptıracağından korkunuz."
Arapların eskiden beri yaptıkları bir âdetleri daha vardı ki, hayvanın sırtını hitap kürsüsü olarak kullanırlardı. Peygamberimiz (sav) bu âdeti de yasakladı ve şöyle buyurdu:
"Allah bu hayvanları, ancak güçlükle gidebileceğiniz yere kolayca gidebilmeniz için sizin emrinize verdi. Ayrıca yeryüzünü de yarattı. Diğer ihtiyaçlarınızı onların üstünde giderin."
Keyfi olarak hayvanlara, bilhassa kuşlara yapılan eziyetleri Peygamberimiz (sav) hiç hoş karşılamaz, onların hakkına dikkat edilmesini isterdi. Bir başka hâdiseyi de nakledip bu hususu da noktalayalım: Bir muhârebeden dönülüyordu. Dinlenme vaktinde, sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıp sevmeye başlamışlardı. Tam o sırada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce, orada çırpınıp pervaz etmeye başladı. Allah Rasûlü (sav) bu duruma muttalî olunca fevkalâde celallendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu. Evet, O'nun rahmeti hayvanları da kuşatıyordu. Zaten Allâh(cc), geçmiş peygamberlerden birini karınca yuvası yüzünden itâp etmemiş miydi?
Şimdi bu ve emsali vak'aları bize nakleden Allah Resûlü'nün başka şekilde davranması mümkün mü? Sonra, O'nun ümmetinden öyleleri yetişecektir ki, adları "karınca çiğnemez efendi" olacaktır. Çünkü onlar ayaklarına zil takacak ve yolda böyle yürüyeceklerdir. Ta haşereler zilin sesiyle uzaklaşsın ve ayak altında kalıp ezilmesinler... Aman Allah'ım! Bu ne derin, bu ne cihanşümul bir şefkat ve merhamet örneğidir. Evet O'nun rahmet dairesinden karıncalar dahi istisna edilmemiştir. Karıncayı bile ezmeyen bu insanlar acaba başkalarına zulmedebilirler mi?
Mina'da bulunduğu bir sırada, taşların arasından bir yılan çıktı. Sahabe Efendilerimiz de hemen yılanın üzerine üşüştü. Ancak yılan kaçmayı başardı. Bu manzarayı uzaktan seyreden Allah Rasûlü (sav): "O sizin, siz de onun şerrinden kurtuldunuz", buyurdu. Burada Allah Rasûlü (sav), sahabinin yapmak istediğine de şer diyordu. Zira, öldürülen yılan da olsa, dünya nizamında bir yeri vardır. Böyle dengesiz her ölüm, ekolojik dengeyi bozacak ve telafisi zor bir arıza meydana getirecektir.
İbn Abbas (ra) anlatıyor: "Allah Resûlüyle bir yere gidiyorduk. Birisi, kesmek üzere bir koyunu bağlamış, koyunun gözü önünde bıçağını biliyordu. Allah Rasûlü (sav) bu şahsa: "Onu defalarca mı öldürmek istiyorsun?" buyurdu.
Hayvanlara acıyıp, şefkat gösterildiği takdirde sevaplı bir iş yapılmış olduğunu da belirten Peygamberimiz (sav) şöyle buyururlar:
"Kesilecek hayvan bile olsa, merhamet edene, kıyamet gününde Allâh (cc) rahmet eder."
Peygamber efendimiz (sav) kendi yakınlarına ve sahabîlerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pek çoğunun iman etmesine vesile olmuştur.Hz. Aişe (ra) validemizin de buyurduğu gibi, Peygamberimiz (sav) yaratılışı icabı, kendisine kötülük edene kötülükle karşılık vermez; affeder ve intikam almaya da yanaşmazdı. Bu üstün vasıflardır ki, düşmanları tarafından bile takdir edilmiş, sevilmiş ve sevgisini onların kalbine de ulaştırarak, ebedî kurtuluşlarına vesile olmuştur. Allah Rasûlü (sav), mü'min, kâfir ve münafık, herkesin kendisinden istifâde ettiği rahmet timsali bir insandı. Allah Resûlü'nün temsil ettiği rahmetten, sadece mü'minler istifâde etmemiş, aynı zamanda O'nun temsil ettiği rahmetten mü'minlerin yanında, kafir ve münafıklar da istifâde etmişlerdir.
Peygamberimiz (sav) savaş dışında, düşmanlarından kendine sığınan, teslim olan ve bağışlanmayı dileyenleri yüz üstü çevirmemiş, ricalarını kabul ederek affetmiştir. İmkânı olduğu, gücü yettiği halde, Rahmet Peygamberi olduğunu bir sefer daha göstermiş, düşmanlarını affetme büyüklüğünü göstermiştir.
Ebû Süfyan, Hicretten önce Peygamberimize Mekke'de bulunduğu süre içinde her türlü işkence ve eziyeti yapmaktan geri kalmamıştı. Medine'ye hicretinden sonra da onu rahat bırakmadı. Peygamberimize karşı yapılan bütün düşmanca hareketlerin başında o bulunuyordu. Kureyş'in başına geçerek müşrikleri devamlı Müslümanların aleyhine geçiriyor, ordu kurarak savaşa hazırlıyordu. Uhud ve Hendek savaşlarında müşrik ordusunda başkumandandı. Bu savaşlarda pekçok Müslümanın kanını dökmüştü.
İşte böyle bir müşrik reisi Mekke'nin fethi esnasında Peygamberimizin karargâhına getirildi. Bir gece bekledikten sonra da İslâmı kabul etti. Peygamberimiz (sav) kendisine yaraşan büyüklüğü gösterdi. Onu affetti. Bununla da kalmayarak, ona bazı imtiyazlar verdi. "Ebû Süfyan'ın evine kim girerse güvendedir" dedi.
Mekke'nin fethine kadar, düşmanlarının O'(sav)na yapmadığı tek kötülük kalmamış gibidir. Düşünün bir kere; size karşı boykot yapacak, sizi evinizden, yuvanızdan edecek, bir çöl ortasına bırakacak, sonra da zehir zemberek bir ahitnameyi Kâbe'nin duvarına asacak ve diyecekler ki: "Kovduğumuz bu insanlarla çarşı-pazarda alış veriş etmek, onlardan kız alıp vermek yasaktır..." Ve sizi bu ağır şartlar altında üç sene o çölde tutacaklar.. yakınlarınız bile yardım edemeyecek ve siz orada ağaç-ot-kabuk yiyerek hayatınızı sürdürmeye çalışacaksınız.. çocuklar, yaşlılar açlıktan ölecekler.. hiç mi hiç insanlık ve mürüvvet görmeyeceksiniz.. sizin için ölüm planları kurulacak.. bunlar yetmiyormuş gibi, sonra öz vatanınızdan çıkarılacak ve başka yerlere sürüleceksiniz.. hatta orada da rahat bırakılmayıp çeşitli hile ve desiselerle her gün ayrı bir tehdît altında bulundurulacaksınız.. sonra Bedir'de, Uhud'ta, Hendek'te defaatla onlarla yaka-paça olacak ve hep incitileceksiniz.. hatta, Kâbe'yi ziyaret gibi en tabiî haklarınızdan mahrum bırakılacaksınız.. bundan da öte, aleyhinizde zahiren en ağır şartları kabul ederek geriye döneceksiniz ve ardından Cenab-ı Hakk, lütufta bulunacak, büyük bir ordunun başında Mekke'yi fethedip; oraya hâkim olacaksınız, acaba onlara karşı muâmeleniz nasıl olurdu? "Gidin, hepiniz hürsünüz, bugün size kınama yoktur", diyebilir miydiniz? Ama, O(sav), sırtında zırhı, başında miğferi, elinde kılıcı, terkisinde okları atını mahmuzlamış Kâbe'ye girerken aynı zamanda bir şefkat kahramanıydı. Önünde zelil bir şekilde yığılmış olan Mekkelilere sordu: "Bugün benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?" Hepsi birden cevap verdi: "Sen kerim oğlu kerimsin? Senden ancak kerem beklenir!"
O da, Hz. Yusuf'un kardeşlerine dediği gibi dedi: "Bugün size kınama yoktur. Allah sizi bağışlasın, O Erhamürrâhimin'dir."
Peygamber ordusu Mekke'ye girince, İslâm safına giren pekçok insan bulunuyordu. Ebû Süfyan'ın hanımı Hind de Kureyş kadınlarıyla birlikte yüzü örtülü olarak Peygamberimizin huzuruna geldi. Müslüman olarak affını diledi. Peygamberimiz (sav) onu tanımıştı. Fakat belli etmedi. Yaptıklarını hiç yüzüne vurmadan affetti. O Hind ki, Uhud Savaşında Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalıp şarkı söyleyerek müşrikleri savaşa kızıştıranların başında geliyordu. Peygamberimizin sevgili amcası Hz. Hamza (ra) şehit düşünce, onu parça parça etmiş, kin ve ihtirasını yenemeyerek ciğerini çıkarıp dişlemişti. Bu hali gören Peygamberimizin içi parçalanmıştı. Fakat onun şefkat ve merhameti her zaman üstün geldi. En azılı can düşmanını bile, iman ettiği için affetti. Bu esnada nefreti sevgiye dönüşen Hind, "Bugün senin meclisinden daha sevimli bir meclis görmüyorum" diyerek takdirini gizleyememişti.
Hz. Hamza'nın katili Vahşi de Mekke'den kaçarak bir müddet kabileler arasında gizlendi. Fakat emin bir yer bulamıyordu. Sonunda birisi kendisine "Sen kendin için en güvenli yeri, ancak onun yanında bulabilirsin; git, Rasulullah'tan af dile" dedi. Vahşi çekinerek ve sıkılarak Rasulullah'ın huzuruna girdi. Peygamberimiz (sav) Vahşi'yi görür görmez başını yere eğdi. Ona bakamıyordu, çünkü o anda amcası Hz. Hamza'nın al kanlar içinde bulunan başı gözünün önüne geldi. Mübarek gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Katil, karşısındaydı ve kısas yapabilirdi. Kimse de bir şey diyemezdi. Fakat o yine büyüklük göstererek Vahşi'yi affetti. Fakat bir daha gözüne görünmemesini söyledi. Çünkü her gördüğünde gözünün önüne amcası Hz. Hamza(ra) geliyor, içi yanıyordu. <