“KIZGIN ATEŞTEN UZAK KALDIN, BİR RAB DÜŞÜNCESİYLE AYDINLANARAK” - rahle.org

“KIZGIN ATEŞTEN UZAK KALDIN, BİR RAB DÜŞÜNCESİYLE AYDINLANARAK” - rahle.org

“KIZGIN ATEŞTEN UZAK KALDIN, BİR RAB DÜŞÜNCESİYLE AYDINLANARAK”


Facebookta Paylaş
Tweetle

Orhan ÇOLAK

 Başlıktaki bu söz, Haniflik dinine bağlı olanları aramak için bulunduğu bölgenin önemli şehirlerini dolaşmaya karar veren Zeyd b. Amr’ın öldürülmesi üzerine Varaka b. Nevfel’in ağlayarak söylediği şiirin bir mısrasıdır.

Şiir, Muhammed b. İshâk’ın Kitâbü’l-Meğâzî’sinde geçiyor. Bu şiirin hikâyesine daha sonra dönmek üzere ara verip öncelikle kitapla ilgili bir hususa temas edelim.

Erken dönemde yazılan meğazi/siyer kitaplarından olan bu eseri okuduğumda beni şaşırtan şeylerden biri de; eserin oldukça fazla sayıda şiir formunda rivâyetleri içermesi olmuştu.

Abdu’l-Muttalib ve Ebu Talib’ten oldukça fazla sayıda olmak üzere, Abdu’l-Muttalib’in kızları, Varaka b. Nevfel, Hz. Hamza, Hz. Osman, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah b. el-Haris, Ka’b b. Malik, Hassan b. Sâbit, Ebu Izze, Ebû Süfyan, Muhaysa, Ebu Cehil ve daha burada saymadığım başka sahabe ve müşriklerin şiirleri yer almaktadır Kitâbü’l-Meğâzî’de.

Kitabın rahmetli Muhammed Hamidullah tarafından kaleme alınan, uzunca bir makale boyutundaki önsözünde de üstad şiirin Arap tarihinin önemli kaynaklarından birisi olması anlamında “Şiir, Arab’ın divanıydı.” şeklinde bir cümle sarfeder.

Kadîm Arap şiiri, içinde üretildiği ortamı yalın ve açık biçimde tasvir etmesiyle Araplar’ın içinde yaşadığı çevreye, gelenek ve âdetlere ilişkin bilgiler ihtivâ eden bir bilgi kaynağıydı. Şiir söylemeyen, şiirle irtibatı olmayan fert neredeyse yoktu. Şiir aynı zamanda panayırlar vesilesiyle yaygınlık kazanıyor kamusallaşıyordu. Genelde bir duygu yoğunluğu ardından, yaşanmış çarpıcı bir olayın ardından söylenirdi. İbn İshâk’ın eserinde de rivayeti yapılan her şiirin öncesinde genelde hayatın olağan akışından kişiyi uzaklaştıran sarsıcı bir olayın ya da duygulanma halinin yaşandığını görürüz. Şiirle ilgili parantezi burada kapatıp bahsetmek istediğim asıl şeye geçelim.

Başlıktaki mısra, Haniflik dinini arayan Kureyşli bir kaç kişi arasında ismi geçen Zeyd b.Amr için söylenmişti. Bu yazıda Kitâbü’l-Meğâzî’de geçtiği şekliyle Haniflik dinini arayanların arayışlarına ve Mecusi bir ailenin ferdi olarak Selman-ı Farisî’nin hak dini arayışına odaklanacağız.

Mekkeliler Kâbe’yi tavaf etmekte, orada Allah’ı zikretmekte, ama özellikle kurbanlarında ve diğer adetlerinde Allah’a şirk koşmaktaydılar. Zeyd b. Amr, Varaka b. Nevfel, Osman b. el-Huveyris, Ubeydullah b. Cahş, bu dört kişi, bir bayram günü Kureyşliler kurban keserlerken onları izliyorlardı. Baş başa kaldıkları bir esnâda bu dört kişi birbirlerine “Birbirinize dost olun ve birbirinizi koruyun” derler, kavimlerinin doğru bir yolda olmadığından, putlara tapınmanın saçmalığından bahsederek yeni bir din arayalım derler ve İbrahim Aleyhisselam’ın dini demek olan Haniflik dinini aramak üzere yola düşerler. Varaka b. Nevfel Hristiyan olur ve Hristiyanlıkta derinleşir. İbn İshâk, içlerinde işi ve tavrı en düzgün olan Zeyd b. Amr’dı diye aktarır. Putlardan uzak durur, Yahudilik ve Hristiyanlık’tan da. Sadece Allah’ı birliyor ve ondan başkasını tanımıyordu. Kavminin kestiği kurbanları yememesi onun inancını belli etmek sergilediği en bilinen tavrıydı. “Allahım! Eğer sana ibadet yollarının en güzelini bilsem, sana onula ibadet ederim, fakat bilmiyorum.” derdi.

Şöyle bir şiir söylediği rivayet edilir:

Kendimi ağır kayaları taşıyan arzın teslim olduğu varlığa teslim ettim.

Kendimi tatlı saf sular taşıyan bulutların teslim olduğu varlığa teslim ettim.

Çünkü onlar bir beldeye sevk olundukları zaman itaat ederler, oraya dolu kovalarla su dökerler.

Yüzümü, halden hale döndürülen rüzgârın teslim olduğu varlığa teslim ettim.

Zeyd, Hz. İbrahim’in dini Haniflik’e bağlı olanları arayıp bulmak için Mekke’den ayrılmayı kafasına koymuştu. Önce Şam’a gider, oradan Musul’a ve Musul’dan tekrar Şam’a. Bu şehirlere yakın bölgeleri dolaştıktan sonra Bulka denilen bir yerde Hristiyanlık’ta derinleşmiş bir papazla karşılaşır ve O’na İbrahim’in dinini sorar. Papaz, bu dini bilenlerin öldüğünü ve ilminin kaybolduğunu söyler, ancak geldiği bölgede yani Hicaz’da İbrahim diniyle gönderilecek bir peygamberin gelmesinin yakın olduğunu ona müjdeler. Memleketine geri dönmesini öğütler. Şam topraklarında karşılaştığı Hristiyanlık ve Yahudilik’ten hoşnut olmayan Zeyd b. Amr Mekke’ye dönmek için yola koyulur. Lahm topraklarına (Irak’ın güneyi ucuna tekâbül ediyor) geldiğinde bölge halkı tarafından saldırıya uğrar ve orada öldürülür. (Zeyd’in oğlu Saîd, Hz. Ömer’le birlikte Resûl-i Ekrem’in yanına giderek, “Eğer babam size erişebilseydi iman ederdi, onun bağışlanmasını dileyebilir misiniz?” diye soracak, Resûl-i Ekrem de, “Elbette onun için istiğfar ederim, o tek başına bir ümmet olarak haşredilecektir” diyecektir.) Zeyd b. Amr’ın İbrahim’in dinini bulma arzusuyla Mekke’de başlayıp Lahm topraklarında son bulan yolculuğu takriben dört bin beş yüz kilometre sürmüştür. Bu dört bin beş yüz kilometre şimdilik burada kalsın, Kitâbü’l-Meğâzî’deki bir başka hikâyeye geçelim.

Selman-ı Farisî, İran’ın İsfahan şehrinin Cey köyündendi. Mecusilik dinine hizmet eden, kutsal ateşin sönmemesini sağlamakla görevli bir ateşperestti. İbn İshâk’ın anlattığına göre; bir gün babasının çiftliğine gitmek için yola düşmüşken bir Hristiyan kilisesine uğrar, kiliseden gelen bir sesi duyar ve oradakilere bu sesin ne olduğunu sorar, içeridekilerin namaz kıldığı cevabını alır, bakmak için kilisenin içine girer ve gördüğü şeyler hoşuna gider, güneş batıncaya kadar onların yanında oturur. Olanları babasına anlatınca babası, babalarının dininin o Hristiyanların dininden daha hayırlı olduğunu söyleyerek Selman’ı azarlar. Ancak Selman’da bir aydınlanma gerçekleşmiştir ve artık eski Selman değildir. Kendi yaktığı ateşe tapmaktansa, Hristiyanların tanrısına yakarmayı doğru bulur. Selman tanıştığı Hristiyanlardan, bu dini öğrenebilmek için Şam’a gidebileceğini öğrenir ve bir Hristiyan tüccar kafilesi ile Şam’a doğru yola çıkar. Selman-ı Farisî’nin hakikatın peşinde yolculuğu böyle başlar. Şam’da Hristiyanlar arasında en üstün kişinin bir psikopos olduğunu öğrenir ve onun yanında kalma ve onunla birlikte Tanrı’ya kulluk etme ve iyi/hayırlı şeylerin neler olduğunu öğrenme arzusunu açıklar. Selman psikoposun yanında kalırken bu adamın kötü bir adam olduğunu fark eder. Bu kişi dindaşlarına sadaka vermelerini öğütlüyor, ama fakirlere dağıtılmak üzere kendisine getirilen sadakaları dağıtmayıp toprağa gömüyordu. Bu, Selman’ın ilk hayal kırıklığıdır. Psikopos ölür, dindaşları onu gömerlerken Selman gerçeği ifşâ eder, gömülen hazineyi göstererek onları da iknâ eder, halk tâzimle gömmek üzere oldukları psikoposun cesedini bir ağaca asıp taşlar.

Ardından yeni bir psikopos gelir, bu faziletli bir insandır.  Selman psikoposun ölümüne kadar onun yanından ayrılmaz. Ölüm vakti gelince Selman’a kendi meşrebinde olan Musul’da tanıdığı birinin yanına gitmesini öğütler. Psikopos ölünce Selman Musul’a gider. Adamı bulur, durumu anlatır ve hüsnü kabul görünce adamın yanında kalmaya başlar. Ona da ölüm vakti gelince adam Nusaybin’den bir adamı Selman’a tavsiye eder. Nusaybin’e gider Selman, adamı bulur ve onunla beraber olur. Nusaybin’deki fâzıl kişi ise ölmek üzereyken Rûm topraklarında Amuriyye’de (Amuriyye, Afyonkarahisar ilinin sınırları içinde, Emirdağ ilçe merkezine 13 km uzaklıkta bir antik şehirdir) bir adamı tavsiye eder bu kez. “Onu bizim halimizde bulacaksın”, der. Selman Amuriyye’ye gelir. Adamı bulur, buraya yerleşir. Adamın ölüm vakti gelince bu kez Selman’a başka bir insanın yanına gitmesi tavsiye edilemeyecektir. “Bizim durumumuzda kimsenin kaldığını sanmıyorum” der adam Selman’a. “Fakat Harem’de çıkacak bir peygamberin zamanı senin gölgelendirdi. O, iki kayalık arasındaki şehirden, hurmalı ve çorak araziye hicret edecek. Şüphesiz onda peygamberliğine delalet eden alâmetler vardır. Onun iki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü vardır. Hediye kabul eder, fakat sadaka yemez. O ülkeye gidebilirsen git, çünkü onun gelme zamanı yakındır.” Selman Arap tâcirleri ile anlaşarak Arap memleketine gider. Yolda tâcirler tarafından zorla bir başka kişiye köle olarak satılır. Sözü daha fazla uzatmadan, Selman’ın nihayet arayışının son perdesinde Son Peygamber’le karşılaştığını, O’nda Amuriyye’deki adamın söylediği tüm alâmetleri fark ettiğini söylemekle iktifâ edelim. 

Mecusî iken yaşamış olduğu yerden başlayıp Allah Resûlü’nün bulduğu yere kadarki yolculuğu altı bin beş yüz kilometre sürmüştür Selman’ın.

Bu yolculukla birlikte Mâhbe İbn Bûzehmeşân, Selmân İbnü’l-İslâm’a dönüşür.

Hikâyenin bu noktasında bir başka şey daha olur. Allah Resûlü, Selman’a âzâd olmak için efendisiyle yazılı bir anlaşma yapmasını söyler. Anlaşmaya göre, üç yüz hurma fidanı dikip yetiştirmek ve kırk okka altın vermek şartıyla Selman hür bir insan olacaktır. Ashabdan herkes hurma fidanlarının dikilmesinde Selman’a yardım eder. Allah Resûlü Selman’a; “Fidanlar için çukur kazın, sonra bana haber verin, onları ben dikeyim.” der. Çukurlar kazılınca Allah Resûlü’ne fidanlar getiriliyor, o da her fidanı eliyle yerleştiriyor ve toprağın üzerini düzeltiyordu. Fidanların hiç birisi kurumaz. Diğer şart da Allah Resûlü’nün yardımıyla yerine getirilince, Selman hür olur.

“Aramak ve bulmak” bahis konusu olunca, bir gazetecinin “Niçin bu kadar çok düşünce-inanç değiştirdiniz, bundan sonra ne olacaksınız?” mealindeki sorusuna Roger Garaudy’nin nasıl karşılık verdiğine bir bakalım:

“Evet, arkadaşım bu saydıklarınızın hepsi doğru. Ama şunu bilmenizi isterim ki defineciler aradıkları hazineyi buluncaya kadar önce yatay olarak yüzeyde dolaşırlar. Ellerindeki cihaz üstünde durdukları yerin altında kıymetli bir maden olduğu sinyalini kendilerine verinceye kadar. Ondan sonra satıhta dolaşmayı bırakırlar ve kazmaya başlarlar. O ana kadar yatay devam eden arayışları artık dikey hale gelir. Benim hikâyem de böyle. Her nereye gittimse samimi olarak ontolojik yerimi arıyordum. Ama nereyi kazdımsa altından o çıkmadı. Şimdi ise bir yere geldim, çok canlı hissediyorum ayağımın altı kaynıyor. O noktanın adı İslam. Ama arayışım bitmeyecek. Şimdi de onun dikey katlarında kendimi aramayı sürdüreceğim…”

Yatay/ufkî düzlemde arayış bir yerde sonlanınca bu kez dikey/şakûlî eksende arayış devam ediyor.

Üzerinde olgunluğun işaretlerini fark ettiğiniz insanlardan şu sözün sâdır olduğuna şâhit olmuşsunuzdur: “Hâlâ talebeyim...” Hiç bir zaman kapanmayacak bir noksanlığın olduğuna ve o noksanlığı telafi etmek için hiç sonlanmayacak bir çabanın içinde olunması gerektiğine işâret eder bu söz.

Zeyd b. Amr’ın Mekke’de başlayıp dört bin beş yüz kilometre süren, Güney Irak’ta öldürülmesiyle sona eren yolculuğu, Selman-ı Farisî’nin altı bin beş yüz kilometre süren ve Medine’de Allah’ın Elçisi’ni bulduktan sonra da, Garaudy’nin ifadesiyle söylersek, dikey katlarda devam eden yolculukları bu çabanın örnekleridir.

Günler geçmekte, dünya işlerinin telâşesi içinde başlangıç ve son arasındaki varoluşumuzun anlamından uzak yaşayıp gitmekteyiz. Yöneldiğimiz şeylerin neler olduğuna bakarsak, uğruna yola düştüğümüz şeylerin neler olduğuna, hayatımızı anlamlı kılacak bir yol yürüyüp yürümediğimizi fark etmiş oluruz.

İnsan soyu içinde büyük imkânlar taşımakta. Bu imkânların varlık kazanması, modernitenin köşeye kıstırdığı insanın mütemadî samîmi bir arayış içinde olması, kendisi gibi yola revân olmuşlarla birlikte olması ve sürekli bir yakarış halinde olması gerekiyor. İtikadımıza göre; doğru yola eriştiren O’dur.



Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ