Tevbe: 122 Ayeti Bağlamında Cihad - rahle.org

Tevbe: 122 Ayeti Bağlamında Cihad - rahle.org

Tevbe: 122 Ayeti Bağlamında Cihad


Facebookta Paylaş
Tweetle

Necmettin Irmak

 

Giriş

Cihad, Allah’ın biz mü’minleri ifasıyla mükellef kıldığı temel farzlardan biridir. Kur’an-ı Kerîm bu farzı beyan eden onlarca ayeti içermektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in (sa) pek çok hadisi de bize bunu beyan etmektedir. Diğer yandan yine Hz. Peygamber’in (sa) ve onun ashabının (Allah hepsinden razı olsun) uygulamaları da, cihadın Müslümanca bir hayatın gerek ve yeter şartlarından olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Ne var ki İslam ümmetinin bela ve musibetlerle, kargaşa ve işgallerle, fitne ve tefrikalarla yüz yüze olduğu her dönemde, bu temiz ve mübarek amel üzerinde pek çok spekülasyon yapılmış, hem teori hem de pratiğinde karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Allah’ın -hem zihin hem amel yönüyle bulanıklıkların giderilmesi yönündeki– belli bir hikmete binaen farz kıldığı cihad, Müslümanların elinde tam tersi bir işleve neden olmuştur.

Bu durumun hem dâhili (biz Müslümanlardan), hem de haricî (İslam düşmanı işgalci ve emperyalistlerden) kaynaklanan sebepleri söz konusudur. Özellikle içinde yaşadığımız dönemde bu karışıklıklar daha da yoğunlaşmıştır. Zihin ve amel yönünden kifayetsizlikler ve buna bağlı olarak cihad ortamında bulunan kimi Müslümanların cihad esnasında ve cihad sonrasında ortaya koydukları problemli faaliyetler (tekfircilik gibi; kendi aralarındaki sorunları kan ve şiddetle çözmeye kalkışmaları ve birbirlerine düşmeleri gibi; cihad sonrası kazanılmış bir zafer söz konusu ise bunun akabinde baş gösteren iktidar kavgaları gibi) ve diğer taraftan genel olarak zihin işgaline uğramış ve düşmanlarının gücü karşısında korkuya kapılmış, dolayısıyla sıhhatli düşünce yapısına ve kendi oluşumunun gidişatına aykırı diye cihad ortamlarına tavır alan Müslümanların yaklaşımları … bu karışıklığın yoğunlaşmasını daha da arttırmıştır.

Müslümanların cihada dair düşüncelerinin oluşumunda Kur’an-ı Kerîm tabii olarak en başta yer alır. Gerek cihad kavramına farklı boyutlar katması yönüyle, gerek cihada izin veren veya emreden ayetlerin nüzul seyri yönüyle ve gerekse nesh gibi usul-i tefsir ve usul-i fıkıh yönüyle ortaya konan yaklaşımlar bir uçtan bir uca çeşitlilik arz etmiştir.

Bu çeşitliliği yansıtan ayetlerden biri Tevbe Suresi 122. ayettir:

“(Ne var ki) mü’minlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.”

Ayetin metnine bakacak olursak esasen çift boyutlu bir mana taşıdığını söyleyebiliriz. Şöyle ki:

Birinci boyut; müfessirlerin çoğunun ifade ettiği şekliyle, mü’minlerin bir kısmının savaşa çıkması, bir kısmının da geride kalıp dinde derin kavrayış sahibi olmaları ve savaşa gidenler geri geldiklerinde geride kalanların onları uyarması anlamındadır.

İkinci boyut ise Taberî ve Seyyid Kutup gibi müfessirlerin dile getirdiği, savaşa çıkan Müslümanların cihad dolayısıyla elde ettikleri derin kavrayışa binaen geride kalanları uyarması anlamındadır. Bu durumda ayetin meali şu şekildedir:

“İnsanların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdir. Ama her kabileden bir cemaatin dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldiklerinde, sakınmaları umuduyla onları uyarmaları için sefere çıkmaları gerekmez miydi?”

Bu iki boyutun yanında, kimileri de gerek ayetin siyak ve sibakına binaen ve gerekse nüzul sebeplerinden tercih ettiklerine binaen bu ayetin sefere/cihada çıkmak anlamında değil, ilim için topluca sefere çıkmak anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda da ayetin meali şu şekildedir:

“Fakat (yeni) mü’minlerin (dinde öğrenmek için) cumhur cemaat yola koyulmaları doğru olmaz; onlar arasından her gruptan birileri (Medine’ye) yola çıkmalı, dinde derin bir anlayış ve ilim elde etmek için (orada) çaba harcamalı ve kendi toplumları arasına geri döndükleri zaman da, onları uyarmalı değil mi? Belki de böylece (ileride doğacak) bir takım mahzurlar (önceden) engellenmiş olur.”

Ayetin Nüzul Sebebi

Taberî ve diğer müfessirler bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak çeşitli rivayetler zikretmişlerdir.

A. Mücahid’e göre bu ayet, çölde yaşayan bazı sahabeler hakkında nazil olmuştur. Resulullah onları, insanlara İslam’ı öğretmeleri için vahaya göndermişti. Bu sırada “Medine halkı ve çevresinde bulunan be­devilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleri yakışmaz.” ayeti nazil oldu. Bu sahabeler, Resulullah’tan geri kalmış sayılacaklarından ve bu ayetin kınadığı kişilerden olacaklarından korkarak, vahayı bırakıp Resulullah’ın yanına döndüler. Bunun üzerine Allah: “Mü’minlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez.” ayetini indirerek bu sahabelerin mazur olduklarını ve hepsinin, vahayı bırakıp Medine'ye gelmelerinin gerekmediğini bildirdi.

B. İkrime'den gelen rivayette ise bu duruma münafıkların sebep olduğu söylenir ve şöyle denir: “Gerek Medineliler için, gerekse onların çevrelerinde bulunan bedeviler için, Allah'ın Resulü'nden geri kalmaları ve kendilerini ona tercih etmeleri yaraşmaz.” ayeti nazil olduğunda münafıklardan bazı kimseler: “Muhammed'le birlikte sefere çıkmayan ve ondan geri kalan çöl halkı helak oldular deseniz ya.” dediler. Hz. Peygamber'in ashabından bazıları da bu arada çöldeki kavimlerine dinlerini öğretmek üzere çöle gitmişlerdi. İşte münafıkların bu sözleri üzerine Allah Tealâ: “Mü'minlerin hepsi de seferber olacak değillerdir. Her topluluktan bir taifenin dinini iyi öğrenmek ve kendisine döndüklerinde kavmini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi?” ayetini indirdi.

C. Bu hususta Mücahit şunu da ilave etmiştir: Sahabe-i Kiram’dan bazıları, çöllerde yaşayan bedevilere dini tebliğ etmek için gitmişlerdi. Diğer yandan sahabelerin bir kısmı da düşmanlara karşı savaşa çıkıyorlardı. Bu bedeviler, kendilerine dini tebliğ eden sahabelere demişlerdi ki: “Ne oluyor size? Arkadaşlarınızı bırakıp bize geldiniz.” Bunun üzerine tebliğde bulunan sahabeler bundan sıkıntı hissetmişler ve hepsi dönüp Medine’ye gelmişlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet nazil olmuş ve herkesin savaşa gitmesinin gerekli olmadığını beyan etmiştir.

D. Kelbî, İbn Abbas’dan (ra) rivayetinde der ki: Münafıkların cihada katılmamaları ve geri kalmaları sebebiyle onları ayıplayan ayetler nazil olunca mü'minler: “Vallahi Resulullah'ın çıkacağı hiçbir gazveden, göndereceği hiçbir seriyyeden asla geri kalmayacağız.” dediler. Resulullah (sa) düşmanlarına karşı seriyyeler görevlendirip gönderdiğinde bütün Müslümanlar seferber olup Hz. Peygamber'i Medine'de yalnız başına bıraktılar. İşte bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi.

E. Ali b. Ebi Talha'nın, İbn Abbas'dan (ra) rivayetine göre ise bu ayet cihad hakkında nazil olmamıştır. Bu ayetin nüzul sebebi şöyledir: Resulullah (sa) Bi'ri Maûne hâdisesinden sonra Mudar kabilesinin kıtlığa düşmesi için beddua etti. Bunun üzerine Mudar kabilesi kıtlığa düştü. Bu kabile, büyük topluluklar halinde Müslüman olduklarını söyleyerek akın akın Medine’ye gelmeye başladılar. Gerçekte Müslüman olmamışlardı. Onların, kalabalık gruplar halinde Medine’ye gelmeleri, sahabeyi sıkıntıya soktu. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Bazı düzenlememeler ile ilk dört rivayeti birleştirerek anlamak mümkündür. Hz. Peygamber'in Tebük savaşından sonra bizzat kendisinin herhangi bir savaşa katıldığı rivayet edilmemiştir. Aynı zamanda Ali b. Ebi Talib komutasında Yemen'e gönderdiği seriyye ve Üsame b. Zeyd komutasında bir orduyu donatması olayları dışında Hz. Peygamber'in seriyyeler gönderdiğini de bilmiyoruz. Kanaatimize göre Medine dışındaki Müslümanlar, önceki ayetlerin nazil olmasından sonra korktular ve cihada iştirak etmek, Hz. Peygamber'e arkadaşlık yapıp, ona kulak vermek ve dini bilgilerini artırmak için Medine'ye yöneldiler. Bu durum hem onlara hem de Medine halkına sıkıntı veriyordu. Ayet, onları bu konuda bilgilendirmek, ikna etmek ve işi hafifletmek amacıyla nazil olmuştur. Buna göre ayetin tek başına nazil olduğunu tercihle beraber ayet, önceki ayetlerle hem konu, hem de siyak açısından bağlantılıdır.

Ayetin Yorumu

Ayetin gramer açısından farklı anlamalara imkân veren bir söz dizimine sahip olması ve farklı nüzul sebeplerinin varlığı sebebiyle değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber, İslâm âlimleri genellikle bu ayette ilmin önemine değinildiğini kabul etmişler ve dinin sağlıklı bir biçimde tebliği için Müslümanların kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak derin bilgi sahibi kimseleri yetiştirmenin üzerlerine bir görev olduğunu söylemişlerdir.

Bununla beraber gerek ayetin içinde bulunduğu Tevbe suresinin genel karakteri ve gerekse ayetin siyak ve sibakı, Müslümanları cihada teşvik olması hasebiyle Taberi’nin, Hasan-ı Basrî'nin görüşü olarak da aktarılan şu yorumunu öncelemek gerektiğini düşünüyoruz:

“Bütün mü’minlerin savaşa çıkıp Resulullah’ı Medine’de yalnız başına bırakmaları onlara yakışmaz. Onların her topluluğundan bir cemaatin cihada çıkıp Allah’ın, kendilerine göstermiş olduğu zafer vasıtasıyla dini öğrenmeleri ve geri dönüp geldiklerinde cihada katılmayan münafık ve kâfirleri, Allah’ın azabıyla korkutmaları daha uygun olmaz mı? Böylece uyarılanlar, Allah’ın azabından korkarlar ve imana gelmiş olurlar.”

Bu görüşü tercih eden Taberi, özetle şöyle diyor: “Bu görüş tercihe şayandır. Çünkü cihada çıkanlar, Allah’ın, kendilerine nasip edeceği zafer sayesinde İslâm dininin birçok sır ve hikmetlerini öğrenmiş olacaklar ve savaştan sonra geri döndüklerinde, kavimlerinden, henüz iman etmemiş olan müşrikleri ve iman ettiklerini iddia eden münafıkları uyaracaklar, savaşta mağlup ettikleri müşriklerin düştükleri akıbete onların da düşeceklerini bildireceklerdir. Böylece kendilerine tebliğ edilenler, bunların uyarılarından korkarak Allah ve Peygambere iman edeceklerdir.”

Taberi devamla diyor ki: “Bu görüşü tercih ettik zira ayet-i kerimede her topluluktan bir cemaatin ayrılıp gitmesi manasına gelen “N-F-R” kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime tek başına kullanıldığında “cihada çıkma” ve “savaş yapma” manasına gelir. O halde burada, dini öğrenecek olanlar geride kalanlar değil cihada çıkanlardır. Eğer; dini, cihada çıkmayanların değil de çıkanların öğrenecekleri manasını nasıl çıkarıyorsun? denecek olursa derim ki: Aksi takdirde cihada çıkmayanlar, cihada çıkanları uyarmış olacaklardır. Cihada çıkanlar günah mı işlediler ki, geride kalanlar onları uyarsın? Mutlaka uyarılmak gerekiyorsa, cihad edenlerin, cihad etmeyenleri uyarması gerekir.”

Ayeti cihad bağlamı dışında anlayan Mevdudi ise “tefakkuh” kelimesine odaklanarak yorumlar ve şöyle der: “Bu ayetin anlamını kavramak için, alakalı olduğu 97. ayetin göz önünde bulundurulması gerekir. Bedeviler kafirlik ve münafıklıkta daha beterdirler. Allah'ın peygamberlerine gönderdiği hükümleri bilmemeye ve tanımamaya daha yatkındırlar.”

Kur'an-ı Kerim 97. ayette hastalığı sadece teşhis ederek belirtilerine işaret etmişti. Bedeviler, Allah yolunun kanunları konusundaki cehaletleri yüzünden nifak hastalığından muzdarip idiler. Bu bilginin merkeziyle hiçbir münasebet kurmadıklarındandı. Surenin bu sonuç bölümünde bu illetin çaresi gösterilmektedir ki, İslam ve onun muhtevası hakkında bir anlayışa sahip olsunlar. Bunun için, herkesin evini barkını terk ederek bu bilgiyi öğrenmek üzere Medine'ye gelmesi gereksizdir. Ancak, her kabile ve bölgeden sadece bazı kimselerin ilim merkezlerine (Medine, Mekke ve benzeri) gelmeleri ve İslam'ı öğrenmeleri ve sonra da bölgelerine dönerek genel halk arasında onun öğretilerini yaymaları yeterlidir.

Bu, İslamî hareketi güçlendirmek için tam zamanında verilen çok önemli bir talimattır. Zira o sıralarda insanlar doğru düzgün malumat sahibi olmadan büyük kalabalıklar halinde İslam dairesine giriyordu

Allah'ın, İslam toplumunu tek bir bütün haline getirecek gerekli adımların atılması için söz konusu talimatı göndermesi bu sebeptendir. Bundan dolayı, bütün yerleşim merkezlerinden bazı kimseler çağırılarak onlara İslamî vecibeler öğretildi ve bu konularda fiilen eğitildiler. Böylece bütün İslam'a mensup olanların Allah'ın belirlediği hudutlar hakkında bilgi sahibi olmaları için bu kimseler dönüşlerinde kendi kavim ve insanlarına bunu talim edip, öğreteceklerdi.

Metinde geçen “li yetefakkahu fi’d-din” ibaresinin kelimelerinin doğru anlamı üzerinde durmakta yarar var. Şüphesiz ki, Allah, bu kelimeleri Müslümanlara eğitimin maksadını öğretmek için kullanmıştır, yani bu İslami hayat tarzını ve sistemini iyice kavramak ya da başka bir ifadeyle hayatın her sahasında İslami olan ve olmayan düşünce ve tavırlarını ayırt edip onlar hakkında hüküm verebilmek için İslam'ın gerçek yapısı ve ruhuyla tanışmak demektir. Fakat daha sonra, teknik bir ifade olarak, İslam Hukuk ilmine “fıkıh” ismi verilince, bu kelime, dış şekillerin ayrıntılı, cüzziyat ile uğraşan ve İslam hukukunun külli yorumunu reddeden “bilim” için de kullanılmaya başlandı.

Yukarda aktardığımız iki görüşü de mezceden Elmalılı, uyarma işinin hem cihad edenlere hem de ilim için geri kalanlara yüklendiğini dile getirir. Bir anlamda geri kalanların dünyevîleşebileceğini, ilmin esas gayesini unutabileceği ve Mevdudi’nin dile getirdiği tehlike ile karşı karşıya kalabileceğini, bunun için uyarılmaya ihtiyaç duyulabileceğini ifade etmek ister. Diğer yandan cihada katılanların da bu süreç zarfında ilimden geri kaldıkları ve cihad ortamının kendine has, ölme, öldürme, yaralanma, yani genel anlamda savaşın tabiatı gereği özellikler ve pratikler taşıdığı için bu ortamda bulunanları sosyal hayata adaptasyonda zorluk çekmelerine sebep olacak psikolojik değişimlere karşı uyarılmaya ihtiyaç duyulabilineceğini de ifade etmek ister. Bu anlamda şöyle der:

“Bununla beraber mü’minler bütünüyle hep birden, nefir olarak savaşa katılacak değillerdir. Yani daha yukarıda “Sizinle topyekün savaşa tutuştukları gibi siz de müşriklere karşı topyekün savaşın!” (Tevbe, 9/36) ve “İster hafif, ister ağır hazırlıklarla hepiniz topyekün savaşa katılın!” (Tevbe, 9/41) buyrulmuş olmak ve Medinelilerle civardaki bedevilerin savaştan kalmaları caiz olmamakla beraber gerek gaza ve gerek ilim öğrenmek için yeryüzündeki bütün müminlerin hepsinin birden koşup harekete geçmesi doğru değildir. Hepsinin birden savaştan kalmaları doğru olmadığı gibi, hepsinin birden seferber olmaları da doğru olmaz. O halde onların her bir oymağından, bir şehir halkı veya büyük bir kabile gibi her bir topluluktan bir taife, yani bir kısım, bir grup, bir cemaat kalıp dinde tefakkuh etmeliler, külfet ve zahmete katlanıp dinin inceliklerini iyice ve derinlemesine öğrenmeliler ve nefir olup savaşa katılanları dönüp geldikleri vakit, belki hazer ederler  (korku duyarlar) diye uyarmalılar. Yani halka üstünlük taslamak ve tahakküm etmek veya daha başka dünya çıkarları elde etmek gibi maksatlar uğruna değil, sırf kendi halkını, özellikle savaşa katılıp da din eğitim ve öğretiminden uzak kalmış olan din kardeşlerini inzar ve irşad maksadı ile fıkıh ve din ilimleri öğrensinler, kalanlar da bu iş için, yani eğitim ve öğretim için seferber olup toplansınlar. Şu halde dinde tefakkuh, yani derinliğine bilgi edinme işi de bir farz-ı kifayedir. Ve Allah yolunda cihaddan sayılmaktadır. Bu manaya göre, din ilimlerinin tahsili için de bir seferberlik söz konusudur. Burada zamirleri nefir olan taifeye racidir.”

İbn Kesir, farklı bir noktaya temasla şöyle der:

“Allah Teâlâ kabilelerin; hepsi savaşa çıkma­dığı takdirde her kabileden küçük bir grubun savaşa çıkmasını iste­mektedir, işte burada bu husus beyan ediliyor: Allah Resulü ile beraber savaşa çıkanlar ona inen vahyi öğrenecekler ve kavimlerinin yanına döndüklerinde düşmanın durumu hakkında vuku bulan şeylerle kavimlerini uyaracaklardır. Böylece belirli bir sefere çıkma işinde onlar için iki durum (hem savaşa çıkma ve hem de Hz. Peygambere inen vahyi öğrenme) birleşmiş olacaktır. Hz. Peygamber’den (sa) sonra ise ka­bilelerden sefere, çıkan grup ya dini iyice öğrenmek veya cihad için çıkacaklardır.”

Ayetin gramer yapısı ve farklı nüzul sebeplerinin varlığına binaen yapılan yorumları şöyle özetlemek mümkündür:

1. Hz. Peygamber bir yere ordu gönderirken kendisi Medine'de kalıyorsa, daha önce inen bazı ayetlerde yer alan topluca sefere çıkma buyruğu katı bir biçimde uygulanmamalı, Resulullah yalnız bırakılmamalı ve bir grup onunla kalıp dinde yeterli bilgileri elde etmeye çalışmalıdır.

2. Her kesimden bir grup sefere katılmalı ve dini daha iyi öğrenmeye çalışmalıdır. Dinde yeterli bilgiye sahip olmaya çalışma emrinin sefere katılarak gerçekleşeceği noktasındaki bu yoruma göre sefere iştirak edenlerin sefer esnasında ders­ler çıkaracakları olayları gözlemleyecekleri, sonra bunları memleketlerine dön­düklerinde geride kalmış olanlara anlatacakları şeklindedir

3. Bu ayetin cihad ile bağını kurmadan tefsir edenlere göre burada anlatılmak istenen şudur: Dini öğrenmek üzere bütün Müslümanların bizzat Hz, Peygamber'in yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları yeterlidir.

Sonuç

Bütün bunlardan sonra yazımızı yaşadığımız dönemi daha isabetli değerlendirdiğini düşündüğümüz şehid Seyyid Kutub’un sözleriyle tamamlayalım:

“Bize göre ayeti şu şekilde yorumlamak en doğrusudur: Mü'minler hep birlikte seferberliğe katılacak değildirler. Her topluluktan birer grup katılacaktır. Ama sefere çıkanlarla, geride kalanlar, bu işi dönüşümlü yapacaklardır. Savaşa çıkan grup, seferberlik, yolculuk, cihad ve bu inanç uyarınca harekete geçme sayesinde dinin özünü kavrayacak, döndüğü zaman da, cihad ve hareket esnasında bu dinin özüne ilişkin gördüğü ve kavradığı gerçeklerle kavminden geride kalanları uyaracak, onlara bu gerçekleri anlatacaktır.

Bizi bu sonuca götüren etken -bu görüş temelde, İbn-i Abbas'ın yorumuna, Hasan Basri'nin tefsirine, İbn Cerir'in tercihine ve İbn-i Kesir'in görüşüne dayanmaktadır- bu dinin harekete dönük bir hayat sistemi oluşudur. Bu dinin özünü, onunla birlikte hareket etmeyenler kavrayamaz. Dolayısıyla bu din uğruna cihad edenler, insanlar arasında bu dinin özünü en iyi şekilde kavrama imkânına sahip kimselerdir. Çünkü bu dinle birlikte, hareket esnasında dinin sırları ve derin anlamları ortaya çıkar. Olağanüstü olayları ve pratik uygulamaları gözleriyle görürler. Geride kalanlara gelince, bunlar harekete katılanlara başvurmak zorundadırlar. Çünkü savaşa çıkanların gördükleri gerçekleri görmemişlerdir. Onların kavradığı gibi kavrayamamışlardır dinin özünü. Bu dinle birlikte harekete geçenlerin farkına vardıkları sırları görememişlerdir. Özellikle sefere çıkanlar arasında Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bulunuyorsa... Genel olarak savaşa çıkma, dini anlamanın ve dinin özünü kavramanın en uygun yoludur.

Bu görüş, ilk başta akla gelen seferden, cihattan ve hareketten geri kalanların dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesine ters gelebilir. Ama savaştan geri kalanların, dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesi dayanaksız bir kuruntudur. Bu dinin tabiatına terstir. Bu dinin dayanağı harekettir. Bu yüzden, onunla birlikte hareket eden insanların pratik hayatına onu egemen kılmak için cihad eden, yaşamaya dönük hareket aracılığı ile, cahiliyeye karşı üstünlük sağlayandan başkası bu dinin özünü kavrayamaz.

Deneyimler kanıtlamıştır ki, bu dinle birlikte harekete geçmeyenler, bu dini harekete dönük bir sistem olarak yaşamayanlar, uzun süre kitaplar arasında donuk incelemeler ve araştırmalarla uğraşsalar bile, dinin özüne ilişkin olarak hiçbir şey kavrayamazlar. Gerçekleri gün yüzüne çıkaran aydınlık, bu dini insanların hayatına egemen kılmak için hareket eden, cihad hareketine katılan kimselere görünebilir. Kitapların safları arasında boğularak incelemeye girişenlere değil.

Bu dinin fıkhı, ancak hareket yurdunda ortaya çıkabilir, gelişebilir. Dinin özü, harekete dönük bir hayat biçimi olarak yaşaması gerekirken, yerinde oturan bir fıkıhçıdan alınamaz, öğrenilemez. Günümüzde İslâm fıkhını, “yenilemek” ya da -Haçlı oryantalistlerin dediği gibi- “geliştirmek” amacıyla fıkhî hükümler çıkarmak için kitapların, sayfaların arasında incelemeye dalanlar... Evet insanları kula kulluktan kurtarmaktan ve sadece Allah'ın şeriatını egemen kılmak ve tağutların yasalarını hayattan uzaklaştırmak suretiyle, insanları Allah'a kul yapmayı hedefleyen hareketten çok uzak olan bu adamlar, bu dinin tabiatını kavrayamazlar. Bu yüzden, dinin fıkhını düzenlemeleri ve fıkhî kurallar koymaları doğru değildir.

İslâm fıkhı, İslâmî hareketin ürünüdür: Önce din ortaya çıkmış, sonra fıkıh... Bunun tersi kesinlikle doğru değildir. Önce tek başına Allah'a boyun eğme olayı gerçekleşmiştir... Önce sadece Allah'a itaat edilmesi gerektiğini kabul eden, cahiliye yasalarını, gelenek ve göreneklerini bir kenara bırakan, insan aklının ürünü yasaların hayatın herhangi bir yönüne egemen olmasına imkân vermeyen bir toplum oluşmuştur. Sonra bu toplum, şeriatın özünden kaynaklanan ayrıntılara ilişkin hükümlerin yanında, şeriatın genel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak yaşamaya başlamıştır. Bu toplum, Allah'ın tek ve ortaksız egemenliğinin öngördüğü şekilde, sadece O'nun şeriatını hayata geçirmek, yani O'nun dininin egemenliğini gerçekleştirmek için pratik hayatını sürdürürken, pratik hayatında yenilenen durumların etkisiyle ortaya çıkan ayrıntıya ilişkin sorunlarla da karşılaşmıştır. İşte sadece bundan dolayı fıkhî hükümler çıkarmaya çalışmıştır. İslâm fıkhının gelişmesi bu noktadan başlamıştır. İşte bu fıkhı ortaya çıkaran etken, bu dinle birlikte hareket etme olayıdır. Gelişmeyi sağlayan bu harekettir. Bu fıkıh, hiçbir zaman pratik hayatın sıcaklığından uzak bir şekilde donuk sayfalar arasından çıkarılan bir fıkıh olmamıştır. Bu yüzden, dinin özünü kavramış fıkıhçıların oluşturdukları fıkıh; onların bu dinle birlikte hareket etmelerinin ve bu dini yaşayan ve onun uğruna cihad eden, pratik hayatın hareketi ile ortaya çıkarak, fıkhı uygulayan canlı Müslüman toplumun pratik hayatı ile iç içe oluşlarının ürünüdür.”

Not: Aktardığımız görüşler müfessirlerin Tevbe Suresi 122. ayete yaptıkları yorumlardan alıntılardır.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ