Atasoy Müftüoğlu İle Günümüz İslam Dünyası Ve Modernizm Üzerine - rahle.org

Atasoy Müftüoğlu İle Günümüz İslam Dünyası Ve Modernizm Üzerine - rahle.org

Atasoy Müftüoğlu İle Günümüz İslam Dünyası Ve Modernizm Üzerine


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Malumunuz, son bir buçuk asırdır İslam Dünyası batılı bir meydan okumayla karşı karşıya. Bu sırada İslam Dünyasında Sudan`dan Hindistan`a, Mısır`dan Fas`a bu taarruzlara karşı belli cevaplar üretilmiş ve direniş hareketleri ortaya çıkmış. Ama günümüzde, gerek Türkiye`de gerek batı dünyasında, hem düşünce hem eylem olarak üretilen bu birikimi bir perdenin arkasından sisli bir şekilde, biraz da çarpıtılmış bir imaj olarak görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Tabii öncelikle tasrih edilmesi gereken bir husus var; konuşmadığımız, tartışmadığımız, gündemimize girmeyen bir konu. Biz bütün dünyada ve İslam coğrafyasında halen, son birkaç yüzyıldan beri yoğun bir şekilde tahakküm üreten bir dilin, bir algının, bir mantığın, bir dünya görüşünün ve hayat tarzının baskısı altındayız. Bu tahakküm üreten dil bizi zihnen baskılıyor ve zihnen hasarlı hale getiriyor. Yani biz şu anda hasarlı bir zihinle dünyadayız. Çünkü bu tahakküm üreten dille henüz hesaplaşmadık.

Bu yönde bir bilinç oluşmaya başladı sanki...

Bu dile yönelik eleştirilerimiz var. Fakat bunlar daha çok duygusal eleştiriler, tepkiler. Yani bir gerçeklik haline dönüşmüyor. Zaten bu bizim tepkilerimiz bir gerçekliğe dönüşmüş olsaydı bu tahakkümden bağımsızlaşmış olacaktık. O açıdan biz şu anda bu tahakküm üreten dilin sınırları içerisinde kendimize bir gelecek arıyoruz. Bu bağlam bize ait bir bağlam değil. Yani bu bağlam, bu tahakküm üreten dilin, söylemin, dünya görüşünün, hayat tarzının bağlamı; Hıristiyan-Yahudi geleneğinin bir ürünü.

İslam Dünyası batıda üretilen her şeye karşı mı olmalıdır?                     

Tabi bu batıda olan her şeyin cahili olalım anlamına gelmiyor. Batıda kötü şeyler olduğu gibi iyi şeyler de olabilir. Doğuda iyi şeyler olduğu gibi kötü şeyler de olabilir. Doğu-Batı gibi bu ikili karşıtlıklar İslam`ın reddettiği karşıtlıklardır. Bütün bir yeryüzü, bütün bir arz Allah`ın ve biz bütün bir arza, insanlığa karşı sorumluyuz. Dolayısıyla bu ikili karşıtlıklar daha çok sömürge mantığı ile icat edilmiş karşıtlıklar. Tabii ikili karşıtlık olunca, rekabetler, çatışmalar, gerilimler de gündeme geliyor. Bu noktadan bakılınca biz hala bu tahakküm üreten dilin etkisi altındayız. Bu kavramı çok önemli buluyorum; tahakküm üreten dilden özgürleşmedikçe, bütün bu sizin sözünü ettiğiniz direniş, bağımsızlık mücadeleleri, “demokrasi” –tırnak içinde söylüyorum- mücadeleleri yine batının lehine kaydedilecek şeyler. Nitekim, Berlin duvarının yıkılışından sonra tarihin sonu gündeme gelmişti biliyorsunuz...

Evet. O batının nihai zaferi anlamına geliyordu. Ancak aynı günlerde İran`da İslam devrimi olunca bu defa tarihin henüz sonunun gelmediği; yeni bir alternatifin, dünya görüşünün, hayat tarzının olduğu gündemimize girdi. Fakat İslam devrimi, kendisini bir mezhebe kapattığı için bütün bir ümmet için yeni bir çözümlemeyi üretmeyi başaramadı. Başlangıçta böyle bir umut taşıyor idik.

O süreçte toplumların yaşadığı modernleşme ve uluslaşma deneyimi de parçalayıcı bir etki yapmadı mı?

Modern kırılmanın kuşkusuz etkisi var. Tabi burada sorun şu; bugün modernite evrenselleşiyor. Biz farkına varalım ya da varmayalım. Hatta bizi de içine alacak şekilde evrenselleşiyor ve melez, kozmopolit bir dünya oluşuyor. İletişim, enformasyon devrimi sayesinde zaman ve mekân sınırları aşılıyor. Böylece o küresel köy bir gerçekliğe dönüşüyor. Küreselleşmeye katılalım ya da katılmayalım bugün paylaşabileceğimiz çok önemli, olumlu sonuçları da oldu.

Ulusal sınırlar tartışılmaya başladı...

Mesela ulus devleti biz Müslümanlar sorgulayabilmeliydik. Ulus devletin mukaddeslerini bizler yargılamalıydık ve reddetmeliydik. Fakat düşünebiliyor musunuz, ulus devlete mahkum olduğumuz, edildiğimiz gibi sonra din aracılığıyla ulus devletleri takdis etme görevini de üstlendik Müslümanlar olarak. Ulus devletin bugün en sıkı takipçileri Müslümanlar. Vatan, millet, devlet bağlamında bütünüyle takdis ediyorlar. Hâlbuki bugün küreselleşme ne yaptı? Ulus devleti tartışılabilir hale getirdi. Daha önemli bir şey daha yaptı; özellikle İslam Dünyasında dokunulmaz kılınan, takdis edilen, mutlaklaştırılan devlet algısını da tartışabilir hale geldi. İslam Dünyasında devlet karşısında toplum yoktu, birey hiç yoktu. Şimdi kimi sivil toplum kurumları aracılığıyla, sivil toplum devlete karşı inisiyatif kazanıyor. Fakat küreselleşmeden yararlanıyor, farkında olmaksızın. Küreselleşme böyle hazır bir düşünsel zemin sunuyor. Hâlbuki ulus devletle hesaplaşmayı biz yapmalıydık. Şimdi modernleşme evrenselleşiyor. İşte melez, kozmopolit bir dünya var. İslam kozmopolisizmden rahatsız değil. Çünkü geçmişte örneğin İstanbul kozmopolit bir metropoldü. Biz bunlardan rahatsız değiliz...

Küreselleşmenin bütün kültürlerin lehine geliştiğini söyleyebilir miyiz?

Hayır, tabii ki. Küreselleşme yoluyla güçlü kültürler güçsüz kültürleri ilhak ediyor ya da etkisiz hale getiriyor. Televizyon, internet, medya, sinema, tiyatro vs. yoluyla güçsüz kültürleri eritiyor, zayıflatıyor, güçsüzleştiriyor, marjinalleştiriyor hatta gayrimeşru hale getiriyor.

Bugünlerde Ortadoğu`da meydana gelen gelişmeleri de bu kanallar aracılığıyla izliyoruz...

Evet. Bu sebeple olaylar hakkında biz daha çok yüzeylerde gördüklerimiz etrafında konuşuyoruz. Yüzeyleri görmek kolaydır, yüzeysel olanı herkes görür. Yüzeyleri bir kamera, fotoğraf makinesi görür. Bunun için bir uzman olmaya gerek yoktur. Ama aslolan derinlikleri görmektir. Olayları hazırlayan derinliklerde ne olduğunu görmektir.

Biraz önce bahsettiğiniz o küreselleşme resmi içinde Ortadoğu`daki bu olayları nereye yerleştiriyorsunuz?

Arz edeyim: Derinliklere inmek için bir ışığa ihtiyacımız var.

Bu ışık nedir?

Tarihsel, kültürel dinamikleri çok iyi bilmek ve okumak; 20. yüzyılı hazırlayan dinamikleri hatırlamak; bir  de küresel çağda nerede yaşıyor olursanız olun yerel bağlamda cereyan eden her olayın küresel bağlamdan hareketle değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin bir gerçekliğin farkında olmaktır. Buradan hareketle şöyle bir noktaya gelebiliriz; bugün Mısır`da, Tunus`ta, diğer Mağrip ülkelerinde bu isyanı hazırlayan kitlesel gösteriler daha çok genç kuşakların öncülüğünde ifadesini buluyor. Yani burada sosyolojik ve tarih felsefesi yorumuna ihtiyacımız olduğumuz gibi bir demografik yoruma da ihtiyacımız var. İslam dünyası toplumlarında bir tarih felsefesi çözümlemesi yok. Çünkü tarihi bir hamaset olarak, kahramanlık tarihi olarak algılıyoruz.

Ben geçen bir yerde konuşma yapıyordum, bir örnek verdim; bir “dizi” sebebiyle Müslümanlar tepkiler gösterdiler. Gösterilen tepkilerin istisnasız tümü tarihsel gerçekliği yansıtmıyordu, utanç vericiydi, tamamen duygusaldı. Hiçbir tarihsel içerik söz konusu değildi. Tarihe eleştirel olarak bakmak için bir tarih felsefesi perspektifimizin olması lazım.

1) Böyle bir perspektife ihtiyaç var.

2) Sosyolojik bir terbiyeye, duyarlılığa ya da bilince ihtiyaç var.

3) Olayları küresel bağlama yerleştirmek gibi bir dikkate ihtiyacımız var. Şimdi burada küresel bağlam nedir, enformasyon, bilgi, küreselleşme çağında bütün toplumları doğrudan etkileyen bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Buna direnemiyoruz, yanıt veremiyoruz ve içe kapanıyoruz. Zaten İslam toplumlarının içerik üretememek gibi bir sorunları var. İçeriği merkez üretiyor, taşra, merkez tarafından üretilen şeye mecbur ve mahkûm ediliyor. Örneğin demokrasi konusundaki tartışmalar bu konuda örnek olarak verilebilir. Şimdi bu internet, enformasyon çağında bilgiyi kontrol edebilecek, bilginin mahiyetini çözümleyebilecek bir bilince de sahip değiliz. Üretilen bilginin niteliği konusunda bir eleştirel dikkatimizin olması gerekiyor, Müslümanlar olarak. Çünkü bilgi o başta sözünü ettiğim tahakküm üreten sömürgeci zihnin bir parçası. Dolayısıyla bu bizim zihnimizi de sömürgeleştiriyor. Sömürgeleştirilen zihin kendisine vaziyet eden iradeyi çözümleyemiyor. Ancak bağımsızlaşması halinde bunu çözümleyebilir. Şimdi bu gösterilerin ortak bir özelliği var.

Bu gösterici gençler televizyon, medya vs. aracılığıyla neo-liberal demokratik dünyayı görüyor ve öyle olmak istiyor. Orayı kıskanıyor, oraya öykünüyor ve orada olmak istiyor. İmkân bulsa oraya gidecek, imkân bulamıyor, kısıtlanmış bir ülkede yaşıyor. Dolayısıyla bu kitlelerin talepleri pragmatik ve demokratik taleplerdir.

Bir ideolojik bağlamları var mı?

Yok. Çünkü İslamî talepleri yok. Bizi bu nokta ilgilendiriyor. Gerçi şu da ilgilendiriyor: -haksızlık etmeyelim- Yani Müslüman olmak demek, adalet sahibi olmak demek. Bir değişim ve dönüşüm talebi var. Bu değişim ve dönüşüm talebinin içeriği konusunda konuşmamız gerekiyor Müslümanlar arasında. Örneğin bu cereyan eden olayların devrim olduğuna dair bir takım spekülasyonlar var. Ortada bir devrim filan yok. Hatta yakın bir gelecek için bile bir devrim öngöremeyiz. Çünkü devrimin olabilmesi için önce bir zihinsel devrimin olması gerekiyordu. Biz şu anda zihinsel sömürge dönemini yaşıyoruz. Yani bir devrim olacaksa eğer, zihinsel bir düzlemde bunun gerçekleşmesi gerekiyor.

Ben Marks`ın çok haksız olduğunu düşünmüyorum. “Din halkların afyonudur.” diyor ve bugün bu bir afyon, narkoz olarak veriliyor. Demokrasi de bir narkoz. Şimdi Ortadoğu`da bu gençleri bu noktaya getiren şey şu; İslam Dünyasında İslami, entelektüel, akademik, bilimsel hareketler ve bu manevi hareketler bu gençlerin dünyasına nüfuz etmeyi başaramamış, gördüğümüz üzere. Onları kazanmayı, ikna etmeyi başaramamış.

Bu sebeple mi ideolojik bir bağlamları ve İslamî bir talepleri yok?

Şu anda İslam Dünyasının gündeminde -size pek çok isim sayabilirim, istisnaları neredeyse çok az- bütün Müslüman düşünürler, siyaset bilimciler, siyaset felsefecileri, Raşid Gannuşi`den Abdülvahhab el-Efendiye, geçenlerde vefat eden Cabiri`ye kadar herkes bir tek şey söylüyor. Burası çok önemli, hayati bir şey: 1) Demokrasi nihai bir mutabakat zeminidir. 2) Demokrasi nihai bir meşruiyet ve referans kaynağıdır.

Biraz daha demokrasinin ne zararı var ki?

Şimdi, demokrasi üzerinde tartışmalar yapabiliriz. Fakat biz Müslüman olmamız hasebiyle demokrasinin bir ahlak içermediğinden hareketle demokrasi eleştirileri yapıyoruz. Demokrasi bir ahlak içerseydi bundan teknik olarak yararlanıp yararlanamayacağımızı konuşabilirdik. Ahlak içermediğini şu noktadan hareketle söylüyorum; demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de seçebilir. Hırsızları seçebileceği gibi katilleri de seçebilir. Nitekim Bush`u, Blair`i seçti. Büyük katilleri demokrasiler seçti.

Diğer taraftan batı Ortadoğu`daki bu diktatörleri destekledi de. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

İşte, modern, endüstriyel uygarlık Ortadoğu`da petrol çıkarlarına gölge düşer endişesiyle bütün diktatörlükleri ve tiranları sonuna kadar destekliyor, onlara hayat veriyor. Onlar için demokrasi istemiyor. Fakat bu elektronik iletişim çağında, gençler bu demokrasiye yapılan ısrarlı vurgulardan etkileniyorlar ve demokrasi istiyoruz diyorlar. Kimsenin İslami bir talebi yok. Buradan çıkan sonuç şu; biz İslam Dünyasının artık içerik üretmesi gerektiğini düşündüğümüz bir zamanda bu defa yeni bir tarihin sonu dönemini idrak ediyoruz, yeniden mecbur ve mahkum ediliyoruz, Avrupa’nın -hâşâ- zaferine.

Kültürel İslamileşme Müslümanları apolitik mi yapıyor?

Şimdi, kültürel İslamileşme, dindarlığın bireyselleşmesi gibi şeyler bizim mücadele alanından çekilmemiz sonucunu doğuruyor. Ve meydanı küreselleşmeye bırakıyoruz. Arz ettiğim gibi küreselleşmenin tartışabilir yanları olduğu gibi böyle bir katkısı da var. Örneğin bugün küreselleşme karşıtları son derece anlamlı bir mücadele veriyorlar. Ekonomik küreselleşme eşitsizlikleri çoğaltıyor. Kültürel küreselleşme ise toplumların kendi özgünlüklerini yitirmelerine neden oluyor. Biz de bütün merkezi özgünlüklerimizi yitiriyoruz. Biz artık tamamen tanınmaz hale geliyoruz. Örneğin Türkiye`de şu anda sadece bir tüketim devrimi yaşanıyor. Onun dışında başka bir şey yok. Hepimiz hızla bu neo-liberal iklimine girdik, onu teneffüs ediyoruz. Bu noktada da herkes demokrasiyi mutlaklaştırıyor.

Siyasal alanda Solcusundan İslamcısına herkes insan hakları, eşitlik, hukukun üstünlüğü, çokkültürlülük, sivil toplum... söylemine sığınıyor. Bunlar Müslümanların siyasal, sosyal taleplerini ne kadar ifade eder?

Biz Guantanamo çağında yaşıyoruz. Eğer insan hakları diye bir şey olsaydı Guantanamo olmayacaktı. Eğer insan hakları diye bir şey olsaydı bugün Gazze tutsak kampı olmayacaktı. Eğer insan hakları diye bir kavram gerçek anlamda var olmuş olsaydı Ebu Gureyb olmayacaktı, katliamlar olmayacaktı, soykırım olmayacaktı. Dolayısıyla bu insan hakları kavramının bizimle bir ilgisi yok. Çok ilginçtir,  Arundhati Roy, biliyorsunuz, Hindistan`da bir aktivist, küreselleşme karşıtı hareketin en önemli kadın aktivistlerinden bir tanesi. Biz Arundhati Roy`u, Küçük Şeylerin Tanrısı kitabıyla tanıyoruz. Arundhati Roy son altı aydan beri bu defa Keşmir mücahidleriyle birlikte hareket ediyor. Ve Keşmir sorununu, varsa eğer bir vicdani dünya -ki yok- bu vicdani dünyaya kazandırma mücadelesi veriyor.

Kendisi Hindu değil mi?

Evet. Buna rağmen onlarla birlikte görünüyor. Keşmir mücahitleriyle birlikte olduğu için geçenlerde evi taşlandı ve mahkemeye verildi. Şimdi çok ilginçtir, iki sene kadar önce Arundhati Roy Boğaziçi Üniversitesi`ne geldi. Boğaziçi Üniversitesi zaman zaman böyle küresel çapta muhalifleri, konferanslar için çağırıyor. Çok ilginç isimler gelip gidiyor, fakat bizim dünyamız çok takip etmiyor bu tür etkinlikleri. Örneğin Zizek, Naomi Klein geldi. O da çok ciddi bir aktivist. Şimdi, Arundhati Roy Boğaziçi Üniversitesi`nde şunları söyledi: “Sizinle bir adalet mücadelesi için birlikte hareket edebilir miyiz sorusuna yanıt aramak üzere burada bulunuyorum.” diye başladı ve sonra dedi ki “Dikkat buyurursanız insan haklarından söz etmiyorum. Söz etmiyorum, çünkü insan hakları söylemi büyük şirketlerin hakları anlamına gelir.” dedi.

Sizce de böyle mi?

Evet, insan hakları kavramı gerçekten büyüklerin hakları anlamına geliyor. Ve kendi ülkesinden bir örnek verdi. “Siz,” dedi “2002 de Gucerat`ta ne olduğunu biliyor musunuz?” Boğaziçi akademiyasına soruyor. Çünkü bizim dikkatimizin nereye yoğunlaşacağına bizim dışımızda birileri karar veriyor. Naomi Klein Şok Doktrini kitabında nasıl düşündüğümüzü değil, nasıl düşündürtüldüğümüzü anlatıyor. Örneğin gündemimizde her gün diyelim ki Filistin, bugün Libya var. Örneğin şu saatlerde Libya ile ilgili gösteri yapacak İHH. Türkiye`de Guceratla ilgili bir gösteri olmadı.

Ne oldu Gucerat`ta?

Gucerat`ta direnişçi, muharib olmayan 3000 masum Müslümanlar katledildi. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar katledildi Gucerat`ta. Gucerat`taki katliamın hesabını Arudhati Roy soruyor: “Bu batının politik hafızasında niçin yer almıyor?” Çünkü bizler şu anda, modern endüstriyel tarihte sadece ve sadece istatistik malzemesi olarak görünüyoruz. Bizim serüvenimiz, batının kültürel hafızası bunu konu edinmiyor. O açıdan o sözünü ettiğimiz kavramların, halen sürmekte olan sömürgeciliğin maskesi olduğunu bilmek gerekiyor. Bunlar maske kavramlar. Demin de arz ettiğim gibi batının ürettiği her şey kötü değil. Eğer bunlar insan hakları konusunda samimi olsaydılar, örneğin Gazze ile ilgileniyor olacaklardı. Guantanamo`da masum çocuklar hala var. Ömürlerini gençlik yıllarını orada geçirdiler, onların serüvenleri hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Dolayısıyla bu kavramlar, sömürgeci projenin bir parçası olan kavramlar, masum kavramlar değil.

Demokrasi kavramı da mı masum değil?

Evet. Demokrasi de bunlardan bir tanesi. Batı demokrasiyi kendi çıkarları söz konusu olduğunda istiyor. Ama demokrasilerin kesinlikle İslam`ı seçmelerini istemiyor. Şimdi Mısır’daki gelişmeleri takip eden batılı gözlemcilerin gündemindeki soru: “Bu değişim ve dönüşümden bir İslam çıkar mı?”. İslami bir gelecek çıkmayacaksa o zaman göstericileri destekleyecekler. Tam tahlil edemiyorlar şu anda, çünkü örneğin İhvan-ı Müslimin tam arafta, ne cennet ne cehennem diyor. Çok açık konuşmuyor, muğlak konuşuyor, bir irade ortaya koyamıyor, bağımsız bir dile sahip değil, kendi kelimeleri yok. Kendi projeksiyonu yok, kendisini yenilemeyi başaramıyor. İhtiyar bir örgüt, gençlerle ilişki kuramıyor. Daha doğrusu İslami entelektüel hareketler, Kur’an’ın ve İslam’ın 21. yy. ile nasıl ilişki kurabileceği noktasında henüz çözümlemeler yapamıyorlar. Bugünkü sorunumuz bu. Biz hala geçmişte yaşıyoruz. Bir türlü bugüne gelemiyoruz. Bugünü çözümleyemiyoruz. Geçmişte yaşamak kolay geliyor bize. Geçmişte ne olup bittiğini tartışıyoruz. Hâlbuki biz bugün “Geçmişte ne oldu?” değil, “Bugün ne olmalı?”yı tartışmak durumundayız.

Bahsettiğiniz küreselleşme politikalarına İslam’ın bu apolitik, sufî yorumu geçiş veriyor sanki?

Gayet tabi. Bir küresel Amerikan projesi olarak bugün İslam Mevlana`ya, Yunus Emre`ye, İbn Arabiye, Said Nursi`ye göre tanımlanıyor. Bugün İbn Arabi, Mevlana, Yunus aramızda yaşıyor olsa, bugüne hiçbir katkıları olmayacak. Bugünün dünyasını yeni baştan ne yapmaları gerektiği noktasında çözümlemeleri gerekecek. Biz bu adını söylediğim kişilerin eserlerinden bilgelikler ve ahlaki ilkeler bağlamında yararlanabiliriz. Ama onların bugün vereceğimiz siyasal mücadeleye ilişkin bir önerileri olamaz. Gerçi zaten İslam dünyasında siyasal mücadele gündemde değil. Bir folklorik ve dindarlık söz konusu. Mevlana`ya, Yunus`a, İbn Arabi’ye göre din tanımı yapmak yerine geçmişte yaşayan bu isimlerin nassların ışığında yeniden değerlendirilmeleri gerekir. Bunları yeniden değerlendirmek bunları okumayalım anlamına gelmez. Bunları reddedelim anlamına da gelmez. Bunların yeni eleştirel bir dikkatle okunması anlamına gelir. Biz bunları putlaştırmamalıyız.

Bu noktada yeni düşüncenin oluşturulmasında geleneğin etkisi ne olur sorusu geliyor insanın aklına?

Geleneğin de bir eleştirel seçiciliğe ihtiyacı var. Bütünüyle reddetmemeliyiz, bütünüyle kabul de etmemeliyiz. Bugün İslam algısı bütünüyle geleneğe göreneğe dönüşmüş durumda. Din gelenek, görenek anlamına geliyor. Gelenekçilik, görenekçilik, muhafazakarlık, konformizm, tarihçilik, coğrafyacılık, vatancılık toprakçılık, bayrakçılık... Hepsi dinle özdeşleşmiş durumda. Din de bir folklora dönüşmüş, folklor bir din haline gelmiş durumda. Yani böylesine derin bir çelişki yaşıyoruz. Sizin kuşaklar bütün bunları sorgulayabilmeliler. Sorgulayabilmeleri için öncelikle zihinsel cesarete ihtiyaçları var. Yani genç kuşakların üstatlara yönelik olarak “Efendim ne buyuruyorsanız öyle olsun” dememeleri gerekiyor, çünkü gördük ve yaşadık ki, üstatlarımız da yanlış yapabilirler. Yapıyorlar nitekim. Diyorum ki, bu üstatları incitmeden onlarla en güzel dille konuşarak, onları da sorgulayabilmeliyiz. Bir örnek arz edeyim sizlere; Necip Fazıl`ın Adnan Mendres`e yazdığı mektuplar kitap haline geldi. Bu mektuplardan bir tanesinde merhum Necip Fazıl Menderes`e “Mübarek ellerinizden dudaklarımı derinize raptederek, ebediyen sökülmemek üzere öperim” diyor. Şimdi diyorum ki gençlere; böyle bir mektubu başbakana bir partinin ilçe başkanı, il başkanı, bir milletvekili yazabilir, bakan olmak için. Ama bir dava adamı yazamaz. Dava adamı yazıyorsa eğer bu mektubu, o zaten dava adamı filan değildir. Bunların değerlendirilmesi gerekiyor. Bu tabi, Üstad’a hakaret anlamına falan gelmez, ama gençler bir şekilde kendilerini takdir ettikleri üstadlarını bir süre sonra efsaneleştirilmiş olarak buluyorlar. Birisini efsaneleştiriyorsanız zaten o örnek olmaktan çıkıyor. Hâlbuki bunların olumlu örnekler olarak bizim hayatımıza girmesi gerekiyor. Sizin kuşakların ufkunu kendi seçtikleri üstatlar kapatıyor. Sizin kuşakların, ufkunuzun hiç kimse tarafından kapatılmayacak şekilde bir bilinç teyakkuzu içinde olması gerekir.

Peki, İslamcılığın farkı ne muhafazakârlıktan? Muhafazakârlığın karşısına devrimciliği mi koyuyorsunuz?

En büyük devrimci Hz. Peygamber’dir. Biz bugün her eğilimle uzlaşma çabası içindeyiz; kapitalizmle uzlaşmanın yollarını bulabiliyoruz. Liberalizmle, sekülerizmle, dünya istikrarı ile uzlaşıyoruz. Uzlaşmadığımız bir şey yok. Muhalefet yok, muhalefet bilinci yok, muhalefet ihtiyacı yok. Çünkü konformist bir kültürden geliyoruz. Konformist sürekli olarak meşrulaştırabilecek uygun yollar ve imkânlar bulabiliyor. Örneğin bugünkü diktatörleri aklımıza getirelim ya da muhalif hareketleri aklımıza getirelim. Mekke eşrafı, müşrikleri Peygamber (a.s)`e “bir sene sen yönet bir sene biz yönetelim.” Diyorlar ve pek çok ödünler veriyorlar. Bütün bunları reddediyor Hz. Peygamber (a.s). Hâlbuki bütün bunlar rasyonel bir mantıkla bakıldığında barış, bir çatışmayı önlemek adına kabul edilebilir unsurlar olduğunu düşünebiliriz. Fakat O, yeni bir toplum, yeni bir dil, yeni bir siyaset, yeni bir dünya, yeni bir bağlam, yeni bir uluslararası algı için ilahi vahyin sınırları içerisinde kalarak tercihlerini yapıyor ve bütün bedellerini de ödüyor. Çünkü risk alması gerekiyor, uzlaşıda risk yok.

Örneğin bugün hoşgörü diye muğlak bir kavram tarafından terörize ediliyoruz. Ben sizden niçin hoşgörü isterim? Size karşı bir yanlışlık yaparım, bir şekilde sizi incitirim, rahatsız ederim, rencide ederim, bir kötülük yaparım ve “hoşgörün, bağışlayın” derim. Bu hoşgörü kadar tehlikeli bir kavram yok. Ama şu anda bu hoşgörü dili bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber (sa) bir muhafazakâr değildi. Hiçbir devrimcinin muhafazakâr olması düşünülemez.

Atasoy Müftüoğlu Kimdir?

1942 yılında Trabzon/Çaykara`da doğdu. 1960 yılından bu yana yazı hayatının içinde bulunuyor. Büyük Doğu, Yeni İstiklal, Yeni İstanbul, Yeni Devir, Yeni Şafak gibi günlük gazetelerde aralıklı olarak köşe yazarlığı yaptı. Diriliş, Deneme, Edebiyat, Mavera, Selam, Edebi Pankart, Vuslat, Umran ve Bilge Adam dergileri gibi edebiyat, sanat, düşünce, kültür ve siyaset dergilerinde denemeler yazdı. Kitap olarak yayınlanan eserlerinden bazıları şunlardır: Firak, Vakti Kuşanmak, Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Vahyin Kılavuzluğu Altında, Yeni Bir Tarih Şafağı, Bilinç Işıklarını Yakmak, İlahi Şiarı Özgürleştirmek, Ümmet Bilinci, Evrensel Vicdanın Sesi Olmak, Küresel Kuşatma ve Küresel İhtiraslar, Yeni Bir Zamanı Başlatmak… Ayrıca 2008`de Hece Yayınları`nda çıkan, “Irmağın İçli Sesi: Atasoy Müftüoğlu Kitabı” onun hayatını çeşitli yönleri ile ele almaktadır.

Not: Bu makale, http://www.habereditor.com sitesinden ihtisar edilerek alınmıştır.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ