Y. Emre Kırmızılı
Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh Kavmi'nin, Âd'ın, Semûd'un, İbrahim Kavmi'nin, Medyen Ashabı'nın ve o mü'tefikelerin haberi gelmedi mi? Onların hepsine peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. (1)
Milattan önce takribî iki binli yılların sonlarında, Orta-Doğu’nun bilinen en büyük ismi ve “Ulu’l-Azm” unvanına sahip nebîlerin ikincisi olan Hz. İbrahim, vefat ettiğinde, ardında üç farklı kadından üç oğul bırakmıştı. Aslen Kenanî olan ve Urfa’da dünyaya gelen o büyük seyyahın öncülüğünde başlayan Tevhidî uyanış, neredeyse bir asır sonra, doğduğu topraklardan oldukça uzaklarda, ancak Arap yarımadası ve çevresinde bir hüsn-ü kabul bulmuştu.
Kendisine ateşin bile serinlik olduğu (2), Allah’ın Zâtına “Halîl” (yakın dost) kıldığı (3) İbrahim nebînin ardından gelen saygıdeğer oğulları da benzer bir dirayetle, onun bıraktığı bu manevî mirası, kendi aralarında anlaşmışçasına, değişik yörelere taşıdılar… Öyle ki, Hicaz ve Kudüs’te yaşayan bölge halkının ekseriyeti büyük peygamberin vefatından yıllar sonra bile Allah’ın şeriatına sıkı sıkıya bağlı kalmışlardı.
Hacer’den olan ve Bekke’de soyunu Cürhümlü Arap kavmiyle birleştiren en büyük oğlu Hz. İsmail, babasının ardından Kâbe’deki görevini Allah’tan aldığı vahiy ile ölünceye dek sürdürmeye devam etti. Sara’dan olan ve soyunu kimse ile karıştırmayan ortanca oğlu Hz. İshak ise ilk önce Babil’e, sonra yeniden eski vatanı Filistin diyarına yerleşerek “İsrael” lakaplı evladı Hz. Yakup ile birlikte hak dinin yayılıp genişlemesinde büyük mücadeleler verdi. Hz. İbrahim’in nikâh kıymadığı cariyesi Ketura’dan olan en küçük oğlu Midyan (4) ise kendisine her ne kadar nebîlik vazifesi verilmemiş olsa da, diğer kardeşleri gibi Tevhid dinine ölünceye dek sadık kaldı. Onun ikâmet ettiği bölge, ilginç bir şekilde her iki ağabeyinin de tam ortasında, Maan denilen Kızıldeniz’in bir sahil kesimindeydi.
Midyan’ın soyundan gelenler çok geçmeden bölgedeki yerleşik Araplara karışarak Medyen ve Eyke ismindeki iki kavmin kurulmasında öncü rol oynadılar. Eyke halkı yarımadanın biraz daha yukarısında, Tebûk denilen mevkide, Medyen’e komşu olacak şekilde yerleşmişti. Ataları, Medyen halkı ile aynı annede birleşiyordu. Böylece aralarında kardeşliğe dayalı bir bağ kurulmuştu; iyilikte ve kötülükte dahi ortak hareket ediyorlardı.
Başlarda küçük ticaret yolları kurarak komşu milletlerle -bilhassa Kıptî ve Yemanîlerle- aralarındaki ilişkileri geliştiren bu iki kardeş kavim; ilerleyen dönemlerde kuzeyden güneye, doğudan batıya giden ana güzergâhların hemen tamamında söz sahibi olmayı başarmışlardı. Bulundukları kavşak noktası Suriye’yi Yemen’e, Mısır’ı ise İran körfezine bağlayan, aynı zamanda Yesrib’e (Medine) geçen hacılar için alternatif konak vazifesi gören stratejik bir noktaydı. Coğrafîk konumunun getirdiği bu avantajı iyi kullanan Medyen ve Eykeliler böylece kazançlarını gün be gün arttırdılar ve kısa sürede civarın en zenginleri arasına girdiler. (5)
Fakat ne hazindir ki, aynı süreç içersinde Tevhid dinine olan bağlılıklarında gözle görülür bir gevşeme, hatta şirk unsuru sayılabilecek bir takım amellere rağbet oluştu; nihayet uhrevî hassasiyetlerini dahi yitirerek dünyevî şehvetlerinin esiri oldular.
O kadar ki; son dönemde, refah ve bolluğun getirdiği şımarıklıktan başka, zulüm içerikli işlere dahi bulaşmışlardı… Yol başlarında durarak insanlardan rüşvet alıyor, haraç kesiyor, denge ayarı bozuk hileli teraziler kurarak satışta adaletsizlik yapıyorlar; dahası, altın ve gümüşten imal edilen paraların kenarlarını kırparak yahut içeriğine cüruf [cevher olmayan kayaç] katarak değerini düşürüyor ve bir nevi kalpazanlık ediyorlardı. (6) Onlar, Allah’a ibadeti de terk etmişlerdi.
Nihayet Milattan önce iki binli yılların ortasında Midyan’ın oğlu Yeşcûr’un oğlu Mekil’in oğlu Şuayb (as) dünyaya geldiğinde, içersinde yaşadığı toplumun ahvali ve tarihî serüveni kısaca bu idi… Manevî bir bataklığa saplanmış, kendisini yaratan tek ilahı unutmuş ve ölümden sonrası için herhangi bir korku duymayan insanlarla dolu bir ülke.
Orta boylu ve buğday tenli olduğu rivayet edilen Hz. Şuayb halim [yumuşak huylu] bir fıtrata sahipti. Kendisine vahiy gönderilmeden evvel de insanlarla arasındaki geçimliği iyi olarak tanınan, konuştuğunda lafı dinlenen ve sabrı büyük bir kimse idi. Rabbinden tebliğ vazifesini aldıktan hemen sonra ise Medyen ve Eyke halklarına açıktan seslenerek onları yaptıkları kötülüklerden alıkoymaya başladı...
Hitabındaki güzellik ve çekicilik sebebiyle daha sonraları kendisine “hatebû’l-enbiya” denilecek olan Hz. Şuayb; toplumsal bozulmanın başlıca sebebinin inançtaki kayma olduğunu ve buna bağlı olarak da adalet ve hukuktan sapıldığını açık bir biçimde toplumun gündemine getirdi:
“Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik): Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar iseniz, böylesi sizin için daha iyidir! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki bozguncuların sonu nasıl olmuştur.” (7)
Şuayb nebînin bu çağrısına rağmen maalesef çevresinde iman eden azınlık bir topluluktan başkasını da bulamadı…
“Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke halkını tek Allah’a itaat etmeye çağırınca, Medyenli kabile reislerini bir telaştır aldı. Bastıkları yerin kaymakta olduğunu sanan bu çıkarcı çevreler, Şuayb’ın teklin ettiği ahlâk kuralları, dürüstlük ve temiz alış-veriş gibi şeylerin halk tarafından beğenilmesi ve benimsenmesi halinde iktidarlarının ortadan kaybolacağını düşündüler. Böyle bir durumda hileye ve sahtekârlığa dayalı işleri ve ticaretleri nasıl yürütebilirdi? Sattıkları mallara karıştırdıkları hile durdurulsa ve mallarını satarken eksik tartmaz iseler, nasıl bol bol kâr elde edebilirlerdi? Mısır ve Irak gibi büyük medeniyetlerin sınırında ve dünyanın belli başlı ticaret yolları üzerinde bulunurken ticaret kafilelerinin yollarını kesmez, tüccarları soymazlarsa, nasıl büyük servet ve siyasî nüfuz temin edebilirlerdi? İşte Medyenli zenginleri ve kabile reislerini düşündüren bunlardı.” (8)
Evet; bir anda bütün gözleri üzerine çeken nebînin bunca sözüne rağmen, bozuk düzenin kurucuları ve koruyucuları olan kodaman takımı, nüfuz ve şöhretlerinin ellerinden alınacağı korkusuyla hak davete icabet etmediler ve hevaya dayalı çıkışlarda bulunmayı sürdürdüler… Onların düşünce yapısına göre, insanlar arasındaki bir takım mali ilişkiler ile Allah’ın kuralları arasında herhangi bir ilişki kurulamazdı; tabir yerindeyse, biz kendi işlerimizi yürütürüz, Yaratıcı da kendi işini yürütür, biz ona karışmayız, O da bize karışmaz…
Halk, İbrahimî geleneğe yabancı olmadığından Allah’ın varlığına ve Rabb oluşuna inanıyor, fakat sosyal hayatın içinde -ahlâkî, iktisadî ve siyasete dair hükümlerde- O’na herhangi bir egemenlik hakkı vermiyorlardı. (9) Dolayısıyla kulluğun gereği olabilecek her türlü müdahili hoş karşılamıyorlardı. Böylece büyük çoğunluk inkârcı cephede yer aldı.
Kafir takımının sapkın fikirleri arasında dikkati çeken bir husus daha vardı ki, o da Hz. Şuayb’ın namazı idi. Bir takım eğilip kalkmalardan oluşan rutin görünümlü bu ibadetin Medyen ve Eykeliler için anlamı büyüktü. Zira onlar, Şuayb’daki (as) değişimi ve durup dururken toplumda huzursuzluk çıkarmasının (?) nedenini bu ibadete bağladılar: Eğer bir kimse Allah’ın sevgili kulu olmak istiyorsa ibadetini niçin öyle sessizce bir köşede değil de halk meydanının orta yerinde, kıraati açıktan okuyarak, üstelik başkalarını da kendine celbederek gerçekleştiriyordu? Yoksa buradaki amaç siyasî bir içeriğe mi sahipti? Namaz kılmak ile bizim işlerimizi kötülemek ve düzenimizi değiştirmek arasında nasıl bir alaka vardı?
İşte, uzun süre inkârcı küfür takımı bu sorulara cevap aradı. Ve eğer ellerinden gelseydi fizikî saldırılara dahi başvuracaklardı:
“(Kavminden ileri gelen büyüklenenler) Dediler ki: Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını terk etmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.” (10)
“(Dediler ki:) Eğer akrabaların olmasaydı seni mutlaka recmederdik (taşa tutardık). Senin bize hiçbir üstünlüğün yoktur.” (11)
“(Yine) Dediler: Ey Şuayb! Ya mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz!” (12)
“(İman edenlere dönüp) Dediler ki: Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.” (13)
“(Şuayb dedi:) Ey kavmim, var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Ben görevimi yapmaya devam edeceğim. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu ilerde anlayacaksınız. Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyeceğim.” (14)
Bu şekil karşılıklı konuşmalardan sonra Hz. Şuayb’ın yanında olan Müslümanlar, namaz ibadetini daha ciddi bir biçimde ele almaya koyuldular. Muhtemelen bu vesileyle toplumda “namaz kılanlar”ın, sistemi sorgulayan, bozguncu bir tayfadan olduğu düşünülmeye başlanmıştı. Kâfirlerin sıkıştırmalarına karşılık Hz. Şuayb ve beraberinde Hakka teslim olan kimseler daha yoğun bir sabır ile namaza yöneldiler; zira namaz, kurumayan bir kaynak, bitmeyen bir hazine gibidir. İnsanın sabır ipi yalnız namazla uzar ve namaz terk edilmediği müddetçe sabır ipi de kopmaz. Hem insanın karşılaştığı işin ağırlığı sırf sabır ve namazla hafifler; O’na müracaat edildikçe hak yolda azimle yürümek dahi kolaylaşır…
“Gerçekten de Şuayb’ın, yoldan çıkmış kavmine karşı verdiği mücadelede, yegâne heyecan ve güç kaynağı namazıydı. O, namazla tebliğe hazırlanıyor, namazla dinamizmini arttırıyor ve namazla enerjisini tazeliyordu. Kavminin anlayışsızlıklarına, tepkilerine ve hatta onu taşlamaya kadar varan taşkınlıklarına, sabır ve namazla direniyordu.” (15)
Şu halde, Şuayb’ın (as) namazının ortaya koyduğu bir gerçek vardı: Namaz; mü’minin pasifize olması, uyuşması ve dünyadan el etek çekmesi demek değildir. Aksine, onu, toplumun cahiliye adetlerine, sapkınlıklarına ve her türlü adaletsizliğine karşı açıktan meydan okuması demektir. Namaz; sadece bireyi değil toplumu dahi tümden değiştirebilecek bir muharrik güç olarak görülmelidir.
Aslında namazla derdi olan, namaza düşman kesilen sadece şeytandır. O ve adamları her şirk düzeninin bekçisidir. Namaz kılan kimse, onların nazarında illegal bir amel işliyordur. Dolayısıyla namaz bir başkaldırıdır; tağutî düzene ve destekçilerine karşı… İşte Hz. Şuayb’ın namazı bize bütün bunları hatırlatır adeta; neyi niçin yaptığımızı daha iyi bilelim diye…
“Ne zaman ki, emrimiz geldi, Şu'ayb ve beraberindeki mü’minler, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtuldular. Ve o zalimleri korkunç bir gürültü yakaladı da oldukları yerde çöküp kaldılar. Sanki orada hiç güzel gün görmemişlerdi. Dikkat edin, Semud kavmi nasıl helâk olup gittiyse Medyen de öyle yok olup gitti.” (16)
Şuayb nebînin kavminin başına gelenler uzun bir süre ibretlik olarak o ticaret yollarında, Kâbe hacılarının güzergâhında dilden dile aktarıldı. Medyen ve Eykelilerin oturdukları semtlerin göçük altındaki izleri birer işaret (ayet) olarak uzun bir müddet yeryüzünde bırakıldı; ta ki bir düşünen çıkar da bütün bu olup bitenin Allah’ın değişmez yasası olduğunu iyicene bilir ve O’nun yolundan başka bir yol (din) edinilmemesi gerektiğini kavrar…
“Biz onlardan intikâm aldık. İkisi de açık bir yol üzerinde bulunmaktadır.” (17)
“Şüphesiz bunda bir ayet (bir öğüt) vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdir.” (18)
Bir zamanlar vatandaşı olduğu ülkenin yılar sonra muhaciri durumuna düşen Hz. Şuayb (as), nihayet ömrünü tamamlamak üzere, Şam’ın yukarı bölgelerinden birine doğru inzivaya çekildi. Geçimini koyun çobanlığı yaparak sürdüren nebî, yaşının ilerleyen zamanlarında, artık asasını dahi kullanamayacağı bir dönemde, işlerini büsbütün iki kızına birden devretti. Peygamber ahlâkıyla yetiştirilen bu iffet abidelerinden biri, yakın bir süre sonra, Firavunlar diyarından kaçıp babasına sığınan Musa adlı genç bir yolcunun nikâhı altına alınacaktı. Ve Şuayb (as), genci tanıyıp ona güvendikçe, ileride mucizevî nitelikleri sergileyeceği asasını ona teslim edecektir. Böylece Tevhid davası Hz. Musa’nın eliyle kıyamete değin sürecek…
Dipnotlar:
(1) Tevbe: 70.
(2) Bkz. Enbiya: 69.
(3) Bkz. Nisa: 125.
(4) Tevrat’ta geçen “Medân” adlı oğlu ile aynı kişi olduğu da söylenmiştir. Bkz. Tekvin, 25/2; 1. Tarihler, 1/32. Medân, ilginçtir, aynı zamanda Resulullah’ın döneminde yaşayan Arapların putlarından bir tanesinin de ismiydi.
(5) Bkz. Hud: 84.
(6) Bkz. Abdullah Yıldız, Hz. Şuayb, Pınar Yay. s.54.
(7) A’raf: 85-86. Bnz. Hud: 84-86, AnkEbût: 36 ve Şuara: 177-183.
(8) Mevdudî, Hz. Peygamberin Hayatı, Pınar Yay. I, 338.
(9) Bkz. Mevdudî, Dört Terim, Beyan Yay., 40-41.
(10) Hud: 87.
(11) Hud: 91.
(12) A’raf: 88.
(13) A’raf: 90.
(14) Hûd: 93-94.
(15) Abdullah Yıldız, Bir Tevhid Eylemi: Namaz, Pınar Yay. 199.
(16) Hûd: 95.
(17) Hicr: 79.
(18) Şuara: 190.